DİN VE HAYAT / Gönüller Fethetmek İçin
DİN VE HAYAT
Gönüller Fethetmek İçin
Hatice Kübra Ergin
Kış aylarında insan evinin, ailesinin kıymetini daha iyi biliyor sanki. Bilhassa erkenden akşam karanlığı çökünce, sıcacık, neşeli bir evde ailenle beraber olmak… Ailenin bütün fertlerinin işinden, okulundan selametle eve gelmesi… Hep birlikte sofraya oturmak… Çay eşliğinde sohbet etmek…
Bunların ne kadar büyük nimet olduğunu çoğu zaman fark etmiyoruz. Ancak bu nimetlere sahip olmayanları düşününce üzerimizdeki nimeti fark edebiliyoruz.
Ne yazık ki bugün milyonlarca Müslüman sıcacık evlerinde, aileleriyle bir arada değil. Yaşadığı şehrin büyük bir kısmı bombalanmış ve dönecek bir evi kalmamış Gazze’li kardeşlerimiz, mesela.
Apar topar yaşadığı evlerini terk etmiş, mülteci kamplarına, okullara, sığınmış, üzerindeki kıyafetten başka bir eşyası olmayan kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Bombardımana uğrama korkusuyla, aylardır oradan oraya kaçan, artık ölüm korkusu çekmekten bıkıp ölsem de kurtulsam diyecek noktaya gelen zavallı insanlar.
Kendileri gibi yardıma muhtaç durumda olan akrabalarının yanında sığıntı olarak yaşayan mülteciler… Onlarcası bir barakaya, bir çadıra doluşan aileler… Hatta ailesinin birçok ferdini kaybetmiş, dul, yetim, kimsesiz garipler…
Yalnız Gazze’li kardeşlerimiz de değil, Filistin işgalinin başından bu yana, en az yetmiş yıldır milyonlarca evinden yurdundan edilmiş, komşu ülkelere sığınmış mazlum Müslüman kardeşimiz, mülteci kamplarında elektriksiz, susuz barakalarda yaşamaya çalışıyor. Sadece Filistin’de değil, bombalarla harabeye dönen Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da milyonlarca kardeşimiz, korkuyla, açlıkla, acılar ve kayıplarla hayatlarına devam ediyor. Çocuklar eğitim ve sağlık imkanlarına sahip değil. Hatta sabah uyandıklarında o gün temiz su ve gıda gibi temel ihtiyaçlarını bulup bulamayacaklarını bilmez bir halde güne başlıyorlar.
Doğu Türkistan’da zulüm gören Müslümanlar… Myanmar, Arakan ve daha birçok ülkedeki azınlık durumunda bulunan mazlumlar… Hatta çoğunlukta oldukları halde darbeci cuntanın esiri haline gelmiş Mısır’lı Müslümanlar… Onlar da ailelerinin bazı fertleri hapiste, bazıları hastane köşesinde, bazıları mezarda diye acı içindeler. Hala da korku ile imtihan oluyorlar, akşam olunca bütün aile fertleri sağ salim bir araya gelecek mi, bilememenin acısını çekiyorlar.
Zulmün her yerde farklı bir türü hüküm sürüyor, kiminde siyasî, kiminde ekonomik zulüm. Mesela milyonlarca Afrikalı ve Uzak doğulu Müslüman da ekonomik baskı ve sömürü düzeni sebebiyle huzurlu bir aile hayatı sürmekten mahrum… Bir kısmı tamamen açlığın pençesine düşmüş, bir kısmı da karın tokluğuna da olsa çalışmak için çeşitli yerlere dağılıp gitmişler. Yaşlılar terk edilmiş, kadınlar ve çocuklar sahipsiz, gençler her türlü istismara açık…
Allah’a hamdolsun bizler adeta fırtınalı bir okyanusun ortasındaki bir adada yaşıyor gibiyiz. Dört yanımızda türlü türlü musibetlerle imtihan olan Müslüman kardeşlerimiz var. Onları düşününce farkına varıyoruz, “Şükretmemiz gereken ne kadar çok nimet var,” diye.
Nimeti fark etmek güzel… Ama bu yetmiyor. Bunu düşünmek bir insanı Müslüman kılan, müminin alamet-i fârikası olan bir haslet sayılmaz. Ahiret diye bir ümidi olmayan, bütün arzusunu dünyaya bağlamış bir insan da başkalarının mahrumiyetlerini görünce kendi elindeki nimetin farkına varabilir. “Ne mutlu bana ki benim böyle bir derdim yok. Öyleyse ben elimdeki zenginliklerle mutlu olmalıyım.” Diye düşünebilir.
