BİR ZAMANLARIN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI TEKKELER
Bir tekkemiz olaydı, ışıkları yanaydı…
Tarihimizle ilgili birçok konuda olduğu gibi tekkeler konusunda da dengeyi kuramamış, birazda kasıtlı olarak meselenin hep olumsuz yönlerini masaya yatırmışız. Oysa dönemlerinin bir nevi sivil toplum örgütü işlevini gören tekkeler Osmanlı toplum hayatının ayrılmaz bir parçasıydı. Medeniyeti özümsemiş her aklıselim münevver bu müesseselerin Türk tasavvuf, edebiyat ve sanat tarihindeki seçkin yerini kabul etmektedir.
Eyüpsultan, çeşitli tarikatlara ait tekkelerin en yoğun olduğu ve en parlak devirlerini yaşadığı mekânlarımızdan biridir. Yazımızda Eyüpsultan civarında birkaç tekkenin tarihine ve üstlendiği misyona kısaca göz atmaya çalışacağız. Bakalım en hafif tabirle dünyadan soyutlanmış, yan gelip yatma yeri olarak telakki edilen tekkelerde neler yapılmış?
İlk kadın sığınma evi
Eyüp Sultan, Gümüşsuyu Caddesi üzerinde bulunan “Hoca Hüsam Tekkesi”, “Hüsam Efendi Tekkesi”, “Selim Efendi Tekkesi” ve “Hâtûniye Tekkesi”, isimleri ile de anılmaktadır. Ahmed Dede Mescidi içinde kurulmuştur. Milli mücadeleye katılan ve önemli yararlılıklar gösteren tekkelerdendir. 18. yüz yıla aittir. Tekkenin bulunduğu Bülbülderesi Mahallesi, adını o dönemlerde Eyüp’ten geçen dereden almış olmalı. Bestekârlığıyla da tanınan Sultan III. Selim’in en güzel eserlerini bu derenin kenarında yaptığı çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.
Birçok tekke gibi Milli Mücadele sırasında büyük hizmet ve fedakârlıklara sahne olan Hoca Hüsam Tekkesi, bakımsızlık nedeniyle yine pek çok örneği gibi yaklaşık 50 yıldır harap durumda idi. Tekke’den günümüze sadece yerlere yuvarlanmış, kırık, dökük Osmanlı dönemine ait mezar taşları ve bazı yapı parçaları kalmıştı. Buda yetmezmiş gibi geriye kalan Osmanlı dönemine ait mezarların altı defineciler tarafından delik deşik edilmiş, mezar taşları etrafa saçılmıştı. Bu tarz yerlerin madde bağımlıları için bulunmaz mekân olduğunu sanırım zikretmeye gerek bile yok.
Restorasyonu yılan hikâyesine dönen, haziresinde 18-19. ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine ait mezar taşlarının da bulunduğu bu çok özel ve önemli mekân, nihayet 2010 yılında restorasyona alındı. Çalışmalar kısa süre içerisinde tamamlandı. Kamu yararı gözetilerek çeşitli kültürel fonksiyonlarla toplum hayatına katılıp, sürekliliği sağlandı. Şu günlerde çeşitli kültürel-sanatsal aktivitelere ev sahipliği yapıyor. Böylece, Eyüpsultan’da bir tarihi değerimiz daha hayat bulmuş oldu. Benzer durumda olan tarihi mekânlarımızın da bir an önce böyle önemli projeler ile hayata geçirilmesini temenni ediyoruz.
Hoca Hüsam Tekkesi’nin “Hatuniye Tekkesi” olarak ta bilindiğini zikretmiştik. Peki, Tekkede kadının ne işi vardı? Dünyadaki ilk kadın sığınma evi nerede kuruldu bilinmez fakat Dr. Fatma Sedes’in aktardığı tarihi verilere göre böyle bir sığınma evi Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. yüzyıl başlarında Eyüpsultan sırtlarında kuruldu ve 19. yüzyıl sonlarına kadar hizmet verdi. Çeşitli nedenlerle sığınacak bir yeri, tutunacak bir dalı olmayan kadınlar buraya sığınmışlardı.
