Dinde samimi olmak…
Birçok hadis-i şeriflerden anladığımız kadarıyla Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem düzenli bir şekilde ashabına sohbet ederdi. Hz. Aişe annemizin bildirdiğine göre Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem, sohbetlerinde akılda kalacak şekilde kısa ve özlü sözler söyler, bazen de önemi anlaşılsın ve ezberlensin diye üç kere tekrar ederlerdi.
Geride altın bir nesil bırakan Efendimiz aleyhisselatu vesselam, talim ve terbiye hususunda da son derece etkili metodlar kullanmış ve böylece emsalsiz bir örnek bırakmıştır. İşte yine bir gün sohbet ederken üç kere, “Din nasihattır” buyurdular.
Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin bu sözü üç defa tekrarlaması, iyice bellemeleri ve anlamaları gereken bir bilgi olduğunu gösteriyordu. Bunun şuurunda olan ashab-ı kiram hemen dikkat kesildi ve bu sözün kapsamını iyice anlamak için sordular: “Ya Rasulullah, kimin için?”
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdular ki: “Allah için, Kitabı için, Rasulü için, Müslümanların önderleri (yöneticileri, alimleri) için ve bütün Müslümanlar için nasihattır.” (Müslim, İman, 95; Ebu Davud, Edeb, 67; Tirmizî, Birr ve Sıla, 17, 18)
Nasihat samimiyet bağlantısı
Nasihat kelimesini, bugün Türkçede “öğüt vermek,” manasında kullanıyoruz. Aslında sözün kök manası balı süzmek, yani bal mumundan arındırmaktan geliyor. Benzer şekilde, “Bir işi yaparken veya bir sözü söylerken halis niyetli samimi ve saf kalpli olmak, içi dışı bir olmak” manasında da kullanılmış. Hatta kelimenin öğüt manasına kullanılması da, insanları hayırlı işlere davet etmek, şerli şeylerden sakındırmak gibi bir çabanın ancak sırf Allah rızası ve insanların iyiliği için samimi gayret göstermeyi gerektiren işlerden olmasına uygun düşüyor.
Zaten öğüt vermek de eğer samimi bir şekilde yapılmazsa gerçek manada bir nasihat de olmuyor.
Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki: “Kıyamet günü bir adam getirilip ateşe atılır. Karnındaki bağırsakları dışarı çıkar. Onları, eşeğin değirmen taşını döndürdüğü gibi döndürür. Derken, cehennem ahalisi etrafında toplanır ve: “Ey fülan, sen dünyada iken (bize) ma’rufu emderip, münkerden nehyet miyor muydun?” derler. O: “Evet, ma’rufu emrederdim ama kendim yapmazdım, münkeri yasaklardım ama kendim yapardım” diye cevap verir.” (Buhari, Müslim)
Demek ki insanlara nasihat edici olmakta ancak Allah’a karşı samimi bir kul olmakla bir değer ifade ediyor. İnsanlara karşı farklı görünen ama nefsiyle baş başa kaldığında bambaşka bir kimliğe bürünen insana, Allah-u Zülcelâl hiçbir değer vermiyor.
Elbette bu demek değildir ki “Allah’ın bildiğini kuldan ne diye saklayayım” diyerek, arsızca günahlarımızı ifşa edelim! Rabbimiz böyle hayasızlık ve pervasızlık sergilememizi istemiyor. Aksine kaçınamadığımız hata ve kusurlar için mahcup olmamızı, insanları buna şahit tutmaktan kaçınmamızı istiyor. Hatta böyle utanıp gizlemeyi bir mahcubiyet ve pişmanlık halinin izharı sayıyor.