Ama bir Müslüman’a böyle düşünmek yakışır mı?
“Başkalarından bana ne? Ben iyiyim ya, bu yeter,” diyebilir miyiz?
Bizi başkalarından ayırt eden bir hususiyetimiz olmalı ki, biz ahirette sonsuz bir saadet ümit edebilelim.
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam, “Komşusu açken kendisi tok olduğuna şükreden bizdendir,” buyurmuyor, “Komşusu aşken tok yatan bizden değildir” (Müslim, iman, 74) buyuruyor.
Demek ki, Peygamberimizin ‘bizden’ dediği kişilerden olmak için, “Komşum açsa ben de yarı aç olmalıyım. Ekmeğimi ikiye bölüp onun açlık acısını hafifletmeli, gerekirse ben de biraz az doymalıyım. Onun derdini paylaşmalıyım ki, sevabından da hisse alabileyim” diye düşünmemiz gerekiyor.
Hz. Aişe annemiz, anlatıyor; “Resulullah aleyhisselatu vesselam dünyadan ayrıldığı güne kadar hiçbir zaman peş peşe üç gün (buğday veya arpa) ekmeğiyle karnını doyurmamıştır. İsteseydik biz de doyabilirdik. (Fakat Allah Resulü diğer ihtiyaç sahiplerini) kendisine tercih ederdi.” (Müslim, Zühd, 20-22)
Bugün bizler böyle düşünüyor muyuz?
Mevlâna diyor ki, “Şems bana şunu öğretti: yeryüzünde bir tek mümin üşüyorsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin. Ben de biliyorum ki; yeryüzünde üşüyen insanlar var. Artık ben ısınamıyorum.”
Yakın ve Uzak Komşuya İyilik
Rabbimiz, ayet-i kerimede: imanı emrettikten sonra, önce “yakın komşulara”, hemen ardından “uzak komşulara iyilik yapmayı” emrediyor. (Nisa, 36)
Komşu demek, halini görebildiğin, haberdar olabildiğin, senden ümit besleyen, senin de az bir çabayla da olsa elini uzatabileceğin kişi demek. Bugünün şartlarında yakın komşu, kendi memleketimizdeki yoksullar, uzak komşu ise dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, halini duyduğumuz, bildiğimiz bütün Müslümanlar demek.
Sanayileşmiş şehirlerde yaşayan bizler her gün yemek artıklarımızı ne yapacağız diye düşündüğümüz için memlekette aç yok zannediyoruz ama kendi ülkemizde bile, şehirlerimizin arka sokaklarında dramlar yaşanıyor. Belki memleketimizde açlık yok ama gelişme çağında olduğu halde kaliteli gıdaya ulaşamayan çocuklar, gençler var. Karnındaki bebeğin veya emzirdiği yavrusunun iyi gelişmesi için temel proteinleri, vitaminleri alamayan yoksul hamile ve emzikli kadınlar var. Çünkü doymak sadece karnını doyurmak değildir, gelişme çağındaki bir çocuğun, gencin, bebek bekleyen bir annenin vücudu iyi şekilde beslenmeye ihtiyaç duyar. Yetersiz ve kalitesiz beslenme sorunu da bir çeşit açlıktır.
Batının gelişme, ilerleme, insan hakları, özgürleşme diye pazarladığı egemen dünya düzeni, adaletsiz, merhametsiz, fıtrata aykırı bir kanun düzeni. Bu düzen görünüşte akılcılığa önem veriyor, her sorunu zeka ile, bilim ile, teknoloji ile çözüyor. Ama bu çözümlerden sadece dünyayı sömürüp zenginleşenler faydalanıyor.
Bir yandan damarları tıkanıncaya kadar kebap yiyen, sonra da kolesterol ilacı içen, vitamin ve antioksidan yönünden zengin gıda takviyeleri ile uzun yaşamaya uğraşanlar diğer tarafta ise yeterince et, süt, balık, yumurta vs. yiyemediği için boyu kısa kalan, sağlıklı gelişemeyen çocuklar.