O tarihlerde “Karilar Dergâhı” olarak da adlandırılan ‘Hatuniye Tekkesi’ne sığınan Osmanlı teb’alı kadınlar, burada ilgi alanlarına göre çeşitli zenaatlar öğrenirdi. Bu zenaatlardan elde ettikleri gelir sayesinde de kimseye ihtiyaçları kalmadan geçimlerini sağlamayı başarmışlardı. Dergâhta 16–80 yaşları arasında 100 kadar kadının bulunduğu dile getirilmektedir.
Abdullah Nidâî-yi Kâşgâri ve Kâşgâri Dergâhı
Orta Asya’dan neş’et eden ve özellikle Timurlular zamanında Buhara, Türkistan ve Mâverâünnehr’de en parlak devrini yaşayan Nakşiliğin XII/XIX. Asırda İstanbul’daki en önemli temsilcilerinden biri Abdullah Nidâî’dir. Nidâî, Türkistan kökenlidir. Kaynaklarda onun İstanbul’a gelişine kadarki hayatı hakkında bilgiye rastlanmaz. Hayatının bu safhasını, Risale-i Hakkıyye adlı eserinde kendisiyle ilgili bilgi verdiği bölümden öğrenebiliyoruz.
Nidâî, Hakkıyye adlı risalesindeki hayatına ait bahsi şöyle bitiriyor: “45 yıl şehirden şehre, iklimden iklime Hak ehlini talep ile dolaştım. Bunları söylemekten maksadım övünmek değildir. Hak talipleri bilsinler ki maksada kolay ulaşılmıyor. Bu yolda mertçe yürümek gerek.”
Kaynaklarda ismi çoğunlukla Abdullah Kâşgarî veya mahlası ile birlikte Abdullah Nidâî şekliyle zikredilmekte olup bazı kaynaklarda babasının adı ile birlikte Abdullah b. Muhammed el-Kâşgarî, mahlası ise Nidâî olarak zikredilir. Nakşibendî tarikatına mensubiyetinden dolayı Nakşibendî, İstanbul’un Eyüp Sultan semtine yerleşip buradaki irşad faaliyetleriyle tanındığı için Eyyubî lakaplarıyla da kaynaklarda yer almaktadır.
Risalesinde de belirttiği üzere 45 yıl, şehir şehir dolaştıktan sonra Kudüs’e gider. Oradan da Mekke-i Mükerreme’ye geçer. Burada üç yıl ikamet edip, üç defa Hac farizasını yerine getirir. Mekke-i Mükerreme’deki ikameti sırasında üç kez de Medine-i Münevvere’ye giderek, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin mübarek kabr-i şeriflerini ziyaret eder. Mekke-i Mükerreme’den sonra İstanbul’a gelen Nidâî, önce muhtemelen kendisinin Doğu Türkistan kökenli olması sebebi ile aynı bölgeden olan dervişlerin toplandığı, Eyüp Sultan civarındaki Lâlî-zâde Abdülbakî Efendi’nin kurduğu Kalenderhâne tekkesinin şeyhi olur.
1743-46 yılları arasında bu tekkede üç yıl şeyhlik yaptıktan sonra, Kalender hayatının katı kurallarına, özellikle de bekârlık erkânına uymak istemediğinden bu görevden ayrılarak, Yekçeşm Ahmed Murtezâ Efendi’nin kurduğu tekkeye ilk postnişin olur. Bu tekke, kurucusunun adına nisbetle “Murteza Efendi Tekkesi” veya Nidâî’nin Kâşgarlı olmasına nisbetle “Kâşgarî Tekkesi” olarak adlandırılmaktadır. Tekkeyi kuran Murtezâ Efendi olmasına rağmen ilk şeyhi Nidâî olarak kabul edilmektedir.
