Beş Vakit Namaz Çok Mu?
Namaz usanç verir mi?
Bir zaman sinnen (yaşça), cismen (vücutça), rütbeten (rütbece) büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”
“O zatın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zat, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin (emmare nefisler) nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.”
Dedim: “Ey nefis! Cehl-i mürekkeb (koyu cehalet) içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu (namazın her gün beş vakit kılınması usanç veriyor) söze mukabil “Beş ikaz’ı benden işit.”
Birinci ikaz:
“Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç, kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?
Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir (ebedî yaşayacağını zannetmektir). Keyf için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki ömrün azdır, hem fâidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin (ebedî hayatın) saadetine medâr olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.”
İkinci ikaz:
“Ey şikemperver (yemek düşkünü) nefsim! Acaba, her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?
Madem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun (lezzet alıyorsun). Öyle ise hâne-i cismimde (şu vücut evimde) senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı (hayat suyu) ve latîfe-i Rabbâniyemin hava-i nesimini (diriltici rüzgârı) cezb ve celb eden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.
Evet, nihayetsiz teessüriyet (üzüntülere) ve elemlere mâruz ve mübtelâ ve nihayetsiz telezzüzâta (lezzetlere) ve emellere meftun ve pürsevdâ (sevdalı) bir kalbin kût (yaşatacak gıda) ve kuvveti, herşeye kâdir bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
Evet, şu fâni dünyada kemâl-i sür’atle (tam bir hızla) vâveylâ-yı firakı (ayrılık feryadını) koparan giden, ekser mevcudatla (varlığın çoğu ile) alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise, herşeye bedel bir Mâbûd-u Bâkînin, bir Mahbûb-u Sermedînin çeşme-i rahmetine (rahmet çeşmesine), namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.
Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan (yaratılan) ve ezelî ve ebedî bir Zâtın âyinesi (tecelligahı) olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letâfetli bulunan zîşuur (şuur sahibi) bir sırr-ı insanî (insanın sırrı), zînur (nurlu) bir lâtife-i Rabbâniye (Rabbani hissiyat), şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı (karanlık) ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye (dünyevî haller) içinde, elbette teneffüse (dinlenmeye) pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.”
Üçüncü ikaz:
“Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini bugün düşünüp muztarip olmak; hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl (akıl karı) mıdır?
Şu sabırsızlıkta misalin, şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ cenaha (kanada) gönderir, merkezi zayıflaştırır.
Hem sol cenahta düşmanın askeri yokken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et” emrini verir, merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, târümâr eder.
Evet, buna benzersin. Çünkü geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalb olmuş (dönüşmüş). Elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak (dahil); ve meşakkati, sevaba inkılâb etmiş (çevrilmiş). Öyleyse, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir.
Gelecek günler ise madem gelmemişler; şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.
Madem hakikat böyledir. Âkıl (akıllı) isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve “Onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyorum” de. O vakit, senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılâb eder.
İşte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mükellefsin. Birisi, taat (kulluk görevlerini yerine getirme) üstünde sabırdır. Birisi, mâsiyetten (günahlardan kaçınmakta) sabırdır. Diğeri, musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu Üçüncü İkazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut, merdâne “Yâ Sabûr” de, üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.”
Dördüncü ikaz
“Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada (dünya misafirhanesinde) âciz ve fakir kalbine kut ve gınâ (nur, ışık); ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya; ve herhalde mahkemen olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü’nde nur ve Burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?
Bir adam sana yüz liralık bir hediye vaad etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfü’l-vaad edebilir (sözünde durmayabilir) o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulfü’l-vaad hakkında muhal olan (imkânsız) bir Zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana vaad etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse (çalıştırsa); sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi (baştan savma) veya usançla, yarım yamalak hizmetinle O’nu vaadinde itham ve hediyesini istihfaf etsen (küçük görsen), pek şiddetli bir tedibe (haddinin bildirilmesine) ve dehşetli bir tâzibe (cezalandırılmaya) müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin (ebedi hapis) havfı (korkusu), en hafif ve lâtif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?”
Beşinci ikaz
“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun (tembelliğin) ve namazdaki kusurun, meşâgıl-i dünyeviyenin kesretinden (dünya işlerinin çokluğundan) midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?
Sen istidat (kabiliyet) cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde (üstünde) olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını (ihtiyaçlarını) tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen (asıl görevin) hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat-ı daime (ebedi hayat) için sa’y (gayret) etmektir?
Bununla beraber, meşâgıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni meşgalelerdir (faydasız, boş işlerdir).
En elzemini bırakıp (en lüzumlu olanını), güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ, “Zuhal’in (yıldızının) etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun!
Eğer desen, “Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur (usanç) veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin (ekmek derdi) zarurî işleridir.” Öyleyse, ben de sana derim ki:
Eğer yüz kuruş bir gündelikle çalışsan, sonra biri gelse, dese ki: “Gel, on dakika kadar şurayı kaz; yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen ona “Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak” desen, ne kadar divanece (delice) bir bahane olduğunu elbette bilirsin.”
Aynen onun gibi, sen şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa’yin (çalışmanın) semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarf etsen, o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine (ahiret geçimliğine) ehemmiyetli bir menba olan iki maden-i mânevî bulursun.
Birinci maden: Bütün bağındaki yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyetle, bir hisse alıyorsun.
İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şartla ki, sen Rezzâk-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve O’nun malını O’nun mahlûkatına veren bir tevziat (dağıtım) memuru nazarıyla kendine baksan…
İşte, bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasâret (zarar) eder. Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder. Ve sa’ye (çalışmaya) pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflâs eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur (bezginlik) gelir. “Neme lâzım,” der. “Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti niçin çekeceğim?” diyecek, kendini tembelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helâle çalışacağım. Tâ kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.”
Elhasıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise senin elinde senet yok ki ona mâliksin (sahipsin). Öyleyse, hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil; lâakal (her) günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye (ahiret sandığı) olan bir mescide veya bir seccadeye at…