DİN ve HAYAT – “Asla Kural Tanıma!”
DİN VE HAYAT
“Asla Kural Tanıma!”
Hatice Ergin
Kocaman bir afişte, genç bir sporcu fotoğrafının altında yazan bir cümle: “Asla kural tanıma!” Bir spor giyim ve malzemeleri firmasının seçtiği reklâm sloganı.
Reklâm sloganları; günümüz gençliğinin görüşlerini, kişiliğini ve ahlâkını ne kadar etkiliyor? Bu konuda bir araştırma yapılmış mı, bilmiyorum. Ama zannederim gençliğe hoş gelecek cümleler seçmek ve gençlerin de hep nefse hoş gelen bu cümlelere kulak vermesi şeklinde karşılıklı bir etkileşim var.
Hani zamanımızda yankı odası etkisi diyorlar ya…
Yankı odası etkisini şöyle tarif diyorlar: “hep aynı veya benzer görüşlerin tekrarlanarak güçlendirilmesi, farklı ve zıt görüşlerin yeterince temsil edilmemesi. Tıpkı hep aynı sesin duvarlardan yankılandığı bir oda gibi, tek görüşün tekrarlanıp durması.”
Yankı odası etkisi, günümüzde mesela sosyal mecralarda algoritmaların ortaya çıkardığı bir durum. Bu sosyal mecralar, daha fazla tıklanma sayısı elde etmek için kullanıcıların tercihlerine bakarak ona uygun ve benzer düşünceleri sunarken zıt görüşleri filtre ediyor. Buna filtre balonu deniyor. Ve bu durum sonucunda gitgide kullanıcılar adeta bir yankı odasında gibi hep aynı görüşlerin seslendirildiğini duyuyor.
“Kural tanıma,” “Sen özgürsün,” gibi cümleler de bir nevi yankı odası etkisinin ürünü…
Kural tanımamak, canı ne isterse onu yapmak, nefse hoş gelen bir özellik olduğu için reklamcılar sık sık bu ifadeleri ürünleriyle ilişkilendirmeye çalışıyor. O ürünü kullanmayı özgürlükle, kurallara başkaldırmakla özdeşleştiriyor. Böylece tüketici o ürünü kullanmakla kendini özgür hissetmiş oluyor. Bilhassa gençlik çağının bir özelliği tüketimi körüklemek için kullanılmış oluyor.
Gerçekten bir ürünü tüketmekle kural tanımamak, canı istediği gibi, özgürce davranmak arasında bir ilişki var mı? Aslında yok. Hatta tam tersi o ürünü kullanmak da bir kuralın gereği…
Zaten kuralsız yaşamak mümkün mü?
Mesela spor kuralsız olabilir mi hiç? Kuralsız, kaidesiz bir müsabaka; gitgide vahşî bir kapışmaya dönebilir. Sporcu ya rakibine veya bazen de kendine zarar verebilir.
Her sporun kendine göre kuralları var. Hatta zayıflamak veya kas yapmak için kendi kendine spor yapan kişilere bile bir eğitici rehberlik yapar, yol gösterir. Yoksa sakatlanmalar veya sağlık problemleri olabilir.
Spor; nihayetinde kısmen oyun, kısmen hareketten ibaret bir şey. O bile kuralsız olmuyorsa, hayat nasıl kuralsız olabilir?
Ama ne gariptir ki bu gerçekler üzerinde hiç tefekkür edilmiyor. Gençler içinde yaşadıkları dönemin özelliklerine bağlı olarak kendi kişiliklerini kurmak için yetişkinlerin tesirinden kurtulmak istiyorlar. Bu bir yere kadar normal. Ama bu eğilim küresel sermaye sahipleri tarafından kullanılıyor ve sonuçta gençler bu gibi sloganları sık sık duyunca onları hiç sorgulamadan kabullenmiş oluyor. Artık kural ve sınır koyan, görev yükleyen her şeye soğuk bakıyor. Hatta dine de…
Hürriyet Sloganlarıyla
Özümüze Yabancılaştık
Bilmiyorum kaç kişi bilir… Osmanlı’nın son devrinde Avrupa’dan ithal mefhumlar olarak düşünce hayatımıza giren “hürriyet- özgürlük” kavramının İslâm kaynaklarında köle âzâd etmek dışında pek kullanımı yok.
O vakitler Fransız İhtilali’nin sloganları olan “liberte, egalite, fraternite” kavramlarının bizim ecnebileşmiş münevverlerimizi etkilemesiyle, hürriyet, müsâvât, uhuvvet diye tercüme edilerek hayatımıza girdi. Hayatımıza girmekle de kalmadı bizi biz yapan her şeyle aramıza girdi. Günümüzde de bu, çok aşırı uçlara savrularak devam ediyor. Öyle ki fert; kendi cinsiyetini bile seçsin, deniliyor.
