GÖNÜL SOHBETLERİ / Allah-u Zülcelâl’e Âşık Olmamak Haksızlıktır
GÖNÜL SOHBETLERİ
Allah-u Zülcelâl’e Âşık Olmamak Haksızlıktır
Seyda Muhammed Konyevi -KS-
Allah-u Zülcelâl dünyanın ve âhiretin maişetinin nerede olacağını beyan etmiştir. Nasıl ki insan dünyada çalıştığı zaman dünya maişetini temin ediyor; âhiretinki de yine dünyada oluyor. Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerini yerine getirirse âhiretteki maişetini temin etmiş oluyor.
“Ben maişetimi âhirette hazırlarım” diyen şahıs pişman olacak; çünkü orada çalışma yoktur.
Dünya âhiret için tohum atma yeridir. Eğer burada hayır ve sevap tohumu ekersek, orada Allah’ın rızasını, cennet-i âlânın nimetlerini biçeceğiz. Eğer –neuzibillah- gaflet, günah ve hata tohumu atarsak, Allah’ın gazabı ve cehennem azabını biçeceğiz.
Böyle olduğu için Allah azze ve celle her bir zamanda Peygamber göndermiş. Peygamberlerle beraber kelamını, emir ve nehiylerini kullarına göndermiştir. Allah’ın emir ve nehiylerine uyarsak, âhiret gününde maişetimiz temin olup, Allah’ın rızası ve cennet-i âlânın nimetlerini biçeceğiz inşallah.
Öyle kolay ve kârlı olan şeyleri Allah-u Zülcelâl önümüze koymuştur. Fakat bu dünya gafleti bizi mahvetmiştir. Nasıl ki bu dünyada soru yok, cevap yok, sanki âhiret de öyle rahat olacak zannediyoruz. Hâlbuki öyle değildir.
Allah-u Zülcelâl bir ayeti kerimede şöyle buyuruyor:
“Gündüzün iki tarafında, gecenin de bir kısmında namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt alanlara bir hatırlatmadır.” (Hud, 114)
Gündüzün iki tarafı, nedir? Sabah, öğlen, ikindi namazı… “Geceden de bir kısmı,” o da akşam ve yatsı namazıdır. “Niçin bunları kılacaksın ya Muhammed?” Çünkü beş vakit namazın sevapları günahları yok ediyor, siliyor.
Kul bir namazı kıldığı zaman öbür namaza kadar ufak günahları Allah affediyor. “Bunlar düşünen, tefekkür eden kişiler için bir nasihattir,” buyuruyor, Allah-u Zülcelâl.
Bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sormuş:
“Bir kişinin kapısının önünde bir nehir akarsa, beş vakit kendini o nehirde yıkarsa, onun üzerinde kir kalır mı?”
Ashab- ı kiram:
“Hayır ya Resulallah, hiç kir kalmaz,” demişler. Peygamberimiz aleyhisselam:
“Öyle ise beş vakit namaz kıldığınız zaman sizin üzerinizde günah kalmaz.” buyuruyor. (Buhâri, Mevâkît 6;)
Ufak günahlar namazlarla temiz olur. Kul Allah’ın huzuruna tertemiz gider. Öyleyse biz de elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelâl’in münâcâtına rağbet edelim.
Bakmayın nefse böyle ağır geldiğine… Sanki çok sıkıntılı bir iş yapıyor, hâlbuki namaz ve dua çok huzurlu bir iştir ve Allah’ın yanında çok makbuldür.
Bir şehrin valisi dese ki:
“Kimin derdi varsa istesin, ben onun derdine derman bulayım.”
Öteki şehrin valisi ise kapısını kapatmış ve:
“Kim ölürse ölsün, benim kapıma gelmesin!”
Bunlardan hangisi iyidir?
İşte Allah azze ve celle bu beş vakit namaz kapısını açmış, bize:
“Gelin benimle konuşun, münâcât edin, sizin derdiniz neyse derman edeyim” diyor.
