HİKMET PINARI / Sadıklarla Beraber Olun
HİKMET PINARI
“Sadıklarla Beraber Olun.”
Hayrünnisa Hanım
يَا رَبِّ لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ وَلِعَظِيمِ سُلْطَانِكَ
“Ey Rabbim! Zât’ının Celal’ine ve Hâkimiyetinin azametine layık şekilde Sana hamd olsun.”
Allah-u Zülcelâl’in bizlerden istediği önemli hususlardan biri sadakattir. Allah-u Zülcelâl’e sadık olan bir insan bütün insanlığa sadıktır. İmanın gereğini yerine getirmek, Allah’a sadık olmak demektir.
Bir insan kendi etrafında her zaman samimi insanları ister. Samimi olmayan, sözü özü bir olmayan insanlardan bir şekilde yolunu çevirir, bağlantısını koparır.
وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقٖينَ
“Sadıklarla beraber olun.” (Tevbe; 119)
Bu ayeti kerimede sadıklığın önemi buyrulur. “Eğer, sen sadık değilsen de sadıklarla beraber olduğun zaman, Allah’ın izniyle o sadakat yolunu bulacaksın.”
Allah azze ve celle’nin cennette tahsis etmiş olduğu kuşlar ve bazı görevli olan hayvanların dışında dünyadaki hiçbir hayvan cennete girmeyecektir. Ancak Allah-u Zülcelâl Kehf suresinde Kıtmir köpeği cennete koyacağını buyurmaktadır.
Normalde köpekler necistir ama Kıtmir sadıklarla, Allah-u Zülcelâl’in dostlarıyla beraber olduğu, onlardan ayrılmadığı için cennete girmeyi hak etmiştir.
Rabbimizin bizden istediği sadakat şuna benzetilmiş: ‘iman bir ağacın köküdür. O ağaca bakmak, beslemek o ağacın yeşermesi, meyvelenmesi ise, ihlastır, sadakattir. Fırtına ve rüzgâr gibi olan şeyler ise nefsin heva ve hevesleridir ve imtihanlardır. Eğer o ağaç iyi bakılıp beslenip sağlam köklü yapılmamışsa, büyük bir fırtına onu yerinden alır götürür. Bu nedenle ağacın kökleri ancak salih ameller, ihlas ve sadakat ile sağlamlaştırılır. Bu nedenle onlar olmadığı ya da eksik kaldığı zaman insanın imanı da eksiktir, noksandır. Bunun için Seyda Muhammed Konyevî kuddise sırruh hazretleri bir sohbetinde buyurdu ki:
“Âdem aleyhisselam yeryüzüne indiği zaman, ceylanlar dediler ki: “Biz Allah’ın peygamberini ziyarete gidelim, o Allah’ın sevgili kuludur…” ve onu Allah için ziyaret etmek için yola çıktılar.
Ziyaret edince, Âdem aleyhisselam hepsinin başlarını okşadı. Ceylanlar oradan ayrılır ayrılmaz misk gibi kokmaya başladılar. Kendi arkadaşlarının yanına dönünce arkadaşları:
“Sizde ne kadar güzel bir koku var. Bu koku nedir?’’ diye sordular. Onlar da:
“Biz Allah’ın Peygamberini ziyarete gittik, onun kokusudur,” dediler. Bunun üzerine arkadaşları:
“Öyleyse biz de ziyaret edelim,” dediler ve yola çıktılar. Ziyaret edip döndüler ama onlarda bir koku yoktu. Bunun sebebini ilk gidenlere sorunca onlar:
“Biz Allah için yola çıktık, siz ise güzel kokalım diye yola çıktınız.”
Sadakatin ve ihlasın önemini burada açıkça görmekteyiz. Allah-u Zülcelâl her zaman kalplere muttalidir. Biz bir insanı, kendimizi kandırabiliriz avutabiliriz ama Allah-u Zülcelâl’i -haşa- hiçbir şekilde kandıramayız. Bu nedenle özümüzün, sözümüzün her daim bir olması gerekir.
Allah-u Zülcelâl Kalpleri Bilir
Allah-u Zülcelâl’in de bizden istediği, her zaman kendi acziyetimizi ve zayıflığımızı itiraf edip o eksikliğimize göre yaşamaya gayret etmemizdir. Bu nedenle biz de Allah’a karşı dürüst olmayı, sadık olmayı seçmeliyiz.
Allah-u Zülcelâl’in Ümmet-i Muhammed’e vermiş olduğu nimetlerden bir tanesi de savaşta elde edilen ganimetlerdir.