Hâlbuki diğer yandan, felsefeden sonra şimdi bilim dünyası dahî “özgür irade” diye bir şeyin olup olmadığını tartışıyor. Nöroloji araştırmaları; özgürlük, özgür iradeyle karar vermek denilen şeyin bir yanılsama olabileceğini söylüyor.
Uzun bir zamandan beridir beyin üzerinde yapılan araştırmalar, aslında birçok kararın nöronlarımız tarafından kişi bilinçli bir seçimle harekete geçmeden önce verildiğini gösteriyor. Genetik bilimi bizim kendi özgür seçimlerimiz zannettiğimiz pek çok şeyde soya çekimle birlikte bize gelmiş olan genetik mirasın, mizaç ve alışkanlıkların etkisini ortaya koyuyor. Psikoloji ilmi, insanın davranışlarında bilinçaltı birçok etkinin rol oynadığını gösteriyor. Yani aslında davranışlarımızın büyük çoğunluğu, yaratılışımız, mizacımız, çevremizden aldığımız etkiler ve edindiğimiz alışkanlıklarla biçimleniyor.
Hatta reklamcılar da bizim psikolojik ihtiyaçlarımızı kullanıyor. “Herkes bunu alıyor,” diyerek sürüye uyma eğilimimizi kullanıyor. “Bunu kullanırsan seni beğenirler,” diyerek kendimizi beğendirme arzumuzu kullanıyor…
Biz her reklam edilen şeyi satın aldıkça onlar zenginleşiyor, güçleniyor biz ise fakir, borçlu, sömürülen ve güdülen kişilere dönüşüyoruz. Özgürlük bunun neresinde? Aslında özgür irade arzulara, meyillere uymakla değil tam tersi direnmekle gelişip güçleniyor.
Öte yandan insanın mutlak mânâda özgür, kuralsız, sınırsız olamayacağı, tam olarak istediği gibi hareket edemeyeceği malûm. Hepimiz hukuk kurallarıyla sınırlandırılıyoruz. Çünkü bu dünyayı başkalarıyla paylaşmak zorundayız. Zaten başkalarıyla birlikte yaşamaya, iş birliği yapmaya muhtacız. Birlikte yaşamanın da kuralları var. Ve bir insanın özgürlüğü, diğer insanın haklarının başladığı yerde biter.
İnsan hukuk önünde, ancak başkalarının sınırlarını ihlâl etmeyecek kadar hareket alanına sahiptir. Eğer sınırları ihlâl ederse bu durumda cezâî müeyyide ile karşılaşır ki, bu durumda özgürlük alanı daha da daralmış olur. Meselâ hapis cezası almış olsa, istediği yere gitme özgürlüğü kalmaz. Para cezası almış olsa, parasını istediği gibi kullanma özgürlüğü kısıtlanmış olur. Yani özgürlüğünü yanlış kullanmanın bedeli, özgürlüğünün kısıtlanması şeklinde uygulanır.
Hukuk düzeninin olmadığı bir yer olsa bile, insan her istediğini yapamaz. Aslında insanın fizyolojik ve psikolojik yapısı, onu belli bir sınır içinde hapseder.
İnsanın davranışlarını basitçe gruplandıracak olursak, bir kısım hareketler tamamen irade dışıdır. Meselâ; nefes almak, gözlerini kırpmak, yutkunmak gibi bir sürü hareket, otomatik olarak yapılır. Bu sayede biz uykudayken veya dalgınken bile nefes alıyoruz. Özellikle düşünüp, irademizi kullanmamız gerekmiyor.
Bazı hareketlere ise mecburuz. Meselâ vücudumuzun ihtiyacı olan gıdâ ve suyu almak zorundayız. Her istediğimiz şeyi de yiyemeyiz. “Ağaç yaprağı, saman, ot yiyelim, çalışıp para kazanmak zorunda kalmayalım.” desek, mümkün değil. Ancak vücudumuzun ihtiyaç duyduğu gıdâlardan bazılarını, seçerek yiyebiliriz. Yani irademizi kullanabileceğimiz belli bir alan var.
Diğer birçok şey de buna mukayese edilebilir. Yemek, içmek, uyumak, giyinmek, barınmak gibi fizyolojik ihtiyaçlarımız var. Bunları temin etmek için meşrû bir işte çalışmak da dolaylı olarak bir ihtiyaç. Yine aile kurmak, cemiyet içinde yer edinmek ve itibar sahibi olmak gibi ihtiyaçlarımız var.
Bu ihtiyaçları temin etmek için önümüze çıkan yollar arasında tercihler yapabiliriz. Ama tercih yaparken de bizi kuşatan bir sürü şartlar var. Bizim zekâ ve becerilerimiz veya çevrenin bize sunduğu, sunmadığı bir sürü şey…
Özgürlük Değil Cüz’i İrade
Tercihlerimizi etkileyen bütün bu tesirler arasında bize en uygun görünen bir yöne doğru meyil gösterip, onun için gayret gösterdiğimiz zaman buna irade diyoruz.
İslâm kaynaklarında, insanın iradesine daha çok cüz’î irade denilmesinin sebebi de bu. İnsan iradesi, çok dar bir aralıkta belli tercihler yapmaktan ibaret.
