Osmanlıcanın Önemi

  • 05 Şubat 2015
  • 1.658 kez görüntülendi.
Osmanlıcanın Önemi
REKLAM ALANI

Eski Türkçenin, Türkçeye üstünlüğü!

Bir lisân tahayyül edin: Farsça kökenli kelimeler de var olsun içinde, Arapça kökenli kelimeler de….

 

REKLAM ALANI

Sonra “öz Türkçe” kelimeler de kullanılıyor olsun. Farklı kültürlerin dilini alıp, kendi kültür potasında öylesine eritmiş olsun ki, bir kelimeyi telaffuz ettiğinizde uyandırdığı duyguda, şekillendiği yeni fonetik yapısı da sizin kültürünüzü, sizin dünyanızı yansıtsın size.

 

“Osmanlıca” dediğimiz, “Dil Devrimi!” öncesine kadar kullanılan, aslında “Eski Türkçe” diye tanımlamanın daha doğru olduğu dil, bu meziyetlere sahipti. Siz buna “Osmanlı kullanmış, biz kullanmıyoruz efendim!” deyip geçemezsiniz. Bir kere o dili kullanmıyorsanız kullanacak bir diliniz kalmaz sizin!

 

Bir zamanlar Arapça ve Osmanlıcaya düşman bir aydın(!) çıkmış, demiş ki, “Efendim bu kelimeleri Türkçe’den ihraç etmek lazım.” Arapça kelimeleri, Türkçeden çıkarmak isteyen akıllıya bak! Hayatında sana, “Kelime” sözcüğünün aslı Arapçadır, “ihraç” zaten Arapça, “lüzum” Arapçadır diyen çıkmadı mı daha? Bu kelimeleri çıkarırsan ortada ne kalır acaba?

 

Kurbağa Dili

Eskiden, şimdi kısırlaştırılarak tamamının anlamı bir kelimeye yüklenen o kadar geniş bir kelime dağarcığına sahiptik ki, istediğiniz uzunlukta cümle kurar, bir kelimeyi tekrar etmek zorunda kalmazdınız. Bakın, yeni Türkçe’ye ‘Kurbağa Dili’ diyen Üstad Necip Fazıl Kısakürek’ten yeni kelimeler kullanıldığında, ne kadar anlamsız bir kargaşayla karşı karşıya kalındığına dair bir örnek: “Türkiye’yi batıran sâiklerin bir müessire bağlanmasındaki âmil sebep nedendir ve nedir?” Sonra bu cümlenin, ‘Yeni Türkçe’sini vermiş Necip Fazıl “Ve işte cümlenin kurbağacası” diyerek, “Türkiye’yi batıran nedenlerin bir nedene bağlanmasındaki neden neden, nedendir ve nedir?”

 

Cümlenin ahengine bir bakınız ve kullanılan, sâik, müessir, âmil ve sebep kelimelerinin tamamının bugünkü Türkçe karşılığı tek bir kelime, “Neden…”

Yani bütün bu kelimeler, sadece ‘Neden’ kelimesi ile ifade edilmeye mecbur tutulmuş, hepsinin anlamı sadece bu kelimeye hapsedilmiş…

 

Buyur çık işin içinden de görelim!

 

Örnek bundan ibaret değil pek tabi. Kimi kelimeleri kullanmayınca her bir kelime ile farklı bir duygu tonuna işaret edebilme yetiniz de birden elinizden uçuveriyor.

 

Reddeden, “Bizim değildir!” diyenler, bu kelimelerin yerine ne öneriyor? Derliyor, topluyor, duygularımızı adeta ‘zip’liyor(sıkıştırıyor), bunların tamamını bu kelime ile ifade edeceksin diyerek, elimize bir kelime tutuşturuyor. Hayati İnanç’ın deyimiyle: “Daha 40-50 sene önce kullanmakta olduğumuz ve her biri ayrı bir manayı ihtiva eden “gam, gussa, keder, matem, elem, hüzün, yeis, efkâr, tasa, kahır, dert, mihnet, enduh ve kuduret” kelimelerini dilimizden bir çırpıda atıp bunların tamamını Batı’dan ithal ettiğimiz “stres” kelimesiyle karşılamaya çalışmak dilimize yapılan en büyük ihanettir.”

 

Sal-lanan Türkçe…

Bir de olmazsa, sonuna “sal” ekleyip kendince çözüm sunuyorlar!

 

Türkçe kelime oluşturma sevdasının eseri olan kelime sonuna “-sel, -sal” ekleme gayretinin neticesini gösterecek bir tespit: “Eyvah Türkçe ‘sal’lanıyor” dedirtiyor.

 

Şöyle ki; Siyasal, parasal, ruhsal, sınıfsal, sanatsal, yazınsal, ulu(s)sal, tarımsal, toplumsal, kırsal, onursal, yapısal, kişisel, dinsel, görsel, tarihsel, mezhepsel, bölgesel, bilimsel, eylemsel, kentsel, yöresel, düşünsel, tinsel…

 

Neredeyse herkes artık bir sallı ya da selli kelime uyduruveriyor. “Sal”layarak konuşuyoruz artık. Kimse düşünmüyor ki; Latin kökenli bu ekler hem Türkçe’nin gramer yapısını bozmakta hem de dili ruhsuz, cansız kelimeler yığınına dönüştürmektedir. Bu aslında kendini bütün değerlerden azâd kabul ederek aydın, çağdaş görünmek isteyenlerin ve “Başkası ne der?” diyenlerin ruhi bunalımıdır.