Buhari’den rivayet edilen bir hadisi şerifte Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
“Geçmiş peygamberlerden bir peygamber savaşa çıkacaktı. Dedi ki: “Eğer bu gece evlenmiş ve eşiyle birleşmemiş olan varsa benimle savaşa gelmesin. Eğer daha evini kurup da çatısını yükseltmeyen varsa gelmesin. Eşi doğum yapacak olan varsa gelmesin. Hayvanı doğum yapacak olan varsa gelmesin.”
Bu gibi şartlar koşmasının sebebi ise savaşa katılacak olanların aklı bu tür şeylerde takılıp da kendini asıl olan göreve verememesinden dolayıdır.
Yola çıktıkları zaman güneş batmak üzereydi. Güneşe baktı. Dedi ki:
“Ben de Allah’ın kuluyum, sen de Allah’ın kulusun. Sen Allah’ın emrine tabi ol, ben de Allah’ın emrine tabi olayım. Bu savaşı kazanıncaya kadar bize aydınlık ol.”
Güneş de Allah’ın emrini yerine getirdi, savaş bitene kadar batmadı. Savaş bitince ganimetler toplandı.
Önceki ümmetler zamanında ganimetler helal değildi ve hepsi bir yere toplanır sonra Allah emriyle bir ateşle gökyüzüne çıkarıldı. Bu o ibadetin makbuliyetini gösterirmiş.
Bunlar da ganimetlerin hepsini topladılar. Savaş bittikten sonra gelip o Allah’ın peygamberiyle musafaha yaptılar.
“Biz seninle Allah’ın yolunda beraberiz,” dediler. Allah’ın peygamberinin elinden tutarak biat ettiler. O sırada onlardan biri elini Allah’ın Peygamberine yapıştırdı.
“Bu ganimet malından çalınmış. Her kavmin bir lideri gelip elimi tutsun. Çalınan ganimet hangi kavimden gitmişse onu bulalım,” dedi. Sonra çalan kişi bulundu ve o ganimet geri geldikten sonra Allah tarafından bir ateşle gökyüzüne çıkartıldı.
Görüldüğü üzere çalınan ganimeti her ne kadar hiç kimse bilmese de Allah onu ortaya çıkardı. Sadıklık gerekiyordu, savaş kazanılmasına rağmen savaşın sevabı kazanılmamıştı. O malların hepsinin Allah’a yükseltilmesi, Allah’ın o savaşı kabul ettiğinin işaretiydi.
Allah-u Zülcelâl Habil ile Kabil’den birer kurban adamalarını buyurdu. Kabil çiftçilik yapıyordu Habil de hayvanlara bakıyordu. Habil şefkatli olduğundan hayvanlardan yükümlüydü.
Habil kurban olarak en güzel, semiz olan etli hayvanı getirdi bıraktı, Kabil de ne kadar çürük meyveleri sebzeleri varsa getirdi. Allah onun kurbanını değil Habil’inkini gökyüzüne çıkarttı. Önceki ümmetlerin durumu böyleydi. Allah-u Zülcelâl sonraki ümmetlere ganimeti helal kıldı.
Bu da Ümmet-i Muhammed’in üstünlüklerinden bir tanesidir. Çünkü insanların çoğu kendilerine ganimet verilir, diye savaşlara katılıyorlardı.
Burada bizim çıkarmamız gereken ders, Allah’ın Peygamberi dahil hiç kimsenin haberinin olmamasına rağmen Allah’ın çalınan ganimeti haber verip ortaya çıkarmasıdır. Allah-u Zülcelâl sadakat olmadığı için o savaştan bir mükafat vermemiştir.
“Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol!”
Allah-u Zülcelâl’in bizden istediği her daim bütün ibadetlerimizde, davranışlarımızda, hal hareketlerimizde Allah’a sadıklıktır.
Allah-u Zülcelâl, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” diye emretmiştir. Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Beni Hud suresi yaşlandırdı,” buyurmuştur.
Emrolunduğun gibi dosdoğru ol, ne demektir?
Biz nasıl istersek, ailelerimiz bizden nasıl istediyse değil Allah bize nasıl emretmişse o şekilde doğru olacağız. Emrolunduğumuz gibi istikamet üzere olacağız.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem cennetle müjdelenmiş, hiçbir günahının olmadığına dair garantisi olan bir peygamber olduğu halde bu ayeti kerime üzerinde tefekkür edip; “Bu ayeti kerime beni yaşlandırdı,” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu şekilde tefekkür edip düşündüyse bizlerin de ümmeti olarak bunun on katı düşünüp tefekkür etmemiz gerekir.