O namazın içine girdiğimiz zaman bu şekilde Allah’la konuşuyoruz, Allah’a münâcât ediyoruz. Günahlarımız da bir vakitten öbürüne kadar affediliyor. Onu çok kıymetli bilelim ve elimizden geldiği kadar yerine getirelim.
Mahlûkata karşı elimizden geldiği kadar menfaatli, faydalı olalım. Faydalı olduğumuzda ilk önce kendi nefsimize faydalı olmuş oluyoruz. Sonra annemize, babamıza, kardeşlerimize, komşularımıza bütün mümin kardeşlerimize faydalı olmuş oluyoruz. Görüyoruz değil mi, zararlı olduğumuz zaman da aynı olur.
Çünkü Allah-u Zülcelâl buyuruyor:
“Kim amel-i sâlih yaparsa kendi nefsi için yapar…”
Demek ki ilk önce o amel bizim nefsimize dönüyor. Bizim amelimiz ya da hatalarımız Allah’a dokunmuyor. Allah-u Zülcelâl kudret ve azamet sahibidir ne ibadetimize muhtaçtır ne de çok kötü olduğumuzda -haşa cemaatten- bunun ona bir zararı vardır. Zarar ve kâr bize dönüyor.
“…ve kim de günah yaparsa vebâli onun üzerinedir.” (Casiye: 15)
Allah-u Zülcelâl beyan etmiş ki; hata olsun, günah olsun, ilk önce insanın nefsine dokunuyor, sonra kendi etrafına da zarar veriyor. Nasıl ki bir nesne yandığı zaman ilk önce o yanıyor, sonra etrafını da yakıyor ise, günahlar da aynen öyledir.
Öyleyse biz daima böyle Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerini yerine getirerek su gibi faydalı olacağız. Su bütün insanlara menfaat verir. Ve toprak gibi olacağız. İnsanlar toprağın üzerine basar, pislik atar ama toprak insana mahsuller veriyor.
Biz de böyle toprak gibi alçak gönüllü, herkese karşı güler yüzlü olacağız. Mümin kardeşlerimize menfaatli olacağız. Onlardan bir eziyet görüyor olsak bile, yine onlar için faydalı olalım.
Kurtuluş Edebe Riayet iledir
İslâm dini edepten ibarettir. İlk önce Allah-u Zülcelâl’e karşı edep, sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme karşı edep, sonra da bütün mümin kardeşlerimize karşı edep…
İnsanın edepli olması da ancak nefse galip olmak suretiyle olur. Şah-ı Nakşibendî kaddesallahu sırrahu senelerce yolları temizlemiş, hasta insanları ve hayvanları tedavi etmiş, onlara hizmet etmiş. O hizmetin hürmetine öyle bir hale gelmiş ki, kendisi diyor:
“Ben kendimi bütün insanlara, cinlere, hayvanlara her şeye kıyas ettim, baktım hepsinden daha adiyim. Benle köpek pisliği bir seviyedeyiz, diye gördüm. Hatta baktım ki insanlar onu ilaç olarak kullanıyorlar, ‘O da benden daha iyidir,’ dedim.”
İşte o hizmetin hürmetine Allah onu o dereceye yükseltti. İlk önce nefis yok olacak. Niçin? Şeytanın başına o helâki, o azâbı, o Allah’ın kahrını ne getirdi? Nefis getirdi.
Şeytan öyle bir ibadet yapmıştı ki, melek olmadığı halde meleklerin seviyesine gelmişti. Allah-u Zülcelâl onu ateşten yaratmıştı. Melekler nurdandır. Fakat ibadeti ile onların seviyesine gelmişti. Demek ibadet insanı muhafaza etmiyor.
Öyleyse kul nefsini yok edecek, Allah-u Zülcelâl’e karşı edepli olacak, kendini bilecek.
“Benim nefsim yoktur, nefsim kötüdür.” diyecek. Rabbini bilecek;
“Benim Rabbim kudret ve azamet sahibidir,” diyecek.
İşte bu şekilde Şah-ı Nakşibendî gibi nefsini yok ederse Allah da onu muhafaza eder. Şeytan ne kadar ibadet etmişti ama nefis vardı onda. Allah azze ve celle ona:
“Âdem’e secdeye git” deyince;
“Ben ondan daha iyiyim. Âdem topraktan yaratılmış ben ise ateşten. Ben ondan daha iyiyim ona secdeye gitmem,” dedi.
