GÖNÜL SOHBETLERİ / Ahirette Pişman Olmamak İçin
GÖNÜL SOHBETLERİ
Ahirette Pişman Olmamak İçin
Seyda Muhammed Konyevî -KS-
İnsanlar, zâhirî olarak yaptığı şeyleri kendileri yapıyor, gördükleri şeyleri de kendi kendine öyle oluyor, şeklinde görüyorlar ve öyle zannediyorlar. Ama öyle değildir.
Bu elimi kaldırdım ya, ben kaldırmadım, Allah-u Zülcelâl kaldırdı. Evet… Böyle inanacağız. Fail-i hakiki Allah’tır, azze ve celle. Her şeyde böyle…
Şimdi biz şöyle düşünüyoruz, “Ben iman etmişim.” Evet, zâhirî olarak sen iman ettin ama Fail-i hakikî Allah’tır, O sana verdi. O celle celâluhû vermese hiçbir insan bir şey yapamaz. Ne Peygamber, ne melaike, hiçbir şey…
Fail-i hakiki, kâinatı, insanları, cinleri yarattığı gibi, onların fiillerini, yani yaptıkları işleri de yaratmıştır. Öyle ise, bu iyiliği bize yaptığı için şükretmemiz lazım. Bakın iman nasip etmiş bize, sonra Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme ümmet olmayı nasip eylemiş. Bazı arkadaşlarınız iman etmişler ama kim bilir nerededirler. Hiç Allah’ın razı olmadığı yerlerdedirler. Bize de kendi evine misafir olmayı nasip etmiştir. Bunların hepsini Allah celle celâluhû veriyor bize…
Öyleyse biz de yaptığımız her salih ameli Allah için yapalım, yapmadığımız şeyleri de Allah razı olmadığı için yapmayalım. Hep Allah’ın rızasını niyetimize koyalım, bu şekilde davranalım.
Bir kişiyi bir günah üzerinde görürsen bil ki, o başka günahlar da yapıyordur. Bir kişiyi de bir sevabın üzerinde görürsen, o bilmediğin başka sevapları da yapıyordur. Çünkü günah, günahı getiriyor; sevap da sevabı getiriyor. Öyleyse hep sevaplara yönelelim ki, Allah-u Zülcelâl başka sevapları da nasip etsin.
Böyle davranırsak, Allah-u Zülcelâl bizden razı olacak, bu kısa dünya hayatı bittikten sonra Allah-u Zülcelâl bize öyle bir mükafat verecek ki, öyle razı olacaksın ve bu dünya hayatı ne kadar güzel olsa da senin yanında hiç olacak.
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede bu konuda şöyle buyuruyor:
“…Sizin, O’ndan başka hiçbir veliniz, dostunuz yok, hiçbir şefaatçiniz da yok. Hala düşünüp öğüt almaz mısınız?” (Secde, 4)
“İnsanın Allah’tan başka sahibi yoktur, ona şefaat edecek de yoktur.” Diyor Allah azze ve celle.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bize şefaat edecek ya, o da Allah’ın izniyle şefaat edecektir. Hep Allah’tandır. İşte böyle bir Allah’a kurban olalım.
Bunun için bilelim ki, hiçbir kul kendisini amel yapmakla kurtaramaz, ama Allah-u Zülcelâl amel yapmayı vasıta kılıyor, fail-i hakiki Allah’tır. Böyle bilmemiz lazımdır.
Benliği Silelim
Kendimizi hiç görmeyelim, demek ki, yaptığımızı hiç görmeyelim. Allah-u Zülcelâl ezelden takdir etmiş, bize nasip olmuş, ondan yapıyoruz.
Hasan Basri rahimehullah diyor ki:
“Eğer caminin kapısında bağırılsa, ‘En fasık kişi kim ise çıksın,’ diye, benden önce kimse çıkmaz.”
Halbuki ne kadar büyük alimdir, ne kadar salih bir kul fakat kendisini böyle hatalı görüyor Allah’a karşı. Çünkü insan ne kadar amel yaparsa yapsın, Allah’ın hakkını yerine getiremez.
İbadetlerimiz de hatalarla doludur. Namaz kılıyoruz, gafletle kılıyoruz. Dolaşıyoruz, gafletle dolaşıyoruz.
Bakın melaikelere; onlar dünyanın yaratılmasından itibaren ta kıyamet kopuncaya kadar amel yapıyorlar. Bazıları secdede, bazıları rükuda, bazıları kıyamda, daima ibadet ettikleri hâlde, Allah-u Zülcelâl’in huzuruna gittikleri zaman, “Ya Rabbi, Senin hakkını yerine getiremedik,” diyorlardı. Halbuki gafletle değil, huşu ile amel yapıyorlar ama yine de Allah’a layık görmüyorlardı. Biz de daima kendimizi Allah’a karşı hata sahibi bilmemiz lazımdır.
