Tasavvufi Eğitimin Gayesi
İnsan- kâmil ve insan-ı nakıs
Tasavvufî eğitimin (seyr u sülûk) nihaî hedefi ve gayesi insan-ı kamil, yani olgun ve ahlaklı bir insan yetiştirmektir. ‘İnsan-ı Kamil’in zıddı, ‘İnsan-ı Nakıs’ yani; eksik, ham, ahlakî kusurları ve zaafları bulunan insan demektir.
Dört yaşındaki bir çocuk, kardeşine ayakkabı alındığı zaman onu kıskanmakta veya oyuncaklarını diğer çocuklarla paylaşma konusunda cimrilik gösterebilmektedir. Bu küçük çocuğa kıskançlık ve cimrilik gibi duyguları kim öğretmiştir?
İnsanın boş bir yazı tahtası gibi dünyaya geldiği söylenmekteyse de o tahtada iyi ve kötü huy tohumlarının gizli olduğu görülmektedir. Tasavvufî eğitimin gayesi, işte bu ahlak-ı zemîme denilen kötü huyları kalpten çıkarmak ve güzel ahlak tohumlarını sulayıp, onların yeşermesini sağlamaktır.
Tasavvufî eğitimin gayelerinden biri de insanların bilinçaltındaki eksik ve yanlış algılama problemlerini düzeltmektir. Çünkü arızalı bir fabrikadan düzgün ürünler çıkamayacağı gibi, arızalı bir zihin ve ruh yapısına sahip insanlardan da doğru bir İslam ve hayat yorumu çıkamayacaktır.
Çoğu insanın farkında olmadan içinde taşıdığı bu arızalardan bazıları şunlardır: “Allah’ı unutmak, nefsinin arzularını Allah’tan ve Allah’ın rızasından daha çok sevmek (hevasını ilah edinmek), Allah’ın her zaman kendini gördüğü bilincine varamamak, Allah’ı sevme konusunda yetersiz kalmak vb…
İnsanın kökünde
nisyan (unutmak) var!
Sûfîler insanoğlunun bu rûhî problemlerini gidermek gayesiyle kendi tasavvufî tecrübelerinden de istifadeyle ictihadlar yaparak, bazı eğitim usulleri geliştirmişlerdir. Bu usuller içinde en yaygın olanı zikirdir. Bazı alimlere göre “insan” kelimesi “nisyan” yani unutmak kelimesinden türemiştir. İnsanoğlu dünyevî meşgalelere dalıp, Allahu Zülcelal’i ve ahireti unutmaya meyyaldir. Bu hastalığın ilacı ise “hatırlamak” anlamına gelen zikirdir.
Sûfîlerin ictihadları ile ortaya koydukları eğitim usullerinden biri de “murakabeler” yani Kur’an-ı Kerîm’den seçilmiş bazı ayetler ile kavramların derinlemesine tefekkürüdür. Kur’an-ı Kerîm’de binlerce ayet bulunmasına rağmen sûfîlerin bunlardan sadece birkaçını seçmeleri ve sırasıyla tefekkür edilmesini tavsiye etmeleri tesadüfî değildir.
Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolunda sistematize edilen bu eğitim metoduna göre derinlemesine tefekkür (murakabe) edilecek olan her ayet, insanın bilinçaltındaki bazı manevî hastalıkları ve arızalarını tedavi etmek gayesine matuf olmalıdır.
Murakabe ve çeşidleri
İslamiyet’in emir ve yasaklarının hikmet ve gayeleri konusunda fıkıh alimleri nasıl düşünüp yorum yapmışlar ve bu yorumlara, “Hikmet-i teşrî”, “Makasıdü’ş-şerî‘a” gibi isimler vermişlerse, tasavvuf araştırmacılarının da, sûfîlerin rûhî tecrübeleri ile ictihad ederek ortaya koydukları eğitim metodlarının hikmet ve gayelerini düşünüp yorum yapmaları önemli bir ihtiyaçtır. Tasavvufî kaynaklarda murakabelerin nasıl yapılacağı anlatılmış ise de, bunların gayesi pek zikredilmemiştir. Bu yazıda sûfîlerin binlerce ayetten özellikle birkaç tanesini seçmelerinin gayesi konusunda bazı yorum ve tahminler yapılacaktır.
- Murakabe-i Ehadiyyet: “Kul hüvallahü ehad…” diye başlayan İhlas sûresinin tefekkürüdür. Belli zikirleri yapıp bu mertebeye gelen mürîd, kabiliyet ve isti‘dadına göre aylarca ya da yıllarca bu sûrenin manasını düşünmekle meşgul olur. Rabbinin tek olduğunu, eşi benzeri bulunmadığını ve hiçbir şeye muhtaç olmadığını düşünüp Onun kullarıyla paylaşmadığı Zat’ına has sıfatlarını tefekküre dalar ve adeta Rabbinin yeganeliği ve güzelliği ile övünür.
Bu tefekkürün gayesi, insanın içindeki nefsanî arzular (heva), mal ve makam sevgisi gibi putları yıkmak ve onu gizli şirkten kurtararak vahid ve ahad olan Rabbine yönelmesini sağlamak olmalıdır. Zîra insan farkında olmadan arzularını ilah edinmiş olabilir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de; “Hevasını ilah edineni gördün mü?”(el-Furkan; 25/43) buyurulmaktadır. Rabbinin zatî sıfatlarını tefekkür edip onunla tevhidde derinleşen ve Onun sevgisiyle dünyevî sevgilerden uzaklaşan salik, Yunus Emre gibi, “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyerek gerçek ilahına yönelecektir.