Rabbine karşı edepsizlik yaptı, Allah-u Zülcelâl de onu kahretti hem dünya hem âhireti gitti, neuzibillah.
Kuran-ı Azimüşşan’a bakarsanız hep edeptir. İnsan onun manasına bakarsa görür ki, Allah azze ve celle Hz. Musa ve Harun aleyhimesselamı Firavun’a gönderirken: “Ona yumuşak bir dille nasihat edin,” diyor. (Taha: 44)
“Ben Rabbim” deyip Allah’a karşı gelen Firavun’a!
Sübhanallah, nasıl bir edeptir. Hâlbuki Allah biliyor, o imansız olarak gidecek, cehennemliktir, kâfirdir. Bildiği halde Allah-u Zülcelâl bize yol gösteriyor. Öyleyse âdâbdan ayrılmayalım.
Âdâbdan ayrılmadığımız zaman Allah-u Zülcelâl de bizi muhafaza edecek ve razı olacağı amel-i sâlihleri bize nasip edecektir, inşallah. Eğer insan Allah-u Zülcelâl’e karşı, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem’e karşı ve müminlere karşı edepli olursa, Allah da ona hangi amel iyi ise onu nasip edecektir.
Namazda, virdlerimizde veya herhangi bir ibadetimizde, daima;
“Ya Rabbi! Senin Rızan için bunu yapıyorum,” diyelim.
Edepli olalım, huzurlu olalım. O zaman Allah-u Zülcelâl namazdan hariçte de bizi huzurlu olarak, edepli olarak muhafaza edecek ve bütün sâlih amelleri nasip edecektir inşallah.
Yani Allah-u Zülcelâl’i çok azamet ve kudret sahibi, kendimizi de çok zayıf bilmeliyiz. Dikkat edersek kendimiz de anlıyoruz. Hasta oluyoruz, başımız ağrıyor, sancı oluyor, dayanmıyoruz. Yola çıksak sanki kefenimiz üstümüzdedir, bir kaza olsa ölüveririz. Yani hiçbir şey bizim elimizde değil. Hep, O bizi muhafaza ediyor. Bunu böyle bilirsek insan kolay kolay günah yapmaz, daima sevap ve ibadet yapar.
Allah-u Zülcelâl’in muhafazası bizi kuşatmış, eğer bunda bir milim, iğne başı kadar delik olsa helak oluruz. Daima, elli melaike, koruyucu olarak bizi muhafaza ediyor. Allah böyle bizi seviyor. Böyle Allah’a kurban olmak hak değil mi? Böyleyiz. Esasen gafiliz O’ndan.
“Her nerede olursanız olun o sizinle beraberdir.” (Hadid: 4) ayeti kerimesini unutmayalım.
Biz ne kadar nankörüz O’na karşı. Eğer bizim gibi kul bize, elinde silahı ile dese ki: “Benim yolumdan bir milim ayrılırsan seni öldürürüm!” Ne kadar dikkat ederiz değil mi?
Allah-u Zülcelâl’in kudreti ve azâbı hiçbir silahla, kılıçla mukayese edilmez. İşte onun karşısında ne kadar nankör olduğumuzu buradan anlayabiliriz. O dilese bize böyle yapabilirdi ama o merhamet sahibidir.
Allah-u Zülcelâl:
“Benim rahmetim her şeyi kaplamış.” (Araf: 156) buyuruyor. Yani dünya ne kadar geniş olsa, cinler ve insanlar ne kadar çok olsa benim rahmetim onlardan daha geniştir, daha fazladır. Ama sonra ayet-i kerime devam ediyor “Benim rahmetim namaz kılanlar oruç tutanlar zekât verenler iman edenler için…”
Hem zâhirimizi hem bâtınımızı, Allah nasıl razı olursa o şekilde ayarlamamız lazımdır. Allah’ın razı olmayacağı şeyleri de kalbimizin içine koymayalım.