Yine Hasan Basri rahimehullah devamında diyor ki:
“Eğer göklerden şöyle bir nida gelse, ‘Herkes cennete girecek, yalnız bir kişi girmeyecek,’ o kişinin ben olmamdan korkarım.”
İşte kendini böyle görüyordu. Ama Allah’ın yanında çok büyük bir zattı. O tabiinlerden, yani sahabelerden hemen sonra gelen nesilden, çok büyük alimdi. Çok salih, çok zikir sahibi bir kişi olduğu hâlde kendini böyle görüyor. İşte insan kendini böyle aşağı görürse, Allah da onu yükseltir.
Kendi Günahınla Meşgul Ol
İnsanın daima kendi günahına bakması lazımdır. Başkasının günahına bakarsa, kendi de günah yapmamış gibi yaparsa Allah’ın yanında mahkumdur o kişi…
Daima insan kendi günahına bakacak. Elimizden geldiği kadar, kendi nefsimizi hesaba çekeceğiz, yoksa helak oluruz da haberimiz olmaz.
İnsan günahlarını bir torbaya koyup önüne asacak, yani göz önünde bulundurup onları düzeltmeye bakacak. Eğer günahlarını bir torbaya koyup arkasına atarsa ve başkalarıyla uğraşırsa o zaman kendini düzeltmez ki. Salih bir kul olmaz o kişi…
Daima elimizden geldiği kadar kendi nefsimizi düzeltmekle meşgul olursak ve amel-i salih yaparsak o zaman salih bir kul oluruz.
Namaza durduğumuz zaman nasıl ki zâhirî vücudumuzu kıbleye doğru kendimizi sabit tutuyorsak, inşallah Allah-u Zülcelâl de senin ayaklarını kıyamet gününde sırat köprüsünün üzerinde sabit yapacak.
Peygamber aleyhisselatu vesselamdan başka hiç kusursuz kimse yoktur. Herkesin kusurları vardır. Onun için herkesin kendi kusurları ile meşgul olması lazımdır.
“Cenaze Sensin”
Ebu’d Derda radıyallahu anh bir gün birkaç arkadaşıyla beraber bir cenazenin arkasında yürüyordu. Bir arkadaşı sordu: “Cenaze kimdir? Kim ölmüş?”
Ebu’d Derda hazretleri dedi ki, “Cenaze sensin. Eğer bundan rahatsız olduysan, benim.”
Bakın, bunun manası nedir?
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor:
“(İnneke meyyitün ve innehum meyyitune, yani) Sen ölüsün (öleceksin) onlar da ölüdürler, (ölecekler)” (Zümer, 30)
Yani Ebu’d Derda diyor ki, “Allah-u Zülcelâl diyor ki, ‘sen ölüsün.’ Sen soruyorsun, ‘Cenaze kim?’” İşte onlar böyle düşünüyorlardı.
İnsanlar ölünce mutlaka pişman olacaklar. Neden?
Bakın birkaç defa anlattım ya; Süleyman aleyhisselamın bindiği bir tahtı vardı, uçak gibi rüzgâr onu istediği yere götürüyordu. Allah-u Zülcelâl cinleri, kuşları, hayvanları emrine vermişti. Mağarasında ibadet eden bir abid başını çıkardı, onun bu saltanatını gördü:
“Ya Süleyman bu ne saltanattır böyle!” dedi.
Hz. Süleyman aleyhisselam ona şöyle cevap verdi:
“Senin bir kere ‘Sübhanallah’ demen benim saltanatımdan daha üstündür. Çünkü o Allah’ın katında bakidir, hâlbuki bu saltanat geçicidir, bitecek bir gün,” diye.
Bakın şimdi onun saltanatından geriye ne kaldı? İşte dünya böyledir.
Allah-u Zülcelâl’in yanındaki sevaplar ise bakidir. O zaman nasıl insan pişman olmasın, boşa geçirdiği vakitlere…
Ne kadar “Sübhanallah,” diyebiliriz, ne kadar “Elhamdülillah,” diyebiliriz, ne kadar, “La ilahe illallah,” diyebiliriz?
Ahretten önce, ben şimdi pişmanım. Sanki ruhum çıkıyor gibi, “Ben niye devamlı Allah, demiyorum, sübhanallah demiyorum,” diye pişmanım.
Elimizde böyle fırsat var öyleyse kıymetini bilelim.
