Gönül Kapılarını Açma Zamanı Gelmedi Mi?
Yürek parçalayan bir sahne…
İstanbul’da bir park… Gecenin ilerleyen saatleri, elinde mikrofonla spiker ve bir de kameraman… Yerde, çimlerin üzerinde; altlarında bir kilim, üzerlerinde bir battaniye, başlarının altlarında da birer yastık, çoğu çocuk, yatan insanlar…
Eylül ayı, gece hava soğumaya başladı. Çocuğun biri, üzerindeki ince battaniye ile ısınamıyor, yanındaki belki ablası belki de hiç tanımadığı, kendisiyle birlikte savaşın dehşetinden kaçan başka bir çocuğa sarılıyor, uykusunun ortasında. Üşüyor belki ama kaç zamandır böylesi huzurlu uykuya hasret, aldırmıyor soğuğa. Tadını çıkarıyor korkusuz uykunun…
Biliyor ki üzerlerine yağan bombalardan, çığlıklardan, kan ve gözyaşından uzakta. Varsın olsun, hava soğuk olsun ne çıkar ki, o küçük yürekler ne darbeler ne vahşetler gördüler, soğuk onlar için nedir ki… Evet, onlar, iç savaştan kaçan Suriyeli mülteciler. Aslında “Muhacirler”…
Hani bizim Ensarlığımız?
Onlar bu zamanın muhacirleri, peki ya bizler Ensar olabildik mi? Ensar gibi kucak açabildik mi onlara? Evlerimizin hemen karşısında, yerde, soğuyan havada, ısınmak için birbirlerine sarılırken o çocuklar, bizler sıcak rahat yataklarımızda uyuyabildik mi? …
Balkonlarımızdan birer yabancı gibi izlerken onları Ensar’ın fedakarlığını, ferasetini, gönüllerinin yüceliğini, biraz olsun idrak edebildik mi? Yoksa vicdanlarımıza kar mı yağmış?
3+1’den az dairelere; “Bize yetmez, küçük gelir.” “Çocuğa da oda lazım.” “Misafir odası olmadan olmaz.” Diyerek pek ilgi göstermiyoruz. Ve dairelerimizde odamızın biri, misafir odası olarak, arada bir muntazam temizliği yapılıp kapısı kapanır. Genelde, pekte artık günümüzde gelmeyen misafirler için hazır tutulur.
İyi de evlerimizin karşısındaki bu kişiler kim? Onlar Rabbimizin bize misafir olarak gönderdiği din kardeşlerimiz değil mi? Artık misafir odalarımızın kapalı kapılarını açma zamanı gelmedi mi? Odanın kapısından önce gönül kapılarını açma zamanı gelmedi mi?
“Ensar” adıyla anılan Medineli müslümanlar, Mekke’den hicret edenleri
(muhacirleri) evlerine misafir edebilmek için birbirleriyle yarışıyor, hatta aralarında kura çekiyorlardı. Bununla da kalmayıp; “Ya Resulallah! Hurma bahçelerimizi, onlarla bizim aramızda bölüştür.” dediler.
Suphanallah! Bizler, kardeşlerimizle, hem de öz kardeşlerimizle miras için birbirimize girer hatta bazen ölene dek, bir daha, geçici dünya malı için hiç görüşmezken Ensar, malını, daha öncesinde hiç tanımadığı, din kardeşim dediği Muhacirlerle bölüşüyor!
Ensar’dan bazıları, iki eve sahipti. O evlerden birini ve fazla arazilerini, muhacirler için bağışladılar. Bu arazileri onlara, ev yapmaları için
bölüştürüldüler. Medineli müslümanlar yemeyip yedirdiler, içmeyip içirdiler. Sonunda Allah’ın rızasını kazandılar. Allah-u Teâla Hazretleri de Tevbe Suresi’nde, onlar için indirdiği ayette şöyle buyurdu;
“İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte, en büyük mutluluk, en büyük başarı!” (Tevbe, 100)
Peki, bizler ne kadar dert ediniyoruz Allah’ın rızasını? Bizler için kurtuluş var mı? Rıza için, kurtuluş için, Cemalullah için ne yapıyor? Ne kadar çabalıyoruz?
Sözün tam da burasında, Tabiin’in büyüklerinden Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyhinin meşhur sözünü hatırlayalım: “Vallahi, Bedir ashabından 70 kadarına yetiştim, onlar yünden elbise giyiyorlardı. Eğer siz onları görseydiniz onlara ‘deli’ derdiniz Onlar da sizin hayırlılarınızı görseler, ‘bunlar, hayır hasenattan nasipleri olmayan insanlar’, şerlilerinizi görselerdi. ‘Bunlar da ahirete inanmayan insanlar’ derlerdi.”
Sözün bittiği yerde noktayı koyalım.
Hadi kameraman, sen de kapat ışığını da çocuklar rahat rahat uyusun. Daha fazla aydınlatma ayıbımızı…