Ancak adı cüz’î olsa da bu iradeye mânevî yönden çok büyük bir değer verilmiş. İslâm dîni; insanın kendi iradesiyle, îmân ile Allâh’ın râzı olacağı şeyleri tercih etmesine “sonsuz saâdet” gibi büyük bir mükâfat va‘dediyor. Tam tersi, iradenin yasaklanmış belli bir alana doğru kullanılması hâlinde de ceza tehdidi bulunuyor. Böylece belli tercihler yapmaktan ibaret olan o iradenin, kısmen özgür olduğu bir şekilde kabullenilmiş oluyor.
Yani insanda cüz’î irade var. Fakat yine biliyoruz ki irade kuvveti; ancak güçlü bir teşvik ile, motivasyon ile harekete geçiyor. İşte din bir yandan o teşviki sağlarken, bir yandan da iradeyi güçlendiren bir eğitim programı ile, hayatımızın hem alışkanlıklarını hem de irademizi kullanacağımız alanlarını belirliyor.
Bunun yanında şu da gerçek ki, insanların günlük hayattaki davranışlarının büyük çoğunluğu iradesini kullanıp karar vermekle değil alışkanlıkla yaptığı işlerdir. Çünkü iradeyi kullanmak zahmetli ve yorucu bir iştir. İnsanoğlu çoğu zaman yapması gereken işleri alışkanlık haline getirir, otomatik olarak yapar.
Tabi düşünmeden, alışkanlıkla hareket etmek de risktir. Çünkü yanlış alışkanlıklar edinmiş kişiler uzun bir zaman hayatını bu yanlışlarla geçirince sonunda pişman olurlar. O yüzden rastgele kişileri taklit edip, değersiz ve yanlış alışkanlıklar edinmek yerine alışkanlık edineceğin şeyleri seçmek ve planlamak daha doğru bir hareket. Bu yüzden bazı bilim adamları, seçim, irade, karar verme gücünü daha faydalı işlerde kullanmak için, günlük hayattaki birçok alanda programa bağlı hareket etmeyi tercih ediyor.
Bir insan kendi iradesiyle programlı bir hayat yaşamayı seçse kimse ona, “Yazık, özgür değil, istediği gibi hareket edemiyor,” der mi? Demez. Çünkü o programın bir faydası olduğuna inanmış ve kendi rızasıyla ona uymayı seçmiş. Böylece hayatının düzenine o programla kendi amaçları doğrultusunda yön verdikten sonra asıl amacına odaklanabiliyor. Dikkatini, iradesini, azmini değersiz şeylere harcamayıp daha yüksek amaçlara kullanmış oluyor.
Dikkat ederseniz İslam dininin de teklifi bundan ibaret. Dinimiz diyor ki, “Sen bilgi ve tecrübe bakımından sınırlı bir varlıksın. Halbuki sende eğer yerli yerince kullanırsan çok büyük bir istidat var. Ama etrafındaki sıradan insanların çoğu sana rehberlik yapmak bakımından yeterli değil. O yüzden Allah’ın sana gönderdiği programa uyarsan, rehberi örnek alırsan, gösterilen gayeye doğru adım adım yürürsen senin için çok hayırlı olacak.”
İnsan bu habere güveniyor, inanıyor ve rehberine teslim oluyorsa artık özgürlük meselesi bir kavga olmaktan çıkıyor. Çünkü bir insan kendi iradesiyle seçtiği bir hayat programına uyması özgürlük yönünden bir kısıtlama sayılmaz. Üstelik bu program insana gerçek manada irade kazandırıyor ve iradesini çok yüksek gayelerde değerlendirme gücü ve şevki veriyor.
İslâm dîni, her insanın îmânı ve tâati kendi arzusuyla seçmesini ideal durum olarak vasfediyor. Zaten îmân etmeyi bir kişi ancak kendi iradesiyle seçebilir. Başkasının cebri ile îmân edilmez, ancak îmân etmiş gibi görünmek söz konusu olabilir.
Tebliğ, davet gibi ifadeler; muhatabın gönül hoşluğu ile kendi seçimini yapmasını hedefliyor. Fakat îmân ettikten sonra, insanların kendi iradeleriyle bir eğitim programına girmesi teşvik ediliyor. Mesela insana maddi veya manevi zararları olan bazı şeyler haram kılınmış; ihtiyaçların giderilmesi için bir helal dairesi çizilmiş. Bunun yanında insana bazı mükellefiyetler yüklenmiş. Böylece hayatına bir düzen getirilmiş, belli bir programa uygun yaşaması istenmiş.
Bu eğitim programı ise görünüşte kısıtlama gibi görünse de aslında kişinin iradesini kuvvetlendirdiği için, hakikî mânâda ve iyi değerlendirilen bir özgürlüğü kazandırmış oluyor.
Ne mutlu o programa uyup, sonsuz bir hayatta gerçek hürriyete nâil olabilenlere!..