Tefekkür insanı aslına döndürür. Şahı Nakşibend kuddise sırruh hazretleri:
“Her şeyin bir zekâtı vardır. Aklın zekâtı da tefekkür etmektir,” buyurmuştur. Tefekkür edilmeyince o aklın zekâtı verilmemiş olur. Kişi ancak tefekkür edince kendi aslına dönmüş olur.
Sahabelerden Amr İbni Cemûh radıyallahu anh Uhud Savaşı’nda:
“Ya Rabbi! Bana şehitlik nasip et ama beni memleketim Medine’ye hüzünlü bir şekilde, ailemi hüzünlenmiş, mahrum etmiş bir şekilde, döndürme,” diye dua etti. Bu sahabenin hanımı büyük salihalardan Hind binti Amr radıyallahu anhadır.
Hepimiz biliyoruz ki Uhud’da birçok sahabe şehid oldu. Hz. Aişe radıyallahu anha ve birçok hanım sahabeler, ailelerimizden kimler gelecek, diye savaştan dönenleri karşılamaya çıktılar.
Hind binti Amr radıyallahu anhanın devesinin üzerinde üç tane cenazesi vardı. Hz. Aişe radıyallahu anha annemiz ona:
“Bunlar kimdir?” diye sorunca Hind radıyallahu anha:
“Kardeşim Abdullah, oğlum Hallâd ve kocam Amr’dır” dedi. Hz. Âişe radıyallahu anhâ:
“Onları nereye götürüyorsun?” dedi. Hind radıyallahu anhâ:
“Medine’de Bakîa kabristanlığına defnetmek istiyorum.” dedi. Hind radıyallahu anha devesini sürdü. Fakat deve yürümedi. Biraz zorlayınca da yere çöküverdi. Hz. Âişe radıyallahu anhâ ona:
“Deve yükünün ağırlığından mı çöküyor acâba?” diye sordu. Hind radıyallahu anhâ da:
“Neden çöktüğünü bilmiyorum. Başka zamanlarda iki devenin yükünü taşırdı. Bugün onda farklı bir hal seziyorum.” dedi.
Bir müddet uğraştıktan sonra deve kalktı. Ancak Medine’ye yönlendirilince yine çöktü. Tekrar kaldırıldı. Yönü Uhud’a çevrildiğinde koşmaya başladı. Hind radıyallahu anhâ devenin bu garip durumunu Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam Efendimizin yanına varıp anlattı.
Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ona:
“Amr sana bir şey söylemiş miydi? Onun herhangi bir vasiyeti var mıydı?” diye sordu. Hind de:
“Allah’ım! Bana şehitlik nasib et! Beni mahrum bir vaziyette; şehitliği kaybetmiş olarak zillet içerisinde âilemin yanına döndürme!” dediğini nakletti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam Hind’e:
“O duasına sadık kaldı, dedi ki ‘Ya Rabbi! Beni şehit et ama aileme mahsun bir şekilde dönmeyeyim,’ dedi. O şehid olduğu zaman melekler heyecanla ‘Biz bunu nereye defnedelim’ diye etrafında dönmeye başladılar.”
Yani Medine’ye dönmemesi, ailesinin onu görmemesi gerekiyordu. O kadar büyük sadakatle, sıdkla, ihlasla Allah’a dua etti. Allah onun duasını kabul etti. O deve memur olmuştu, emrolunmuştu, Allah tarafından dizleri Medine’ye girmiyordu.
Bakıldığı zaman sadakat ahiretimiz için de bizler için devam eden bir sevaptır, ecirdir. Bu nedenle insan sadıklıkla, ihlasla, gayret ettiği zaman o amel kıyamete kadar süren bir ameldir.
Kalbimizi Islah Etmeliyiz
Sadakatle yapılan bütün hizmetler, bütün ameller Allah’ın yanında çok kıymetlidir. Bizim yapmamız gereken, kalbimizi ıslah etmeye gayret etmektir.
Ancak nefis olarak insanoğlu her zaman ön planda olmayı ister. Hz. Ebubekir radıyallahu anh hilafete seçildiği zaman, buyurdu ki:
“Ben sizin aranızda halifelik konusunda en salih olan insan değilim. Fakat bu görev şu anda bana verildi. Eğer ben bu görevimde başarılı olursam siz bana yardımcı olun, ama eksikliğim hatam olursa da mutlaka beni ikaz edin.”
