GÜNDEM / Filistin’de Güneş Doğacak mı?
GÜNDEM
Filistin’de Güneş Doğacak mı?
Hüseyin USTAOĞLU
Siyonizm’in uluslararası güçler tarafından desteklenmesi Filistin’in başına gelen zulmün devam etmesindeki en önemli etkendir. Akıtılan bunca kan; zalimlerin, sömürgecilerin ve batıl inançlıların hunharlığına dair açık bir ispattır. Ehli küfrün en acımasız vahşi yüzü ve batının canavar nefsinin ortaya çıkmış bir halidir. Filistin’e karşı batılıların iki yüzlülüğü ve İsraillilerin yaptığı soykırım, tarihin bir kez daha tekrarı ve en acımasızlarından birisidir. Yaklaşımlarda samimi olunmadıkça ve köklü çözüm düşüncesi taşınmadıkça buradaki kan, gözyaşı ve taciz dinmeyecektir.
Aslında Yahudilerin Filistin emeli, çok eski tarihlere dayanmaktadır. Hz. Ömer (ra) tarafından Kudüs’ün İslam topraklarına dahil edilmesiyle başlayan süreç, bir dönem Hristiyan egemenliğinde kalmış olsa da 20. yüzyıla kadar Müslümanların elindedir. Osmanlının mecburi olarak bölgeden çekilmek zorunda kalması sonucu Filistin toprakları, İngilizlerin hakimiyetine geçti. 1948 yılında İsrail’in bir devlet olarak teşekkül ettirilmesi neticesinde bugün ki zemin bile isteye hazırlandı. Böylelikle tarih sahnesindeki küfrün oyunlarından bir tanesi daha Filistin üzerinden en acımasız haliyle tekrarlanmış oldu. Bu azılı tablo, İslam ümmeti ve insanlık adına çok hazin bir görünüm sergiliyor.
Sayısal üstünlüğe sahip olsak da ‘selin köpüğü gibi’ tesirsiz kalmak gam olarak insana ağır bir yüktür. Dünya sevgisi ve ölüm korkusu müslüman toplumları duruş sahibi olmaktan uzaklaştırmaktadır. Asıl üzücü olan bu durumdur. Filistin zulmüne karşı Müslüman ülkeler başta olmak üzere insan hakları havarisi olanların eli, kolu ve dili bağlı duruşu daha doğrusu duruşsuzluğu acınasıdır. Bunca yapılanlar karşısında protesto yürüyüşleri ve kınamanın ötesine geçilememiş olması adalet, hakkaniyet ve insanlık adına utanç olarak yetip de artar bile…
Filistin halkı adeta kendi kaderini kendisi belirlemek zorunda bırakılmıştır. Hatta kendi kaderini belirlemek istese de buna müsaade edilmemesi, kaderini dahi çizememiş oluşu veballerin en büyüğüdür. Devlet olmalarına müsaade edilmediği gibi yeraltı ve yer üstü zenginlikleri talan edilmiş durumdadır. Yarım yüzyılı aşan bir süredir bölgede zulüm ve gözyaşı devam etmektedir. Üç ayı aşkın süredir de bu acı, en şiddetli şekliyle zirveye tırmanmıştır. Sadece kan ve barut kokusu değil, yanık, yıkık, enkaz ve korku adrenalinin salgıladığı kokular da Filistin’de yaşanan savaşa eşlik etmektedir.
Dünya ise sağır, dilsiz, kör ve rahatının peşinde. Belki de sıranın kendisine ne zaman geleceğinin korkusuyla karışık bir endişeyle tutunduğu mazeretlerin arkasına gizlenmiş. Yâda bu sırayı geciktirme çabasında. Sömürü denilen sistem, böyle bir şey demek ki. Kapitalizmin vampir zihniyeti ve çatışma tezi teorisinin tatbik edilmesi böyle sahneleri zorunlu kılıyor olmalı ki, bu hazin durumlar yaşanıyor. Tiyatroculukta bu hakikatlerden doğan bir sanat dalı olmalı! Ne dersiniz? Kan kokusundan zevk almak nasıl bir psikolojinin ürünüdür, onu da savaşın müsebbiplerine sormak gerekir…
Uluslararası sistemi yönlendiren devletler bu zulmü açıkça desteklemektedir. Medya ise algı yönetimi ile haberleri ters yüz ederek vermektedir. Sanki gerçek mazlum zalimmiş gibi. Bu ölümleri, yıkımları ve akan kanı meşru gören açıklamalar yapmaktan geri durmamaktadırlar. Açık açık silah ve nakdi yardımlar yapılmaktadır. Taraf olduklarını gizleme ihtiyacı dahi hissetmemektedirler. Asıl barbarlık batının iki yüzlü bu çifte standartlı tutumudur. Ezilen, yıkılan, yakılan, kadın, yaşlı ve çocuk denilmeden savaş hukuku çiğnenen Müslümanlar olduğunda batı, hep bu iki yüzlülüğünü göstermiştir. Onların adaleti kendilerine göre çalışmaktadır. İnsan hakkı havarilikleri köksüz kalmış, sahte yüzleri bir kez daha ortaya çıkmıştır. Filistin meselesinde batı bu çirkin yüzü ile bir kez daha barbarlaşmıştır. Sineğe, ağaca, çimene, böceğe, balinalara bile saygı duyduğunu belirten bu sistem kurucuları, konu Müslüman olduğunda kınamaktan bile yoksundurlar. Silah desteği verip açıkça bütçe ayırıyorlar. Siyonist İsrail şımartıldıkça azgınlaştırılmaktadır. Arpası çoğaltılan at misali kudurmasına, küfrün azgın denizi gibi köpürmesine, Nemrut’un ateşi gibi alevlerinin yükselmesine odun atılmaktadır.