Tekke değil sanki konsolosluk
Kâşgâri Tekkesi, Nidâî ile birlikte canlılık kazanmış ve önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Dr. Güller Nuhoğlu, Abdullah Nidâî-yi Kâşgâri isimli eserinde bu fonksiyonları şöyle sıralar:
- Muhtemelen Nidâî’nin Türkistanlı olması sebebiyle Türkistan Hacılarının Mekke ve Medine’ye gitmeden önce bu dergâha uğramaları, dergâhın Türkistanlılar nezdindeki önemini göstermektedir.
- Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde bulunan Kalenderhânelerde barınan seyyah, şeyh ve dervişler arasında Türkistan’dan gelen Nakşibendîlerin, çoğunlukla Kâsâniyye kolundan olmaları sebebiyle, Tekke bu kolun İstanbul’da yerleşip yayılmasında etkili olmuştur.
- Kâşgâri dergâhının bazı şeyhlerinin Osmanlı Devleti’nin Orta Asya’daki elçileri gibi hizmet ettikleri söylenebilir. Çünkü 19. asır süresince Osmanlı Devleti ve Buhara arasında müteaddit defalar elçilik teatisinde bulunulmuştur.
- Kâşgâri Tekkesi, Emîr Buharî Tekkesi ile birlikte Orta Asya Türk kültürünün Nakşibendîlik yolu ile İstanbul’da temsilini sağlamıştır.
Kaynakların ‘ulema ve sulehadan, manevî nüfuz sahibi bir şeyh’ diye niteledikleri Nidâî, Nakşibendiyyeden Ahrâriyye’nin bir kolu olan Kâsâniyye’ye mensup olup, diğer birçok Kâsâni şeyhi gibi şiir ve edebiyatı, irşad ve eğitim için gerekli görmüştür. Tekkesinde öğleden sonraları rast makamında Mesnevi okuyup şerh etmesi, dîvanında bazı ünlü Fars şairlerinin şiirlerine tahmisler yapması ve Risale-i Hakkıyye’sinde Ensârî, Câmî, Hâfız ve Mevlâna’dan alıntılarda bulunması, Fars Edebiyatı ile ilgilendiğini ve bu konuda bilgisi olduğunu göstermektedir.”
Kâşgâri Tekkesinin civarı bu tarikata bağlı kişilerin (şeyler, müritleri ve yakınları) kabirleriyle doludur. Bunların yanı sıra devletin üst kademelerinde görev almış Cemal Paşa (Öl. H.1297), Cami ile İsa Geylani’nin türbesi arasında bulunan Ahmet Bican Paşa gibi devlet adamlarının mezarları vardır. Ahmet Bican Paşa’nın görevleri arasında Hac yolculuğuna çıkanların muhafız komutanlığı da vardır. Yine cami avlusunda bulunan kuyuyu da bu komutan açtırmıştır. Tekkenin ilk şeyhi Kaşgari Abdullah Nidâî-yi ve oğlu Ubeydullah Kaşgari’nin, (Öl.1761) Tekke şeyhlerinden İsa Geylani’nin türbesi (Öl. 1781) Tekkeyi yaptıran eski ruznamce-i evvel el-Hac Murtaza Efendi’nin mezarı (Öl.1747) ve eşi Fetiye hanımefendi’nin mezarı da buradadır.
Son şeyhi Arvasî Hazretleridir
Kâşgâri Tekkesinin son şeyhi Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhudur. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergâha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etmiştir. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı. Şeyh Abdülhakim, İstanbul, Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde de dersler vermiştir. Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp, sohbetlerine devam etmesi üstadın hayatında dönüm noktası olmuştur. Necip Fazıl’ın mezarının Kâşgâri Dergâhı’nın yanıbaşında bulunması da oldukça manidardır.