Baktığımız zaman, Hz. Ömer radıyallahu anh aynı şekilde güzel bir örnektir. Bir gün sahabe arkadaşlarından bir tanesi Hz. Ömer’in evine gidince O’nu mahsun bir şekilde oturuyor halde buldu. Dedi ki:
“Ey Emir- ül Müminin! Seni bu kadar üzen, hüzünlendiren nedir?” Dedi ki:
“Ben bu kadar müminin emiriyken hata yaparsam ve eğer benim hatamı bana söylemezseniz benim halim ne olur? diye bunu düşünüyordum,” dedi.
Bunun üzerine sahabe arkadaşı:
“Biz Allah ve Resulünün aleyhisselatu vesselam bize emrettiği şekil üzerine sen yanlış yaptığın zaman seni uyaracağız, ikaz edeceğiz,” deyince yüzü gülmeye başlayan ve hüznü giden Hz. Ömer radıyallahu anh; “Elhamdülillah bana böyle arkadaşlar nasib ettiği için,” dedi.
Allah’ın Peygamberlerinin dışında Hz. Ebubekir radıyallahu anh Peygamberlerden sonra en hayırlı insandı. O dahi kendini uyarılmaya ihtiyaç sahibi olarak görüyorsa bizim her zaman uyarılmaya ihtiyacımız vardır ve uyarılara açık olmamız gerekir.
Bizler bu yolda Allah-u Zülcelâl’i razı etmekle ilerleriz; insanlara yaranmak, övülmek için değil. Bir insanın yanında yerilmek ve övülmek aynı olduğu zaman o kişi Allah’a karşı sadıktır.
“Allah benden razı mıdır?” sorusunu her zaman düşünmeli ve bunu kendimize telkin etmeliyiz. Allah benden razıysa bilelim ki bütün insanlık da benden razı olacaktır.
İnsanların ilim meclislerine bir geliş nedeni Allah’ın yolunu öğrenmektir. Yani o gelmeleri benim için değildir. Benim üstünlüğüm, şahsım, fiziğim için değil Allah’ın rızası için gelirler. Kalplerindeki taşıdıkları o halishane niyet onları makbul ve üstün kılar. Bu nedenle onlara çok değer vermek gerekir.
Mekke’de birçok yerlerde hep, ‘Rahman’ın misafirleri’ diye yazar. İşte Allah’ın yoluna gelen, bu yola yolcu olan, sohbet yerlerine gelen insanlar da hep Rahman’ın misafirleridir. Allah için gelmeleri onları üstün kılar.
Bizler de elimizden geldiği kadar onlara o kalplerindeki taşıdıkları güzel, üstün, mukaddes olan niyetten dolayı değer verdiğimiz zaman, Allah azze ve celle de bizim hizmetimizi mukaddes kılacaktır, İnşaAllah.
Tevbe suresinde menkıbesi anlatılan Kab İbni Malik radıyallahu anh Tebük seferine ciddi bir mazereti olmamasına rağmen katılmamıştı. Onunla birlikte birçok kişi de katılmamıştı. Katılamayanlar dönünce Resulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e gelip mazeretlerini bildirdiler.
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bir beşerdi. O’nu aleyhisselatu vesselam mazeretleriyle ikna edebilirlerdi fakat mazeretlerinin geçerli olup olmadığını Allah azze ve celle biliyordu.
Kab İbin Malik radıyallahu anh ise “Ya Resulullah! Ben tembelliğimden yetişemedim.” diyerek durumunu itiraf etti, doğruyu söyledi.
Eşi onu bıraktı, sahabeler onlarla konuşmadılar. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem savaşa katılmayanlarla konuşmadı. Elli gün bu şekilde ceza yediler. Ama sonra doğrulukları nedeniyle Allah-u Zülcelâl onların tevbesini kabul etti ve onları mükafatlandırdı ve Kur’an’da medhetti.
Savaşa katılmayan, Allah’ın kendilerini münafık olarak nitelediği diğer kişiler için Allah Tevbe süresinde buyurdu ki: “Onlar necis insanlardır. Allah kalpleri bilendir.”
Bizim hakkımızda ayet inmiyorsa kıyamet gününde defterimiz açılmayacak mı? Bu nedenle Allah’a karşı doğruluktan başka bir şansımız yoktur.
Allah-u Zülcelâl her şeye muttalidir. Allah’a karşı samimi ve dürüst olmamız gerekir. Allah’a karşı olan sadakatimizi unutmazsak, yerine getirmeye gayret edersek, arkadaşlarımıza karşı da sadıklığımız ortaya çıkar inşallah. Sadık oluruz Allah’ın izniyle.
Allah-u Zülcelâl ihsanıyla, rahmetiyle bizlere muamele etsin, eksikliklerimizi affetsin. Âmin.