“Ben Edebi Edeplilerden Öğrendim”
Edep sevilmeyi istemektir..
Çocukluğum malta taşı sokakların çamur karası duvarlarıyla çevrili sokakların arasında, kerpiç duvarlı çiçek salkımı pencerelerin arasında geçti. Ama hala kulaklarımda beni keşmekeş hayatımın arasından çekip, sükunete daldıran ve duyguları aheste yaşadığımızda daha lezzetli olduğunu fark ettiren hatıralarla doludur gönlüm.
Efendi Dedemiz vardı; Hafız Bedreddin Doğruyol rahmetullahi aleyh… Babamın mürşidi; benim, her Pazar günü babamla beraber ziyaretimde çocuk gönlümle anlamadığım ama hep, “Bir daha gelmem lazım ve bu güzel duyguyu bir daha yaşamalıyım” diye düşündüğüm anlaşılması, anlatılması güç hale girdiğim Efendi Dedem…
Verdiği akide şekerini cennetten bildiğim, yanına her varışımda Allah’ı tanıdığım, Resulüne ağladığım, dört yaşında yanında aşkı tanıdığım, gönlüme kazıdığım bakışlarına hayran olduğum Efendi Dedem…
Yine bir gün Efendi Dedem düştü de aklıma Babama seslendim:“Baba yarın beni Efendi Dedeme götürecek misin?” babam ses vermedi ama o an annem…
Ben divanın üzerinde uzanmış vaziyette, babamsa divanın önünde yerde oturuyor bir işle meşguldü, bana cevap vermeden annem; “Hele bak hele oğluma… E oğlum sen babanın üst yanında yangelip yatmışsın, “Efendi Dede” diyorsun. “Edep nedir?” öğrenmedin mi, büyüklerine edebi olmayanın, büyüklerden nasibi olmaz oğlum, unutma!” dedi.
Edep yoksa şeker de yok
Ben o gün 4 yaş aklımla divandan yere süzülürken kendi kendime: “Bundan sonra Efendi Dedem bana, ‘Hoş geldin’ demeyecek, kucağına oturtmayacak ve artık ağzıma attığımda hiç bitmesini istemediğim için, dilimin üzerinde dolandırıp durduğum o tatlı ‘akide şekerini’ vermeyecek mi” diye aklımdan geçenleri sesli düşünmüş olmam gerekiyor ki, annem ve babam bana bakıp gülüyorlardı. Sonra annem o yumuşacık sesi ile:
– Bundan sonra unutmazsan, o sana yine şeker verir, yine sever…
– Peki yarın bana kızar mı anne, ben babamın üst tarafında oturdum, yüksek sesle bağırdım ya; Efendi Dedem bana kızar mı? Annem bu kez duygulanmıştı.
– Oğlum büyükler büyük gönüllüdür, hata yaptığını bilse sana belli bile etmez sen anladın ya hatanı yarın bak sana yine şeker verecek, yine sevecek…
Ama ben çocuk gönlümde bir gün sonrasına kadar içimden ağlayarak Allaha yalvarıyor, “Allahım Babamdan özür diledim senden de diliyorum ne olur Efendi Dedem beni sevsin, şeker vermese de olur ama beni sevsin” diyordum.
Bir gün sonra Efendi Dedeme gittiğimde her zamanki gibi değildim. Odaya girince hemen yanına koşmadım. Edep ve saygı ile kapı girişinde bekliyordum ve onun bana karşı her zamanki gibi davranması için Allaha yalvarıyordum.
Göz ucuyla baktım oda bana bakıyordu, tebessüm ederek bana eli ile “Gel” diye işaret ediyordu. Yanına gittim sarıldım… İçimden Allah’a şükrediyor ve hala babamdan özür diliyordum ve Efendi Dedem beni sevdiği için mutluydum, üstelik akide şekerimi de vermişti…
Nezaket ve edebin sözde değil özüyle gönüle katılmış halini yaşayan büyüklerimiz bir göz atımı, bir kaş kaldırışı yada bir çift söz ile düzeltirdi eğrilerimizi.
