Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi -rahmetullahi aleyh-

  • 20 Aralık 2016
  • 998 kez görüntülendi.
Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi -rahmetullahi aleyh-
REKLAM ALANI

İlim yasaklanınca babası hicret eder

 

 

REKLAM ALANI

Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin son dönem âşıklarının en meşhurlarından birisi olan Ali Ulvi Kurucu Efendi, 1920’de Konya’da doğmuştur. Sülalesi Konya’da Hocazadeler olarak bilinen bir ailedir. Dedesi Hacı Veyis Efendi (1860–1935), Babası İbrahim Efendi aynı zamanda hocasıdır.

 

Annesi Sare Hanım, Ali Ulvi Bey dört yaşında iken ahirete intikal eder. “Konya’nın en mütedeyyin hanelerinden biri olan bu kutlu hane için, “Evimiz sanki bir medrese idi, bir akademi idi. Ya ilim konuşurlar ya hadis ya ayet konuşurlar, ya dedemin, amcamın, babamın mütalaaları esnasında zorlarına, tuhaflarına, ızdıraplarına giden bir meseleyi görüşürlerdi” diyor.

 

Yedi yaşında hafızlığa başlamıştır. On yaşında camilerde, diğer hafızlarla mukabele sürecek kadar hafızlığını ilerletmiştir.

Küçük Ali Ulvi’nin gençliğe adım attığı o dönemin; değil çocuk okutmak, bir mümin için nefes bile alamayacak hale gelmesi üzerine, babası İbrahim Efendi kutsal topraklara hicret etme karar almıştır. Babasını bu kararından caydırmak için uğraşan meşhur âlim “Hülasat-ül Beyan” tefsirinin sahibi Konyalı Mehmed Vehbi Efendi’ye İbrahim Efendi şöyle haykırır: “Hacı Mehmed ağa! Yurdumda garip oldum yahu! Oğlumu okutamıyorum. Bütün melanet serbest, polisin işi yok, gücü yok, beni takip ediyor. Hapse götürüyor. Bir tarlam vardı, onu sattım. Ailemin ziynetini sattım. Onlar bitinceye kadar bunları okutacağım. Biterse sakalık (su dağıtıcılığı) yapacağım. Hüccaca (Hacılara) su taşıyacağım, hamallık yapacağım.”

 

Vehbi Efendi bunu duyunca; “Hacı Mehmed ağa, bu hale gelmiş imana aşk derler, aşk! Bunun önünde durulmaz. Gitsin de, yavrularını okutsun. Benim iki oğlum var. İkisi de cahil kaldı. Birisi tüccar oldu, birisi hukuk mezunu oldu. Kitaplarım hangi mezatta satılacak, onun gamını çekiyorum” demiş.

 

Kurucu ailesi, Medine’ye yerleşmek için 1939 yılının 23 Şubat’ında gemiyle İstanbul’dan ayrılmışlardır. Genç ilim sevdalısı Ali Ulvi ise yolculuk sırasında Cidde’den gemiye binerek Mısır’a geçmiştir.

 

Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi, yüksek öğrenimini Kahire’de el-Ezher Üniversitesi’nde tamamlamış, Mustafa Sabri, Zahid Kevseri, Yozgatlı İhsan Efendi (Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası) gibi âlimlerden özel olarak istifade etmiş, Medine’de yıllarca kütüphane müdürü olarak çalışmış, eserleri ve şöhretleri sınırları aşmış nice büyük âlimlerle yakından tanışmış ve görüşmüştür.
Mısır’da ilim öğrendiği o zamanları şöyle yâd eder; “O zamanın Kahire’si, fikir yönünden son derece canlı idi. Doyurucu makaleler yazanlardan, yepyeni düşünceler ortaya koyan fikir adamlarından, herkesin okuyup tartıştığı yazılardan ve kitap bakımından zengin idi. Dini görüşlerin tartışılması da apayrı bir yer tutmakta idi. Benim için, istifade edebileceğim, bildiğini iyi bilen, bilmediği konuda söz söylemeyen, çilelerin içinden gelmiş, görmüş ve geçirmiş şahsiyetler de hep orada idi.”

 

Ali Ulvi Bey’in bir yandan derslerinde başarıları devam ederken öte yandan Yozgatlı İhsan Efendinin kendisindeki şiire kabiliyeti keşfi ile bu vadide de ilerlemeye başlar: “Benim şiir kabiliyetim onun ve İbrahim Sabri beyin elinde kendini göstermeye başladı. Her fırsatta şiirden bahisler geçerken kuvvetli bir cazibeyle bu güzel sanata hayranlığım ilmi şekilde çerçeveleniyordu.”

 

Kutlu belde yolcusu

Güzel bir tevafuk olarak, kendisinden, “Sohbetlerinden hayran kaldığım, çok şeyler öğrendiğim ve birbirinden güzel ortak hatıralarımız olan” diye bahsettiği Mısır’dan merhum Hasan El-Benna ile birlikte Hicaz topraklarına yolculuk eder.