Başkalarını kıskanmak gibi… Çünkü onlar da Allah’ın emir ve nehiyleridir.
Ashab-ı Kirama bakarsak ne kadar edepliydiler. Kubâs bin Üşeym radıyallahu anhu Fil vakasında doğmuştu. Ona sordular:
“Sen mi büyüksün Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam mı büyük?” Bakın nasıl cevap veriyor:
“Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam, benden çok çok çok… büyüktür” Böyle tekrar etmiş; “Sayılmayacak kadar o benden büyüktür. Fakat doğum olarak ben ondan eskiyim.” İşte böyle edepli şekilde cevap vermiştir. Onun dilini kim çeviriyor? Allah-u Zülcelâl edebi vermiş ona. O öyle bir cevap verdi ki, herkes hayran kaldı onun cevabına.
Tevbe Edelim
Dünyada insanlar birbirlerini aldatabiliyorlar. Yapmadığı halde; “Şöyle yaptım böyle yaptım,” diye, yalanla arkadaşının önünde kendini kurtarabiliyor. Allah’ın huzurunda öyle değildir ki.
Başındaki kıllardan ta ayağındaki topuğuna kadar Allah-u Zülcelâl hepsini biliyor. Zâhiri de bâtını da böyle bildiği için hepsini düzeltmemiz gerekiyor. Allah’a karşı doğru olmamız lazımdır.
“Ben Allah’ın yanında nasılım? Allah azze ve celle kıyamet gününde, sırat köprüsünde bana nasıl muamele edecek?” diye düşündüğümüz zaman kendimize soralım:
“Allah senin yanında nasıldır? Allah’ın kıymeti senin yanında ne kadar? Allah’ı ne kadar seviyorsun?”
Bir sor kendine. Eğer sen Allah’a karşı samimi isen, sadıksan, O’na âşık isen; Allah da seni seviyor.
Müşteri olalım Allah’a… Yani rızasına, sevgisine rağbet edelim. Her ne kadar biz lâyık olmasak da. Allah diyecek; “Benim kulum rızama müşteridir ama gücü zayıftır, yine de ben ona vereceğim.” Yalnız müşteri olalım.
Yusuf Peygamber aleyhisselamı köle olarak Mısır pazarına çıkardılar. Yusuf çok güzeldi. Herkes kilolarla altınla pazara geldi onu almak için. Bir kadın da top gibi bir iplik ile almak için gelmişti. Ona dediler:
“Sen neden geldin?”
“Ben Yusuf’a müşteriyim,” dedi.
“Senin neyin var?” dediler.
“Benim ipim var,” dedi. “Yusuf bilsin ki, ben de ona müşteriyim ama benim yalnız bu ipim var.”
Allah-u Zülcelâl’e karşı hata sahibiyiz, hakkını yerine getirmiyoruz. Öyleyse çokça tevbe edelim. Tevbe Allah’ın yanında öyle kıymetlidir ki, insan için kurtuluştur.
Nasıl ki bir baba, çocuğu yoldan çıktığı zaman, ona itaatkâr olmadığı zaman, ona dönsün, ona karşı itaatkâr olsun isterse; Allah azze ve celle ondan çok daha fazla ister; öyle bilelim. Hatta onun sağ ve sol omzundaki meleklere de ona hatalarını unutturuyor. Bütün azalarımıza da unutturacak. Yani tevbe sayesinde Allah ile senin aranda ne olduğunu sadece sen ve Allah bilirsin; başka yeryüzünde kimse bilmez. Allah böyle Allah’tır, azze ve celle.
Böyle bir Rabbe âşık olmamak haksızlıktır. Bunu hepimiz bilelim.
“Bu benim üzerimde haktır, Allah’a âşık olmam ve sevmem lazım. Bu şekilde benim üzerime bir borçtur, bunu ödemem lazım.” Allah’ın hakkı o kadar çoktur üzerimizde. Eda etmek için niyetli olalım, Allah da verecek inşallah.
Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacağı amel-i salih nasip etsin. O fazlı ve keremi ile bizi nefisimize teslim etmesin, inşallah.