Gerçekten Müslümanlığımızı sorgulamamız gerekiyor. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Müslümanların toplumunda bulunması gereken hususiyeti şöyle tarif ediyor:
“Birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında mü’minler, bir vücuda benzer. Vücudun bir organı rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını duyar.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 159, 203.)
Peki biz ne yapıyoruz?
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem karnına taş bağlayarak eline geçeni kendisine sığınan suffa ashabına ikram ediyor, böylece imanları kurtarmaya çalışıyordu. Sahabeler yeni müslüman olan muhacirlere yardım etmek için mallarının iyi kısmını onlara veriyor, İslam ordusunu teçhiz etmek için mallarının yarısını bağışlıyordu. Biz ne yapıyoruz?
Açlığı tercih etmek şöyle dursun, biraz daha hesaplı bir kıyafetle yetinip artanını bağış yapıyor muyuz?
Nefsimizin israf emirlerini kulak ardı edip bir yetimi sahipleniyor muyuz?
Biz iyiliğin neresindeyiz?
Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem kendisi yokluğu, sade hayatı tercih edip eline geçeni müellefe-i kulüb dediğimiz, kalbi ısındırılacak kişilere dağıtarak gönülleri yumuşattı.
Bizler Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam hakkında bir hadis anlatılınca, “O başkaydı, biz öyle olamayız” diye düşünüyoruz. Hâlbuki sahabe öyle düşünmüyordu. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem nasıl örnek olursa öyle davranıyordu.
Mekke’li gençlerin çoğu ağır faizcilik uygulaması sebebiyle sermaye sahiplerine borçluydu. Bu yüzden adeta borçlarının kölesi olmuşlar, efendilerine karşı çıkamıyorlardı. Medine’ye hicret etmek için üstlerindeki elbiseyi bile çıkarıp vermeye mecbur kalıyor, keçelere, çuvallara sarınmış halde hicret ediyorlardı.
Medine halkı “Artık yeter, biz bu kadar kişiyi nasıl yedireceğiz, giydireceğiz” demiyordu. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ne zaman infaka davet etse, hatta kendileri de sıkıntı içindeyken bile ellerinden geleni esirgemiyorlardı.
O zamanlar malı olup da vermemek münafıklıkla eş görülüyordu. Münafıklar, Müslümanlardan desteğini esirgiyor, bahaneler ileri sürüyorlardı. Müslümanlar mazeret göstererek infaktan geri kaldıkları takdirde münafıklarla bir olmaktan korkuyorlardı.
Onlar neyin derdindeydi, biz neyin derdindeyiz?
Sahabeler İslam ahlakını öyle güzel temsil etti ki yaptıkları iyilikler müşriklerin bile gönüllerini fethetti. Hudeybiye barış anlaşmasından sonra Kureyş gençleri birer ikişer imana koştular. Çünkü insan iyiliğin esiridir.
Ahiret İçin Ne Hazırlıyoruz?
Bir insanın gönlünü fethetmedikten sonra ona mesajını iletmenin imkânı yoktur. Gönülleri fetheden de ancak samimi iyiliktir.
Ümmetin birliği, kardeşlik diyoruz ama kardeşimizle kalplerimizin kaynaşması için ne yapıyoruz?
İtiraf edelim, hep dünyalık derdindeyiz. Ahirete imanı olmayan, sırf dünya hayatının kazancı, menfaati, zevki için yaşayanlar gibi yaşıyoruz.
“Asıl hayat ahiret hayatıdır,” diye inanıp ona göre bir hayat yaşayan Peygamberin ümmeti olduğumuzu iddia ediyoruz ama hayatımızın onun hayatıyla hiç ilgisi yok.
Düşünelim, nefsimiz için ne kadar harcıyoruz, İslam hizmetlerine destek vermek için ne kadar ayırıyoruz?
Rabbimiz buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı takvalı olun, (karşı gelmekten sakının) ve herkes yarın için ne takdim ettiğine (ahirete ne gönderdiğine) bir baksın. Allah’tan korkup sakının; çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr, 18)
Kendimizi sorgulama vaktidir, çünkü hiçbirimizin elinde kurtuluş beratı yok. Hiçbirimizin ahireti garanti değil. Ahirete ne kadar iman ediyoruz ne kadar ciddiye alıyoruz ne kadar hazırlanıyoruz, bir bakalım.
Allah-u Zülcelâl bizlere Ashab-ı Kiram’ın imanı gibi iman versin, bizi nefsimizle baş başa bırakmasın. Âmin.