****
“Ben edebi edepsizlerden öğrendim demiş
erenler, ben edebi edeplilerden öğrendim”
Seyda Konyevi Hazretlerinin babasına, babasının da Seyda Hazretlerine edebi…
Edep, insanı diğer mahlûkattan farklı kılan bir husûsiyettir. İnsan; edep, nezâket, zarâfet ve takvâsı ile Allah’ın indinde kıymet kazanır. Bu sebepledir ki Allah dostlarının güzel vasıfları arasında edep ve nezâket fazîletlerinin müstesnâ bir yeri vardır. Nitekim nice mâneviyat büyükleri de tasavvufu, “Güzel ahlâk ve edepten ibâret” görmüşlerdir.
Yıllar önce idi Seyda hazretleri ile camide kitap çalışmaları yaptığımız bir gün idi. Seyda hazretleri mihraba sırtı dönük oturmuş bende ona doğru duruyor ve söylediklerini not ediyordum. Caminin kapısının açıldığını sesten anladım. Bir anda Seyda Hazretleri ayağa kalktı. O kadar hızlı kalkmıştı ki ben neye uğradığımı anlamadım. Ben kalkmak için hareketlendiğimde o neredeyse yavaş yavaş geri oturuyordu. Ben kalktım ve caminin kapı tarafına baktım. İçeri geleni hayli merak etmiştim. Kapıdan giren Seyda Hazretlerinin babaları idi.
Seyda Hazretleri, onu görür görmez ayağa fırlamıştı. Babası da hemen caminin girişine ilişivererek oturmuştu. Seyda Hazretlerinin ayağa kalkmasından hayli utanırdı. Bu durum Seyda Hazretlerinin babalarının her gelişinde tekrar ederdi. Seyda Hazretlerinin babaları bu durumdan o kadar sıkılırdı ki; caminin kapısını açar açmaz Seyda Hazretlerinin kalkmasına fırsat vermeden hemen eşiğin önüne oturur, sonra yavaş yavaş ileri kayardı.
Seyda hazretlerinin tevazusu ve nezaketi bin öğütten daha etkili olurken, babalarının saygı ve hürmeti insanı binlerce kez irşad ederdi.
Büyükler büyük gönüllüdür
Yine bir akşam namazından sonra, Seyda Hazretlerinin babaları geldi camiye. Seyda hazretleri akşam rabıtasında idi. Babaları geldi tevazu ve edeple arkasına oturarak Seyda Hazretlerinin rabıtasının bitmesini bekledi. Seyda Hazretleri rabıtayı bitirerek geri döndüğünde, babaları acemi ve yeni gelen bir sofi gibi eğilerek yaklaştı bir şeyler söyledi.
Seyda Hazretleri elini uzattı. Babalarının elini saygıyla avuçlarının arasına alarak birlikte tevbe ettiler. Babaları ağlayarak Seyda Hazretlerinin dediklerini tekrar ederken Seyda Hazretleri de ağlıyordu. “İnsanın başından kaynar sular dökülür gibi” derler ya; işte oradaki herkesin başından kaynar sular dökülüyor gibiydi, yanıyorduk.
Tevbe sonrası Seyda hazretleri ani bir hareketle eğilerek babalarının elini sevgi ve hürmetle öptü.
Babası bir gayretle Seyda Hazretlerinin elini öpmek istedi ama nafile Seyda Hazretleri elini kaçırdı. Babası bir daha gayret etti, Seyda Hazretleri hem elini kaçırdı hem de; “Estağfirullah, estağfirullah!” diyerek mahcup oldu. Mübarek babaları çok mahcup olmuşlardı, göz yaşları içinde kalkarak kenara oturdu, ama iki gözü iki çeşme ağlıyor ve biraz önce Seyda Hazretlerinin öptüğü elini dizine vuruyordu. Mahcup olmuştu, mahzun olmuştu. Biz ona bakarken ondan daha mahzun olmuş ve gözyaşlarımıza sahip çıkamıyorduk.
“Allah’ım bu nasıl bir aşk, bu nasıl bir sevgi, bu nasıl bir teslimiyet, bu nasıl bir tevazuuydu öyle” bizim bu örneklerden sonra hangi öğüde ihtiyacımız vardı ki…
Edeple varan lütufla döner
Seyda Hazretleri her sohbetinde seleflerden (bizden önce yaşayanlardan) ibret almamız ve denizden bir damla kadar da olsa mutaabat etmeye çalışmamız gerektiğini söyler.