 

Artık Resulullah sallallahu aleyhi vesellemin mücaviri olarak geçireği kutlu günler başlamak üzeredir. O an ne hissettiğini şöyle anlatıyor: “Kervan Medine’ye yaklaştıkça içimde bir ferahlık, huzur ve huşu hissediyordum. Artık bu şehir benim için yeni bir vatan olacak ve gelecek hayatım bu topraklar üzerinde gelişecekti. Rabbime sonsuz hamd ve şükürler ederek Peygamber Efendimizin değerini bilenlerden olmamı niyaz ettim.”

 

Medine’ye döndüğünde kendisini karşılayan tabloyu şu şekilde anlatır; “Yeni iklim ve şartlara intibak etmem gerekiyordu. Karşımda aşılması zor merhaleler vardı. Genç yaşta dul kalmış annem ve yetim iki kardeşim karşılarında ancak beni buluyorlardı.”

 

Aile geçimini sağlamak için bir süre mendil çizimi ve basımı gibi işlerle uğraşır, maarif okullarında hocalık yapar, sonra Evkaf Dairesinin mahtutat ve arşiv dairelerinde çalışır. Daha sonra, 1953 senesinden emekli olduğu 1985 yılına kadar çeşitli kütüphanelerde müdürlük yapar. Bu sırada birçok eski eserin tasnif ve incelemesi ile uğraşır, ilim ve kültürünü artırdıkça artırır.

 

“1946 senesinin Hac mevsiminde geldiğim Medine’de geçirdiğim günler ömrümün en güzel, en verimli, en feyizli ve en faydalı günleri idi. Fikir ve görüşlerinden istifade edebileceğim çok çeşitli şahsiyetlerle görüşme fırsatı buldum.”

 

“En verimli şiir hayatım Medine’de başladı. Resulullah’a yakın olmak benim için nur üstüne nur oldu; hele kendilerini rüyalarımda görüşümle elde ettiğim feyiz ve hazzı ifade edemezdim. Zira bu haller yaşanarak tadılır ve tattıkça yaşanır.”

 

Öyle bir bülbül-i nebi
Kurucu Hocaefendi ömrünün son 60 yılını Medine-i Münevvere’de, Peygamber Aleyhisselam’ın yanı başında huzur ve sükûn içinde geçirmiş, dünyanın her tarafından o nurlu şehre gelen ilim adamlarıyla ve Müslümanlarla görüşmüş, uzaktan gelen kutlu belde âşıklarına evinin kapılarını sonuna kadar açmış ve bunu büyük bir hizmet olarak kabul etmişti.
Hocaefendi, Türkiye’mizde ve Müslüman ülkelerde milyonların tanıdığı bir zat idi. Sevimli çehresi, Muhammedî güzel ahlâkı, ruhlara hitap eden şiirleri ve insanı manevî âlemlere alıp götüren gönül sohbetleri ile bir ilim ve irfan önderiydi. 80 yılı bulan ömrü boyunca her anını Allah için yaşamaya çalışmıştır.

 

Ali Ulvi Hocaefendi denildiğinde ilk akla gelen onun Fahri Kâinat Efendimize olan meftuniyetidir. O öyle bir bülbül-i Nebi idi ki; efendimize olan aşkını belki hiç durmadan yıllarca anlatabilirdi.
Ömür ağacının son günleri

Emekli olduktan sonra Türkiye’ye gelmelerini sıklaştırır. Her gelişi büyük fütuhatlara vesile ve gönül ülkelerini serinleten bir sağanak yağmur gibidir. 1994 Ramazan ayında ağır bir felç geçirmesine rağmen faaliyetlerine ara vermez. Ömrünün son yıllarında altı ay kaldığı ve her tarafını karış karış gezdiği Anadolu’da yeni yetişen gençliği gözyaşları ile selamlar;

 

Ne gelen var, ne giden var; ne gülümser bir yüz,

Yolcu yorgun, yük ağır, menzil uzaklarda henüz.

Diye milletçe ümitsizliğe düşmüştük dün,

Uyanış fecri ufuklarda belirmekte bugün.

 

Genç nesilden bize hep müjdeci sesler geliyor,

Uyanış fecrini marşlarla bütün besteliyor.

Taşı toprakları yurdun dile gelmişçesine,

Uyuyorlar koro halinde İlahi sesine.

 

Hocaefendi ilim çevrelerince; İslam’ın nuru, vakarı, izzeti alnında parıldayan bir şahsiyet olarak nitelendiriliyordu. Akifvârî şiirleri ve Safahat’ı ezbere bilmesiyle tanınıyordu.

 

Aşk ve muhabbet dolu bir ömür yaşadıktan sonra, 3 Şubat 2002 yılında aramızdan ayrılarak sevdasıyla yandığı canlar canı, Kâinatın Sultanı Efendimize (sav) kavuşmuştur. Cenaze namazı Mescid–i Nebevi’de öğle namazına müteakip kılınıp ardından Cennetü’l Baki’de toprağa verilmiştir. Allah Rahmet etsin, amin. (El-Fatiha)

 

Kaynak: Bu yazının hazırlanmasında Salih Okur’un “Ali Ulvi Kurucu Bey” adlı yazısından önemli miktarda faydalanılmıştır. (http://cevaplar.org/index.php?khide=visible&sec=12&sec1=48&yazi_id=5040)

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