Evet, tevbe pişmanlıktır. Ben şimdi pişmanım. Kim istemez ki, Allah-u Zülcelâl ona mükafat versin. Sübhanallah dediği için, lailahe illallah dediği için sevaplar versin, herkes ister.
Öyleyse bunun için pişman olalım, Allah için hasret ve keder çekelim, Allah-u Zülcelâl fazl-u kerem sahibidir, zengindir, verir bize inşallah.
Sekerat anında insana öyle bir pişmanlık gelecektir ki, o pişmanlığı da kimse anlatamaz. İnsan o pişmanlığın acısıyla neredeyse kendini öldürmek isteyecek, o dereceye geliyor. Ölmeden önce kendini öldürecek şekilde büyük bir vicdan azabı hissediyor. Niçin?
Çünkü esef yapıyor, yani neyi kaybettiğini o anda anlıyor. Hasret çekiyor yani keşke daha önce elimde olan amel yapma imkanını değerlendirseydim diye kahroluyor.
“Aman! Ben niye zamanında amel yapmadım! Bak şimdi bitti! Artık dünyadaki ömrüm bitti, ahirete gidiyorum. Artık amel yapma imkanım yoktur,” diye neredeyse kendini parçalayacak hale geliyor ama onu da yapamıyor. İşte insan sekerat anında öyle bir pişmanlık duyuyor. O pişmanlık gelmeden önce o gün için bir şey yapalım.
Allah İçin Sevelim
Elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelâl için taat yapalım, zikir yapalım ve bahusus Allah’ı çok sevelim. Bu çok mühimdir. Allah’ı sevmek de Allah’ın sevdiği şeyleri sevmek, sevmediği şeyleri sevmemektir.
Kıyamet günü bir kişi getirilir, sakaleyn ibadeti yapmış yani cinlerin ve insanların ibadetini yapmış, ama Allah’ın sevmediği bir şeyi, dünyayı sevmiş, Allah’ı layık-ı vechile sevmemiş. Ona diyecekler ki:
“Yazıklar olsun, bu kul Allah’ın sevmediği bir şeyi sevmiş!”
O kişi, utancından yerin dibine girmek isteyecektir, o kadar haya edecektir. Allah’ın sevmediği bir şeyi sevdiği için…
Onun için değmez, Allah’ın sevmediği şeyleri sevmeye değmez. Çünkü neyi seversen sev, ayrılacaksın. Diyelim ki köşk yapmışsın, seviyorsun ama ayrılacaksın. Sen misafirsin onun içinde. Görüyoruz, insan ölünce götürüp mezara koyuyorlar. Ondan sonra kıyamete kadar birbirlerini görmezler.
Böyledir halimiz ama gafletle üstünden geçip gidiyoruz, üzerinde derin düşünmüyoruz. Hep dünya düşüncelerine dalıyoruz, onun için yanlış yapıyoruz.
Elimizden geldiği kadar iyi kişilerle beraber olalım. Bazı kişiler geliyorlar, diyorlar ki,
“Ben önce sohbete, dergâha geliyordum, ibadetlerimi yapıyordum, virdimi çekiyordum. Sonra eski arkadaşlarım geldi onlarla görüşmeye başlayınca benim halim bozuldu.”
Hemen gösteriyor kendini. İyi kişilerle beraber olmak, kötü kişilerle beraber olmak, böyle tesir eder insana…
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün ashab-ı kirama:
“Dikkat ediniz! Ben size en hayırlı olanlarınızı bildireyim mi? buyurdu. Onlar da;
“Evet, bildir, Yâ Rasûlallah,” diye karşılık vermişler.
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
“Sizin en hayırlılarınız o kimselerdir ki onları gördüğünüz zaman Allah’ı (Azze ve Celle) hatırlatır,” buyurmuştur.” (İbn Mâce, Zuhd, 4)
Allah’ı hatırlatan kişilerle oturun kalkın. Çünkü onun ameli sizi amel yapmaya teşvik eder. Onun konuşması sizi Allah’a götürecek. Ahirette en iyi kişi odur ve en menfaatli kişi de odur. Peygamber aleyhisselatu vesselam bize böyle tavsiye ettiği için, daima iyi kişilerle birlikte olalım.
Daima iyi arkadaşlarımızdan ayrılmayalım, başka insanlara da anlatalım, sebep olalım. Eğer o kişi de sohbete gelirse, şeytanın yolunu bırakıp Allah yoluna gelirse Allah-u Zülcelâl ne kadar sevinir.
Dünyada görüyorsunuz, bir kişi aralarında kırgınlık olan bir dostuyla arasını düzeltirsen ne kadar sevinir. Allah-u Zülcelâl de ibadetini, zikrini yapmayan bir kulunu alıp huzuruna getireni öyle seviyor.