İnsan bir şeyi anlayabilmek için üç türlü yol izler. İlme’l-yakin, ayne’l-yakin, hakke’l-yakin. Edep dendiğinde kitaplardan okuduğum kadarıyla ilme’l-yakin noktasında bir şeyler anlayabiliyorum ama en önemlisi hiç değilse ayne’l-yakin olmaktı. Zira bilmek ile idrak etmek arasında, bana göre cahillikle alimlik arasındaki mesafe kadar fark var.
Yıllar öncesinde hatırıma gelen bir sahneyi hatırladıkça, edep konusunda ayne’l-yakin olmanın zevkine ve ayrıcalığına sahip olduğumu düşünür ve kendimi bahtiyar hissederim.
Yıllar önce Muhammed Raşid Hazretleri bir ikindi namazını mütaakiben, sünnet üzere mihraba oturmuş Kur’an okuyor. Bizlerde caminin muhtelif yerlerine dağılmış sofiler, belki bir lahza bize bakar umuduyla bekleşirken, edeple ve bakışlarımız ona değecek ve rahatsız edecek endişesiyle, arada bir hissettirmemeye çalışarak, yumuşak bir göz atımıyla ona bakıyorduk.
Nasıl bakmayalım ki, o bizim gönüllerimizin süruru, kalbimizin tesellisi ve gönüllerimizin sultanıydı.
Bir ara Muhammed Raşid Hazretleri, Kur’an okuyan gözlerini, burnunun üzerinde duran gözlüklerinin üzerinden yukarı kaldırdı ve etrafını süzmeye başladı. Ah o bakışlar! Değdiği her gönüle yangın bırakarak geçiyordu; her nazarı alan sofi, annesinin getireceği yiyeceği beklerken açlıktan inleyen ceylan gibi inliyor, çaresiz hastalığından muzdarip hasta misali doktora yalvaran ve sadece doktorun anlayabileceği bir dil ile yalvarıyorlardı.
Bütün sofilerin kalbinde inilti olarak cevap bulan bu bakışlar sadece bir kişiyi fiili harekete geçirmişti.
Muhammed Raşid Hazretlerinin bakışlarını saliseler içinde deşifre ederek, ayağa kalkıp edeple camii dışına yürüyen Seyda Muhammed Konyevi Hazretleri, beraberinde sofilerin meraklarını da dışarı çıkarmıştı. Herkesle beraber benim de merak ve şaşkınlıkla gözlerim ona takılmış ve dışarı çıkışını izliyordum. Bakışlardan ne anlamış ve nasıl bir sonuç çıkarmış olabilirdi ki hemen camiden çıkmıştı.
Heyecanla kapıyı izlemeye başladık. Artık sofiler o kapıdan girecek şeyin ne olduğunu anlamaya ve muhakkak gönüllerinden yüzlerce ihtimal geçirmekteydiler. Bir müddet sonra kapı tekrar açıldı ve bütün bakışlar o yöne kaydı. Elinde bir bardak su ile tekrar içeri giren kişiyi hayranlıkla izliyorduk.
Dantelalı bir bardak altlığının üzerine konan cam bir bardak dolusu su. Elindeki su ile öylesine edep ve tevazu ile yürüyordu ki, mürşidine sunacağı cam tabağın üzerinde duran bir bardak su değil de dışarıda çıkarıp tabağa koyduğu kalbi idi sanki. Adımlarını sessiz ve derinden atarken, sanki dünyada bir daha zuhur etmeyecek ab-ı hayat suyunu taşıyor ve bir damlasının dahi zayi edilmemesi gereken cevher gibi itina gösteriyordu. Muhammed Raşid Hazretlerinin karşısına geldiğinde, onu rahatsız etmeyecek bir mesafede sağ tarafına düşecek yerde durdu.
Orada durduğunda, sanki dünyada onunla durmuştu. Elinde su ve ayakta, gözleri ayak uçlarına bakarken boşta kalan diğer elini toparlamış edeple duruyordu. Normalde bir insanın nefes alış verişlerinde inip kalkması gereken göğsü, sabit bir şekilde dururken onun adına ben tedirgin olmuştum. Nefes almadan duruyor diye düşündüm.
“Ne kadar durabilir ki?” diye düşündüm.
Muhammed Raşid Hazretleri Kur’an okumaya devam ediyordu. Biraz önce bir göz atımı Seyda Hazretlerine değip geçen bakışlarımız, bu manzara karşısında dona kalmış ve ayakta elinde bir bardak su ile duran bu edep heykeline bakıyorduk. Dakikalar geçiyor, Seyda Hazretleri Kur’an okumaya devam ediyor ve karşısında bir bardak su hala duruyordu ve adeta sofiler de bu duruma uymak zorunda kalmışlar, herkes o bir bardak suyu tutan, edep timsaline bakarken farkında olmadan donmuş ve kımıldamadan o tarafa bakıyordu.