Şeyh Abdülhakim, Rabıta-i Şerife ve Riyazü’t-tasavvufiye adlı eserleri kaleme almıştır. Birinci eser Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. Eserde rabıta ve uygulamasıyla ilgili bilgilere yer verilmektedir. Eserinde, Nakşibendî tarikatının adabı hakkındaki açıklamalar yer almaktadır. İkinci eserde ise tasavvuf, tasavvuf tarihi ve kavramlarıyla ilgili bilgilere yer verilmektedir. Bu eserini medresede hocalık yaptığı sıralarda kaleme almıştır. Bu eser de Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek Tasavvuf Bahçeleri adıyla yayımlanmıştır. Şeyh Abdülhakim Arvasi’nin mezarı Ankara’nın kuzeyinde bulunan Bağlum Kabristanındadır.
Bir akademi; Bahariye Mevlevihanesi…
Beşiktaş Mevlevihanesini XVII. Yüzyılın önde gelen devlet adamlarından Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa, 1613 yılında yaptırmıştır. Mevlevihane’nin ilk şeyhi, aynı zamanda Gelibolu Mevlevihanesi’nin şeyhi olan Agazade Mehmet Dede’dir. Çırağan Sarayı’nın bulunduğu yerde tesis edilmiştir. Bir ara Saray’a bitişik Musâhib Abdî Bey’in yalısına oradan da H. 1286’da Maçka’da bir başka Mevlevihâne’ye taşınmış ve bilâhire H. 1291-94 yılları arasında bugünkü mekânı olan, Eyüb Bahâriyesinde yapılan yeni Mevlevihâne’ye nakledilmiştir.
Devrinin güzel sanatlar akademisi gibi faaliyetlere imza atan bu mekân, İstanbul’un sanat, kültür ve irfan hayatında renkli hatıraları sahne olmuş, derin izler bırakmıştır. Burada birçok değerli sanatkâr ve tanınmış şahsiyetler yetişmiştir. Ünlü Bestekârımız Zekâi Dede Efendi de bu Mevlevihane’de Kudümzen başılığı yapmıştır.
Mescit uzun yıllar depo olarak kullanılmış, Mevlevihane’nin son şeyhinin varisleri ile Şeyh Hasan Nazif Efendi, Şeyh Küçük Hasan Nazif Efendi, Yenişehirli Avni Bey ve Sikkezanbaşı ailesinin gömülü olduğu türbe çökmüştür. İki fabrika duvarı arasında kalan avlu kapısı ise 1970 yılının başlarında arkasındaki ahşap selamlıkla birlikte yıktırılmıştır. Haziresindeki 20’ye yakın mezardan bazıları eski iplikhanenin karşısında düzenlenen mezarlığa, bazıları da Edirnekapı Şehitliği’ne nakledilmiştir. Geçtiğimiz yıllarda İBB tarafından esaslı bir proje ile orijinaline uygun olarak yeniden inşa edildi. Günümüzde İnsan ve Medeniyet Hareketi Derneği ile Eyüp Belediyesi iş birliğiyle yeniden canlandırılmaya çalışılmaktadır.
1875 yılında tekkede bir matbaa
Hoca Hüsam Tekkesinin hemen ilerisinde tam tepede, Pierre Loti Turistik tesislerin içinden geçerek, bahçesinde Bektaşi tarikatından kişilerin gömülü olduğu Karyağdı Tekkesi’ne ulaşılır. Buradaki en eski mezar 1779 tarihinde resmi olarak tekkenin yönetimine getirilen es-seyyid Muhammed Ali rahmetullahi aleyhe aittir. Mezar taşında: “Kutbül arifin gavsul vasilin hazreti karyağdı es-seyyid Muhammed Ali kuddise sirruh” ifadesi bulunmaktadır. Üzerinde tarih yoktur.