Siz bir kişinin tevbe etmesine sebep olursanız, onun sevabından hiçbir şey eksilmeden, onun sevabından bir hisse de senin amel defterine geliyor. Hatta kabirde yatan bazı kişilere, hayattayken başkalarına sebep oldukları için böyle sevap geliyor. Öyleyse biz de daima nerede oturursak oturalım, Allah’tan bahsedelim o zaman bize de böyle sevap gelecektir.
Bizim sağ ve sol omzumuzdaki melekler, biz bir ibadeti daha yapmadan önce, daha niyet ettiğimizde biliyor yapacağımızı… Nereden biliyor?
“Ben yarın zikir yapacağım, ibadet yapacağım, sadaka vereceğim…” diye niyet ediyor. Onu biliyorlar ama nasıl biliyorlar? Çünkü insan böyle Allah için amel yapmaya niyet edince ondan güzel bir mânevî koku alıyorlar. Anlıyorlar ki bu kişi bir sevap işlemeye niyet etti, ama acaba ne sevap işleyecek onu yaptığı zaman görüyorlar ve yazıyorlar.
Biz zannediyoruz ki, insan kendi gücü ile istediğini yapıyor; hâlbuki Allah-u Zülcelâl yaptırıyor. Mesela sizin buraya gelmenizi Allah-u Zülcelâl nasip etti. Öyleyse siz de deyin ki, “Madem ki Allah-u Zülcelâl bana bu iyiliği yaptı, bana bunu nasip etti, ben de daha çok salih amel yapayım, İslam hizmeti yapayım.”
Her şeyi Allah’tan bileceğiz ki, Allah’a şükretmek için daha çok salih ameller yapalım. Yalnız kaldığımız zaman bilelim ki, Allah-u Zülcelâl zikretmemizi istiyor, ibadet ve taat yapmamızı istiyor; şeytan ise istemiyor.
Şeytan kendisi cehennemlik olduğu için bizi de cehenneme götürmek istiyor. O böyle büyük düşmandır bizim için, öyleyse niçin onun istediğini yapacağız ki?
Onun için elimizden geldiği kadar Allah’ın kulluğuna sarılalım. Nefsimizle mücadele edelim.
Tarikatın Üç Merhalesi
Tarikatın üç merhalesi vardır, burada olmayanlara da anlatın. Başlangıcı muhabbettir. İbadetlerini maneviyatla, muhabbetle yapıyorsun. İkinci merhale, bir iki sene sonra olabilir, on sene sonra olabilir, bazen muhabbet olur, bazen kabz (tutukluk)hali verilir.
Gavs diyordu ki, -bakın Gavs olduğu hâlde-
“Bazen öyle oluyordum ki sanki ben tarikatten çıktım, sadatların feyzi üzerimde kalmadı, böyle bir duruma geliyordum.”diyor.
Bu şunun içindir:
“Yani bak sende bir şey yoktur, her şey Allah’tandır. Muhabbeti veren de Allah’tır. Verirsem veriyorum vermezsem de vermiyorum. Zannetme ki ben iyiyim, ondan bana veriliyor.”
İşte sofinin bunu bilmesi için bazen ondan muhabbet alınır.
Bu kötülüğümüz için değildir, bizim için mühim olan istikamettir. O tutukluk zamanında da namazını, virdini, her şeyini yap, Allah’ın daha çok hoşuna gidiyor. İçinden şevk ve muhabbet gelmediği halde yapmanın mükâfatı daha büyüktür. Çünkü nefsin bundan bir zevki yok, nefse muhalefet sevabı var.
Bazıları bu tutukluk zamanında tasavvuftan vazgeçiyor, arkadaşlarının yanından ayrılıyor, sohbetlere, hatmeye gelmiyor. Bu şeytanın hilesidir. Onun için hiç ümitsizliğe düşmeden, vazgeçmeden amelimize devam etmek lazım.
Üçüncü merhaleye geldiğin zaman ise ne kadar amel yaparsan yap, “Ben ne yaptım ki,” diyorsun, kendini Allah’a karşı yok gibi görüyorsun. Bu üç merhalenin hangisinde olursan ol hiç mahzun olmayın, Allah sizi tedavi ediyor.
Bizim yolumuz son nefese kadar Allah-u Zülcelâl’e ihlâsla ibadet etmek ve onun rızası için gayret etmektir. Her ne yaparsak sadece Allah rızası için yapıyoruz.
Allah-u Zülcelâl cümlemize razı olacağı amelleri işlemeyi nasip eylesin, bizi hayırda kullansın, nefsimize bırakmasın. Amin