Artık sadece elinde suyu tutan değil, camideki tüm sofiler tutuyordu o bardağı ve kimse kımıldamıyor, nefes almıyor ve bakışlarını bardak ve sudan kaçırmıyordu. Sanki dünya da durmuş, dışarıda kuşlar uçmayı bırakmış ve bu anı bozacak her hareketten kaçınır hale gelmişti.
Tüm gözler oradaydı. Bakışlar kaçırıldığında ya da bir sofi kımıldadığında tılsım bozulacak ve su dökülecekti sanki. Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez. Seyda Hazretleri, Kur’an okumayı bitirmiş ve dua ediyordu. Ama hala bir bardak suyu tutan el kımıldamıyor ve sofilerin bakışları başka bir yöne kaymıyordu.
Muhammed Raşid Hazretleri Kur-an’ı Kerim okumayı bitirip, edeble kapadı ve bir göz atımı ile bakıverdi suyu tutan ele. Bir bardak suyu tutan el sanki göğsüne elini sokuvermiş ve kalbini sunar gibi mahur ve tazarru ile suyu uzatıverdi.
Muhammed Raşid Hazretler bardağı eline aldı, suyu aheste aheste içerken bardağı tutan el bu kez aynı edeple tabağı tutmaya başladı.
Muhammed Raşid Hazretleri boşalan bardağı uzatırken tabağı tutan el, sanki Seyda hazretlerinden boşalan bir bardak değil; büyük bir ikram alıyormuş gibi hevesle ve itina gösterilmediğinde, bir anlık gafletle kırılabilecek inci gibi bardağı muhafaza altına alıyordu.
***
Edep, Edebi Bulanların Hazinesidir
“Ben seni ona köle verdim git köle
efendisine ne yaparsa sende onu yap!”
Yıllar geçti aradan, bu tasavvuf yolunda yürüyüp geçtiğimiz her kavşakta karşımıza hep aynı uyarı levhası çıkıyor, “Edeb ya Hu!”
Tarih tekerrür eder demişler ya; yıllar sonra ben çocukluğumda Efendi Dedemle yaşadığım hatıranın farklı bir versiyonunu yaşıyordum sanki…
Duygularım, gönlümde esen fırtınaların getirdiği çer-çöp ile darmadağın olmuş, kalbim son baharda dökülen çam kozalakları gibi kupkuru olmuştu sanki. Nefsim beni elinde oyuncak etmek isterken, aklım üzerine puslu bir bulut inmiş gibi karmakarışıktı.
Kim tutardı elimden?
Kim kaldırırdı başımı yerden?
Kim anlardı derdimi?
Kim bulurdu alaca sabahta kaybettiğim ruhumu?
Bu alacalıkta isli taşlarda sanki baldıran zehrini içiyordum.
Babamın yanına vardım, Uzun konuşmadı, söze limon sıkıp çay gibi içirdi bana; “Sen benim evladımsın, ben seni O’na köle verdim. Git, köle efendisine nasıl hizmet ederse öyle yap!” dedi.
Ben yıllar önce Efendi Dedemin yanına varır gibi mahzun ve çocuksu duygularla koştum ve yol boyu yine içimde dua selleri ile Efendi Dedeme gittiğimde ki gibiydim, odaya girince hemen yanına koşmadım.
Edep ve saygı ile kapı girişinde bekliyordum ve onun bana karşı her zamanki gibi davranması için Allaha yalvarıyordum. “Allah’ım şeker vermese de olur beni sevsin yeter” diyordum.
Göz ucuyla baktım oda bana bakıyordu, tebessüm ederek bana eli ile “Gel” diye işaret ediyordu.
Yanına gittim elini öptüm. İçimden Allah’a şükrediyordum, sanki 4 yaşındaydım ve Efendi Dedemin yanındaydım. Efendi Dedem ve Seyda Hazretleri beni sevdiği için mutluydum, üstelik Seyda Hazretleri de akide şekerimi vermişti…
Kulaklarımda 4 yaşında iken annemin sözü dolaşıyordu; “Oğlum büyükler büyük gönüllüdür!”