Allah örttüğü halde
günahını aşikar eden
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İşlediği günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın, gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü halde, sabahleyin kalkıp: “Ey falan! Ben dün gece şöyle şöyle yaptım”, demesi, açık günahlardandır. Oysa o kişi, Rabbi kendisinin kötülüğünü örttüğü halde geceyi geçirmişti. Fakat o, Allah’ın örttüğünü açarak sabahlıyor.” Buyuruyor. (Buhârî, Müslim)
İmam Gazali rahimehullah da İhya u-Ulum’id- Din adlı eserinde özetle, insanlardan günahları gizlemenin riya değil haya olduğunu bildiriyor. Elbette burada ayırt edici bir nokta, kişinin günahlarını gizli gizli işlemeye devam etmesi değil, gizleyecek kadar utanç duyduğu bu hallerden kurtulmayı arzu etmesidir. Yaptıklarına pişmanlık duyması ve “Ya Rabbi, Sen’den hiçbir şeyi gizlemem mümkün değil. Sen kalplerin özünü bilirsin. Ben aciz bir kulum, sana karşı layık olduğun gibi tertemiz ve gayretli bir kul olamadım ama kullarını bu halime şahit kılmak istemedim. Sen bana bu halden kurtulmayı nasip et” diye, bir niyet taşımasıdır. Bu niyete sahip olan kişi zaten halinden memnun değildir ve inşallah Cenabı Hakk’ın o kimseye samimi bir tevbe ile dönüş nasip etmesi ümit edilir.
Zaten tevbe de bir nevi dinde samimiyet alametidir. Çünkü tevbe esasen kalple yapılır, kalpte derin bir hissediş hali olmayan tevbe sadece dil ucundaki bir söz olur. Rabbimiz bizi samimi tevbeye davet ederken nasihat kelimesiyle aynı kökten olan “Nasuh” sıfatına haiz bir tevbe istiyor: “Ey iman edenler! Nasuh (Samimi bir) tevbe ile Allah’a tevbe edin. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de, “Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin” derler.” (Tahrim; 8)
Bu ayette nasuh tevbe sahipleri cennetle müjdeleniyor ve onların, “Nurlarının tamamlanmasını niyaz eden” kullar olduğu bildiriliyor. Demek ki bahsedilen tevbe, dine mensubiyeti ancak bir kimlikten ibaret olan Müslümanların soğuk bir kalple yaptığı bir tevbe değil, dininde gayretli ve fedakar olup, ufak tefek hata ve kusurları için dahi içi yanan, nefsini hep muhasebe eden ve Allah’ın azameti karşısında haya duyan müminlerin tevbesidir. İşte “din nasihattir, içtenliktir, saflık ve samimiyettir” hadisi şerifiyle işaret edilen nasihat bu olsa gerektir.
Samimiyet ve tevbe
Nasihat ve samimiyet manasını daha iyi anlamak için nasuh tevbesinin vasıfları üzerinde durmak faydalı olacaktır. Nasıl bir tevbe nasuh sıfatına sahiptir?
Hz. Ali kerremallahu veche, bir adamın dil alışkanlığıyla istiğfar ve tevbe ettiğini işitmişti. Onu şöyle ikaz etti:
“Dil çabukluğu ile söyleyip, kalpten tevbe etmemek yalancılar(ın) tövbesidir!” Adam:
“O halde hakiki tövbe nedir?” dedi. Hz. Ali samimi ve makbul bir tevbenin sıfatların şöyle sıraladı:
“Tövbede altı şey toplanmalıdır: Geçmiş günahlara gönülden pişmanlık duymak, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarını terk etmek, kul hakları konusunda helâlleşmek, bir daha günaha dönmemeye azmetmek, nefsi günahlarda kuvvetlendirdiğin gibi Allah’a itaatte zayıflatmak ve ona günahların zevkini tattırdığın gibi, Allah’a itaatin zorluğunu ve acısını tattırmak.”
Hz. Ali efendimizin saydığı bu maddeler neredeyse dinin tamamıdır. İşte “din nasihattir” ifadesinin tam karşılığı da budur.
Demek ki kalpteki samimi imanın ve tevbenin, azalarda bir tezahürü olmalıdır. Çünkü insan gafletine ve hatalarına kalben ne kadar pişman olsa da vazgeçmek için hiçbir çaba sergilemiyorsa bu da samimiyetle bağdaşmaz. İnsan dünyevi bir istek veya hedefi uğruna nasıl ki bir çaba sergiliyorsa ebedi hayatı için çok daha fazla çaba göstermelidir. Bu tam manasıyla gerçekleşene kadar kendinden razı olmamalı, hep nefsiyle hesaplaşma halinde olmalıdır.