Ateş saçan fosfor bombalarının geride bıraktığı yangın ve yıkımlar, düştüğü yerleri feryat ve figan içinde inletmiyor mu? Evet, nasıl bir trajedi olduğunu, ne gibi sarsıntılar yaşandığını savaşın mazlum insanlarına sormak daha anlamlı değil midir? Yani savaşın erlerine… Yaşanan gerçeklerin televizyon izlemekle anlaşılamayacağı, acı hakikatlerin derin bir sorumluluk duygusu ve net bir yüzleşme ile hissedilmesi zaruridir.
Bir yudum suyun, bir dilim ekmeğin, bir nefesin kıymetini Gazze’liler kadar bilmemiz mümkün müdür? Sıcak evlerimizde otururken özgürlük ve onun getirisi olan nimetlerin kıymetini nereden bilebiliriz ki? Çünkü siz, abluka altına alınarak evlerinizin enkazında kalmadınız. Cenazeleriniz sahipsiz kalmadı. Kefen bulmakta zorlanmadınız. Anestezi olmadan diri diri ameliyat edilmediniz. Mahzenlerde açlık, susuzluk, karanlık, hastalık ve ilaçsızlıkla imtihan olunmadınız. Sobasız, aşsız, ekmeksiz, susuz, üstsüz başsız ve hürriyetsiz bir gün, bir an yaşamadınız. Sıcak yataklarımızda, kumanda elimizde, karnımız tok, çocuğumuzun başını okşaya okşaya ruhların derinliklerine yer eden travmaların bıraktığı izleri anlamaya çalışmak, nafile bir hissizliktir.
Atalarımız boşuna söylememişler; “Ateş düştüğü yeri yakar.” diye. Evet, savaşın mağdurları da mağrurları da ortada. Bizim de seyircilik kabiliyetimiz. Herkes rolünde başarılı değil mi size göre de..?
Müslümanlığın ilk kıblesi şimdi mahzundur. Kudüs’te Müslümanın ibadet yapması engellenmektedir. Bunlar ve daha fazlası hepimizin bildiği gerçekler. Şikâyet etmenin ve resim çizmenin de sonuca olumlu bir katkısı yok. Zulmü kutsamak yerine insan olarak herkes üzerine düşeni yaptığında; dünyadaki insanın değeri de hak ettiği yeri bulur ve insanlık onuru bu suretle kurtulabilir… Ve insan suretinde insana benzer yaratıklarla, gerçek insanların farkı da böylelikle ortaya çıkar ve anlaşılabilir ancak. İnsanlık, insan olabilme sınavında tam da bu noktada ya sınıfta kalacak yâda insanlığını ispat edecektir. Öyle ise fert fert herkesin kendisini bu insanlık dışı savaş karşısında mesul hissetmesi ve idarecilerini de mesul hissettirebilmesi oranında, insan olma testinden yüksek puan alabileceği aşikârdır.
Fazla söze ne hacet! Bazen sükût, kırık gönüllerin en güzel dili ve insan olan için en anlamlı cevap olmuyor mu? İnsanlığın sükût ettiği yerde dilin sükûtu ne kadar tesirli bir yöntem olur oda tartışılır elbette. Ama bunca insanlık dışı muamele ve buna seyirci kalış karşısında; sözün ve yazının sükutu da kaçınılmaz görünüyor. Öyle ya! Yazının dünyayı değiştirecek bir gücü olmadığına göre; duyguda, inançta ve mümin kardeşliğinde birlik oluşturabilmek tek çıkış yolu olsa gerek. Zira mahzun gönüllerin sahibi gerçek hüküm sahibi olan Yüce Allah (cc) dır. O, mutlak hakimiyet sahibi olarak vesilesini de yaratacak güçtedir..!
Ümidimiz bizi bu imtihanlara tabi tutandadır. Dünyanın mümin için gül bahçesi olmadığını Filistin hakikati bir kez daha ortaya sermektedir. Elbette ilahi adalet tecelli edecektir. Zevalden aşağısı yoktur. Ve bundan sonrası elbette kemaldir. Filistin, Ortadoğu, tüm ezilen ve üzülen insanlık için de elbette yakın bir günde şafak sökecektir. Mübarek Mescid-i Aksâ’dan yankılanacak olan İslam’ın gür sesi, Mescidi Nebevi ve kutlu belde Kâbe-i Muazzama’ya ulaşacaktır…
Zira gece ne kadar uzun olursa olsun kıyamet kopmadıkça, güneş doğmaya mahkumdur.