Nicolas Vatin ve Thierry Zarcone’nin araştırmalarındaki bilgilerden anlaşıldığına göre Karyağdı Tekkesi şeyhlerinden Mehmed Necib Baba, (ö. Bursa 1296/1879) tekkenin içine bir matbaa kurmuştur. En azından, bilindiği kadarıyla, 1291/1874-1875 yılında tekke tarafından yayınlanan bir eser vardır. Bu yayın, sufi şiirlerinden oluşan, Risale-i la’ihat-i cami adında, 20 sayfalık küçük bir litografidir. İlk sayfasında, bu kitapçığın, “Milli Eğitim Bakanlığı izni ile Karyağdı tekkesindeki Necib Baba Efendi matbaasında” basıldığı belirtilmiştir.
Eyüp Sultan’da birkaç Tekke’nin tarihi ile ilgili yaptığımız kısa araştırmalardan da anlaşılacağı üzere ön yargıdan ve taassup’tan uzak olarak geniş çaplı araştırmalar yapıldığında kuşkusuz bu müesseselerin kültür, tefekkür, medeniyet tarihimizdeki yeri ve önemi daha iyi kavranacaktır. Bir büyüğümüz şöyle demişti: “Bir tekkemiz olaydı, ışıkları yanaydı.”
Vezir Tekkesi ve ilk şeyhi
Eyüpsultan’da kültürel varlıklar birer birer gün yüzüne çıkarak yeniden hayat buluyor. Osmanlı toplumunun ayrılmaz bir parçası olarak gördüğümüz ve birer sivil toplum kuruluşu görevi üstlenen tekkeler Eyüpsultan’da en yoğun ve en parlak devirlerini yaşamıştır. İşte restorasyonu tamamlanma aşamasına gelen ve kısa bir müddet sonra açılışı planlanan bu tekkelerden biri Vezir Tekkesi…
Ayvansarayi’nin Hadikatül Cevami’sinde Sadrı Esbak İzzet Paşa, Hacı Mehmet İzzet Paşa veya İzzet Mehmet Paşa Tekkesi adıyla anıldığı belirtilen Vezir Tekkesi, Sofular Mahallesinde, Vezir Tekke Sokağı’nda Eyüp Bulvarı üzerindedir. İzzet Paşa’nın 1796 yılında bizzat kurduğu vakıf tarafından yaptırılan bu tekke vaktiyle Nakşîbendi tekkesi olarak hizmet veriyordu. Bünyesinde mescitte bulunmaktadır.
İlk şeyhi ise kaynaklara göre Nakşibendî Ömer Rıza-i Darendevi rahmetullahi aleyh Efendidir. Hür Mahmut Yücer, Menakıbı Ömer Rıza-i Darendevi ve Eyüp’te Vezir Tekkesi isimli makalesinde Şeyh Efendi’den şöyle bahseder: “Ömer Rıza-i efendi, İstanbul’daki otuz sene ikameti boyunca hükümet kapısına, rical ve kibar konağına gitmemiş, gitse bile yemek yememiş, verilen hediyeleri anında dervişan ve fukaraya dağıtmış, altmış-yetmiş müridiyle beraber kışın dergâhta, yazın Davutpaşa ve Kâğıthane’ye giderek tevhidler çekmiş, devranlar sürmüş, taamlar yemiş bir mürşid-i kâmil idi…”
Minber ve minare ile donatılmış bir cami-tevhidhane, selamlık harem ve mutfak-taamhane birimlerinden meydana gelen ve mimari özelliklerinden XIX. Yüzyılın ikinci yarısında yenilendiği anlaşılan İzzet Paşa Tekkesi diğer örnekleri gibi Cumhuriyet döneminde harap düşmüş, 1940’lı yıllarda harem bölümü, 1980’li yıllarda ise cami ve tevhidhane bölümü ortadan kalkmıştır. Geriye selamlık bölümü ile küçük bir haziresi kalmıştır. Bu haziredeki mezar taşlarının şeyhin kendisinden önce vefat eden eşi, çocukları ve tekke hizmetinde bulunmuş dervişlere ait olduğu sanılmaktadır. 1824 yılında hicazda vefat eden Şeyh Ömer Rıza-i Darendevi Efendi’nin hazirede yer alan kâgir makam türbesi de bu süreçte tarihe karışmıştır.