- Murakabe-i Ma‘iyyet: “Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle beraberdir” (el-Hadîd; 57/4) ayet-i kerîmesini derin bir şekilde tefekkür etmektir.
- Murakabe-i Akrabiyyet: “Ve biz ona (insana) şah damarından daha yakınız” (Kâf; 50/16) ayetini tefekkür etmektir.
Bu iki murakabenin gayesi, Allahu Teala’nın uzakta değil yanımızda olduğu, bizi her an gördüğü, duygularımıza bile muttali ve bize bizden daha yakın olduğu bilincini yerleştirmek olmalıdır. Zîra henüz çocuk yaşlarda iken, “Allahu Teâla mekandan münezzehtir, (kudret ve azametiyle) her zaman her yerde hazır ve nazırdır” cümlesini ezberlemiş olmasına rağmen, birçok insanın bilinçaltında Allah, Cennet, Cehennem gibi kavramların “öteki dünyada” yani diğer boyutta, insanların ise “bu dünyada” bulunduğu zannı mevcuddur. Dili ile “Allah bizimle beraber ve her şeyi görüyor” dese bile bilinçaltı her fırsatta O’nun uzaklarda olduğunu fısıldamaktadır. İşte bu iki murakabe insandaki bu yanlış algılama problemi ve hastalığının en etkili ilaçlarıdır.
Allahu Teala’nın her an yanında olup kendisini gördüğü bilincine erişen bir Müslüman dünyevî işlerinde kötülük yapmaktan da büyük oranda sakınacak ve güzel ahlak sahibi, kamil bir insan olacaktır.
- Murakabe-i Muhabbet: “(Allah) onları sever, onlar da Allah’ı” (el-Maide; 5/54) ayetinin derinlemesine tefekkürüdür. İnsanoğlu diliyle, “Allah’ı seviyorum” dese bile bunu kalbine yerleştirmesi pek kolay değildir. İnsanoğlu, kendisini seveni sever. Allahu Teala’nın kendisini sevdiğini, Onun rahmet ve merhametinin sınırsız olduğunu düşündükçe Rabbine karşı sevgisi artar. Ancak toplumumuzda genellikle çocuklar Allah’ın sevgisinden ziyade azabını dinleyerek büyümekte ve bilinçaltlarına gazabı çok olan bir ilah anlayışının temelleri atılmaktadır.
Bu konuda yaklaşık 20 sene önce yaşanmış olan şu olay oldukça ibretlidir: “Bir genç İmam-Hatip Lisesi’nden mezun olup, bir köyde imam olur. Camiin yakınındaki lojmanda ikamet eder. Bir süre sonra evlenip çoluk çocuk sahibi olur. Çocuğu 4-5 yaşlarına geldiğinde sokakta ve cami avlusunda oynamaya başlar. Ancak annesi sık sık, “Oğlum gürültü yapma Allah yakar”, “Oğlum yaramazlık yapma Allah yakar” gibi telkinlerde bulunmaktadır. Bir gün sofrada yemek esnasında çocuk babasına sorar: “Baba! Teyzemlerin köyünde Allah var mı?” Babası:”Tabiî var oğlum. Allah (kudret ve azametiyle) her yerde hazır ve nazırdır. Niçin böyle sordun?” der. Çocuğun cevabı ilginçtir: “Eğer o köyde Allah yoksa oraya gidelim diyecektim de.”
Bu çocuğun tazecik zihnine “seven” değil, “yakan” bir ilah imajı yerleştirildiği için sonraki hayatında bunu düzeltmesi, sevildiğini farketmesi ve Allah’a aşık olması oldukça zor olacaktır. Vaazlarda Allah’ın sevgisinden ziyade azabını, Cennet’ten ziyade Cehennem’in özelliklerini dinleyen insanların durumu da aynıdır. Oysa Allahu Teala: “Rahmetim herşeyi kuşatmıştır” (el-A‘raf, 7/156) ve “Rahmetim gazabımı geçti” (Buharî, Tevhîd, 55) buyurmaktadır.
İşte bilinçaltında “azab eden tanrı” imajı daha baskın olan insanların, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı” mealindeki ayet-i kerîmeyi tefekkür etmeleri neticesinde iç dünyalarında bozulmuş olan denge düzelecektir.
Tasavvufî eğitim metodlarından murakabe-i muhabbetin gayesi de bu olmalıdır. İçindeki Allah sevgisi alevlenip aşka dönüşen salikin kendinden geçip dünya ve ahireti adeta unuttuğunu merhum Es‘ad Erbilî şu beyti ile ne güzel ifade etmiştir:
Bade-i aşkınla ser-mest olduğum günden beri
Bilmem alem nedir, dünya nedir, ukba nedir?
Tasavvuf kültüründe, yukarıda zikredilen dört murakabeyi hakkıyla yerine getiren salikin, Kur’an-ı Kerîm’i baştan sona kadar tefekkürle okuyabilecek rûhî kıvama ve seviyeye ulaştığı kabul edilmektedir. Gayeleri aynı olmakla beraber yukarıda anlatılanlardan daha farklı eğitim usulleri benimseyen tasavvuf ekolleri de bulunmaktadır. Bu konuda sûfîlerin şu sözü meşhurdur: “Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.”