TEFEKKÜR UFKU / Batı Orta Çağ Zihniyetini mi Arıyor?
TEFEKKÜR UFKU
Batı Orta Çağ Zihniyetini mi Arıyor?
Dr. Cengiz Karagöz
Orta Çağ söylemine takmışız kafayı toplum olarak. Avrupa’nın yaşadığı Orta Çağ deneyimini vurgulayıp aynı şeyi alakasız olsa da kendi dini inancımız ve tarihi tecrübelerimiz için kullanan kişilerden geçilmiyor. İlericilik-gericilik tartışmasının çevrelediği Orta Çağ’da yaşananlar sanki Batı’da sürekli kötülenmiş ve hatırlanmaktan imtina edilen bir dönemmiş gibi algı var. Dünyaca ünlü yazar George Orwell’ın 1984 adlı romanına baktığımızda hiç de ülkemizdeki gibi bir algı olmadığını idrak edebiliriz. Hayvan Çiftliği, Birmanya Günleri, 1984 ve daha birçok ünlü eserin İngiliz yazarı George Orwell (1903-1950) modernleşen dünyanın umulanın aksine iyiye, güzele ve adil düzene gitmediği yönünde bir düşünceye sahip. 1984 romanı 1949 yılında yazılsa da gelecek bir tarihin başlığının atılması yazarın gelecekle ilgili nasıl bir toplum inşa edileceğine dair öngörülerinden kaynaklanmaktadır.
1984 anlatısı Büyük Birader adlı diktatörün yönettiği tek parti iktidarının toplumu nasıl tek tip hale getirmeye çalıştığına dikkat çeker. Tek tip basının hâkim olduğu ülkede yalan yanlış haberler yapılarak ve en ufak bir muhalif görüşe sahip kişi hapse atılarak yeni bir ulus inşa edilmeye çalışılır. Evlerin içindeki ve dışarıdaki ekranlar insanların her hal ve hareketini gözlemleyerek denetim sağlanır. George Orwell bu eserinde 20. asrın Nazi, Sosyalizm ve Faşizm iktidarlarında insanların zorla söyletilen marşlar ve baskılar sayesinde nasıl robotlaştırıldığını ele alır. Teknoloji ve bilim insanlığa fayda getirmekten ziyade modern devlet ideolojilerinin baskı aracı haline gelmiştir. Yazar romanında modernlik öncesi dönemlerin daha insani olduğunu iddia eder.
Romanda modern devlet anlayışının egemen olduğu dönem ile Orta Çağ karşılaştırılır ve bu mukayese şöyle dile getirilir: “Günümüz ölçütleriyle kıyaslandığında, Orta Çağ’ın Katolik Kilisesi bile hoşgörülü sayılabilirdi. Bunun bir nedeni, eskiden hiçbir yönetimin yurttaşlarını sürekli denetim altında tutma gücüne sahip olmamasıydı. Ne var ki, matbaanın bulunması kamuoyunu yönlendirmeyi kolaylaştırdı, sinema ve radyo bu süreci daha da güçlendirdi. Televizyonun gelişmesiyle ve aynı aygıtın hem alıcı hem de verici olarak kullanılmasını olanaklı kılan teknolojik ilerlemeyle birlikte, özel yaşam ortadan kalktı. Bütün yurttaşlar ya da en azından izlenmeye değer bütün yurttaşlar, günün yirmi dört saati polis tarafından gözetlenebiliyor, bütün öteki iletişim kanallarından uzak tutulabildikleri gibi, sürekli resmi propagandaya bağımlı kılınabiliyorlardı. Artık ilk kez, yalnızca devlet iradesine tam bir boyun eğişin dayatılması değil, tüm yurttaşların tümüyle aynı düşüncede olmaları da sağlanmıştı.” Bu ifadelere göre, modernleşen devlet aygıtı teknolojik imkanları vatandaşların hem bedenini hem de zihnini tahakküm altına almak için kullanır. Devletin ve toplumun modernleşmesiyle temel hak ve özgürlüklerin gelişmesi arasında paralel bir ilişkiden ziyade zıt bir ilişki beliriyor. Yazar, Orta Çağ şartlarının modern döneme kıyasla daha rahat ve özgürlükçü olduğu kanaatinde çünkü o dönemde insanların mahrem hayatları da dahil 24 saat boyunca gözlemlenebildiği bir teknoloji yok.
Yazar Engizisyon cezalarına değinirken ölüme mahkûm edilen suçluların daha onurlu bir şekilde öldüklerini şu ifadelerle savunur: “Çünkü Engizisyon, düşmanlarını meydanlarda, hem de hâlâ nedamet getirmemişlerken öldürdü; daha doğrusu, onları nedamet getirmedikleri için öldürdü. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçmedikleri için ölüyorlardı. İster istemez, tüm onur kurbanın, tüm utanç da onu diri diri yakan Engizisyoncu’nun oluyordu.” Orwell için Orta Çağ düzeninde idam edilen kişiler savundukları davalara bağlılıklarını ölürken bile haykırıyorlardı. Savundukları düşünceler uğruna canlarını feda ediyorlardı. Bunların bilinciyle ölüyorlardı. Bu da onları modern döneme göre daha onurlu kılıyordu.
Orwell aynı şeyi modern devlet sistemi için söylemez. Ona göre baskıcı modern yargı sisteminde insanların iradeleri ellerinden şiddet ve baskıyla alınır. Romanda bu gerçek şöyle anlatılır: “Kurbanlarını halk mahkemesine çıkarmadan önce onurlarını yerle bir ediyorlardı. İşkence yaparak, hücreye atarak dirençlerini kırıp öyle bir sindiriyorlardı ki, acınası, umarsız birer şamar oğlanına dönüyordu hepsi; sonunda, ne istenirse itiraf ediyorlar, birbirlerini ihbar ederek, suçlayarak paçalarını kurtarmaya çalışıyorlar, merhamet dilenmeye başlıyorlardı.” Suçlular cezalandırılırken veya idam edilirken samimi bir biçimde savundukları düşünceleri dile getiremezler. Bunun arkasında yatan sebep suçluların iradelerinin ellerinden alınıp yönetimin cebren empoze ettiği iddiaları itiraf etmeye mahkûm olmalarıdır. Yani inandıkları ilkeleri haykırmak yerine işkenceyle yıkanan beyinleri mahkemelerde baskıcı iktidarların mecbur ettiği savunmaları yapma durumunda kalır. Ne özgürce inandıklarını söyleyebilirler ne de işkencelerle yitirilen bilincin farkındadırlar.
Orwell bu romanıyla anlayabilene çok dersler veriyor. Orta Çağ zihniyeti olarak tabir edilen inancın Batılı entelektüeller tarafından her zaman aşağılayıcı söylemlerle kullanılmadığını anlıyoruz. Bu görüşte olanlar sadece Orwell ile sınırlı değil. Felsefe, sanat ve akademi dünyasında da benzer yaklaşımlar görülebilir. Toplumumuzda Orta Çağ söylemini kullanıp kendi geleneğimize ve kadim medeniyetimize vurmaya çalışanlar bir kez daha düşünmeli. Zira örnek gösterdikleri Batı dünyasında her entelektüel ve düşünür onlar gibi düşünmüyor. Çünkü modernleşmenin adalet, mutluluk ve özgürlük anlamında Orta Çağ’dan sonra insanlara vaat edileni verdiğini söylemek çok zor.