 

Bir medeniyet, gücü nisbetinde, kelimelere ve diline hakimiyeti nisbetinde yabancı kelimeleri doğal yollarla alır, kültür, sosyal yaşantı ve hassasiyetler çerçevesinde yoğurarak yepyeni bir kelime ortaya çıkarırsa o kelime misafir olmaktan çıkar, öz dil kadar “öz”den oluverir. Fonetik ve verdiği duygu bakımından çıkarıldığında doldurulamayacak bir yer edinir.

 

Örnek köşesi

Bir örnek: Köşe kelimesi…

 

Aslı Farsça Guşe. Keskin bir dönemeci ifade etmesine rağmen biraz yumuşak ve yuvarlak bir kelime olarak kalmış, manasındaki duyguyu tam olarak verememiş olması hasebiyle bizdeki hali “köşe” olmuş, yeni teleffuzu ile bir sertlik hissettirmiştir. Zamanla öylesine benimsenmiş ve yer etmiş ki kendisinden, “baş” ile birleşerek “köşe başı” ya da “baş köşe”; “kapmak” ile birleşerek, “köşe kapmak/kapmaca”; deyim halini alarak, “bir köşeye çekilme” ya da “köşeye geçmek/kurulmak”; sayılarla birleşerek üç köşe, dört köşe, beş köşe; önem ifade etmek ya da duvara dair bir tanım olarak, “köşe taşı”; duygusal bir anlamı ifade maksadıyla, “ciğerimin köşesi” gibi ifadeler türetilmiş.

 

Siz buna, köşe yazısı, gazete köşesi, köşelik, mavi/yeşil/sarı köşe, vb. daha birçok ilave yapabilirsiniz. Ya bunları seve seve kullanır, duygularınızı ifade etmek için sahip olduğunuz zenginliği devam ettirir ya da bunların tamamını atarak saçma sapan yeni bir kelimeye yönelirsiniz. Yönelirsiniz de bu anlam ve duyguyu yükleyebileceğiniz kaç kelime elde edebilirsiniz, bilinmez…

 

Gönül kelimesinden türeterek kullandığınız, gönül vermek, gönül yapmak, gönül almak, gönül eğlendirmek, gönlü olmak, gönlü kırmak, gönlünce yaşamak, gönüllü, gönülsüz, gönül koymak, gönül inceliği ve daha nicesi… Bunların tamamını kabullendiğimiz gibi, Arapçadan “kalp”, Farçadan “dil” kelimelerini de alarak kullanmış, daha da zenginleşmiş bir dil ile konuşmuşuz konuşacağımızı ve yazmışız yazacağımızı…

 

Osmanlıcaya yapılan ihanet

Osmanlıca denilerek yalnızca, “Osmanlı Devletinde” kullanılan bir dilmiş gibi davranmak da yine dile yapılan bir ihanettir. Nihad Sami Banarlı’nın tespiti ile “…Arabî ve Fârisî kelimelerle bu dillere ait bazı kaideler, Türkçeye ve Türk halkının diline Osmanlı devleti kurulmadan önceki asırlarda girmiştir… Osmanlıca değil, yalnız Osmanlı devleti dahilinde değil, Osmanlılara hiçbir zaman tabi olmamış diğer Türk ülkelerinde de öteden beri aynı kelime ve kaidelerle kullanılmıştır.”

 

Demek ki zaman zaman ayyuka çıkan Eski Türkçe (Osmanlıca) düşmanlığının, “Osmanlı düşmanlığı” kaynağından besleniyor olması da ayrı bir garabet! Bakmayın siz gazetelerde köşe kapıp, laf-ı güzâf ile satır dolduranlara. Nicesi bîhaber olduğu meselelere dair kalem oynatır da, “yemeye hazır olan okuyucu” kitlesi afiyetle kalkar masadan…

 

Neyse!…

 

Cahil aydınlar

Devrimizin entelektüel geçinenleri, nereden gelip Türkçemize girdiğini bilmedikleri kelimeleri kullana dursunlar hakikati bilen, anlayanlarda var. Bakın tarihçi yazar Murat Bardakçı ne diyor; “Aydın demek, cahil ve hain demektir bu ülkede. Türkiye’de entelektüelliğin şartı Osmanlıca bilmektir… Bizde kendi kültürünü bilmez, İngilizce’den okumaya çalışır. Batı’yı bilmez sadece kafa çekip ahkâm keser. Ben şunu söylüyorum: Türkiye’de Osmanlıca bilmeyen entelektüeller cahildir. 1928 öncesi yazılmış şeyleri okuyamıyorsanız eğer, hiç ‘Okur-yazarım’ diye geçinmeyin. Bugün bir İngiliz entelektüeli Shakespeare’i, Shelly’yi okur, bilir. Bizimkiler Nedim’i, Fuzuli’yi anlamaz, Şeyh Galip’i utanmadan İngilizcesinden okurlar.”

 

Lisânımızı sal’layıp sel’e mahkûm edenlere son sözümüz olarak, Üstâd Necip Fazıl’ın dört satırlık mesajı ile bitirelim:

Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim,

Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim!

Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim

Allah Türk’e acısın, Yalnız bunu dilerim!

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