Öte yandan bazı insanların iradesi zayıf olabilir. Bilhassa “Sonra tevbe ederim nasıl olsa” diyerek, gençlik çağında hep hayatına çeki düzen vermeyi ertelemişse, yanlış alışkanlıklar edinmişse yaşı ilerledikçe insanın bunlardan kurtulması zor olabilir.
Gençken samimiyet
daha kolay!
Esasen insanın beyin yapısı, alışkanlık ve bağımlılıklardan kurtulmayı zorlaştıracak şekilde bir zafiyet içindedir. Bu sebeple dininde gayretli ve samimi olmayı, hatalardan tevbe etmeyi ileri yaşlara ertelememeli, mümkün olduğu kadar gençlik elden gitmeden, yaratılışımız esnekliğini kaybetmeden, kalplerimiz katılaşmadan nasuh bir tevbe ile tevbe etmeliyiz. Böylece belki Allah’ın azametine layık bir kul olamasak da inşallah affedilen kullardan olabiliriz.
Hem samimi olmak, gençlik çağının ruh haline daha uygundur. Gençlikte insan hesabi değil hasbidir. Çünkü Peygamberimizin işaret buyurduğu gibi gençlerin kalbi yumuşaktır. Henüz dünyalık yarışına dalıp makam ve mevkilerle elde ederek benliklerini kuvvetlendirmiş değillerdir. Henüz kalpleri dünya hırslarıyla katılaşmadığı için kendilerini, Allah’ın hidayet nuruna açtılar ve Allah’ın terbiyesi altında yetişip insanlığın yüzakı oldular.
Öyleyse bizler de yaşımız kaç olursa olsun daha fazla ertelemeden, “Din samimiyettir” hadis-i şerifini hayatımıza tatbik etmenin gayreti içinde olmalıyız.
Peygamber efendimizin davetine koşanların çoğu gençlerdi. Kavminin ileri gelenleri ise güya çok akıllı oldukları halde apaçık hakikati kabul etmekten kaçındılar. Aslında Peygamber aleyhisselatu vesselamın hakkı söylediğini biliyorlardı ama bile bile inkar ediyorlardı. Çünkü kalpleri hakkı kabul edecek şekilde samimi değildi. Güya onlar da Allah’ın beytine hizmet ediyorlardı. Hem bununla övünüyor ve kendi kabilelerini, diğer Arap kabilelerinden üstün görüyorlardı. Ama Allah-u Zülcelâl şirk, zulüm ve günahlarını hatırlatıp bunlara tevbe etmelerini isteyince itiraz ettiler ve yüz çevirdiler. Hatta güneşi balçıkla sıvamaya kalkarcasına faydasız bir mücadeleye giriştiler.
Onların hallerinde bizlere ibret var. Bugün de bazı kişi ve gruplar samimiyetsiz bir şekilde din simsarlığı yapabiliyorlar. 15 Temmuzda iki yüz elliden fazla şehit verdiğimiz fitne de böyle bir ikiyüzlülük ve ihanetin neticesi değil mi? Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de zaten bizleri uyarmış: “Ahir zamanda, dinle dünyayı talep eden insanlar zuhur edecek. Bunlar, insanlar(a iyi görünüp, onları aldatmak) için öyle bir yumuşaklığa bürünürler ki koyun postu yanlarında kaba kalır. Dilleri de baldan daha tatlıdır. Ancak kalpleri kurtlarınkinden vahşidir.
Cenâb-ı Hak (bunlar için) şöyle diyecektir: “Beni aldatmaya mı çalışıyorsunuz, yoksa bana karşı cürete mi yelteniyorsunuz? Zât-ı Akdesime yemin olsun, bunlar üzerine, kendilerinden çıkacak öyle bir fitne göndereceğim ki, içlerinde halim olanlar bile şaşkına dönecekler.”(Tirmizi, Zühd, 60)
Maksadımız sadece onların dedikodusunu etmek değil, ibret alıp daima kendi nefsimizi muhasebe etmek olmalı.
Her an bizi gören, kalbimizden geçeni bilen bir Allah’a karşı nasıl samimi olunur, bunun derdinde olmalıyız. Zaten ondan hiçbir şey gizleyemeyiz. Öyleyse Allah’a karşı samimi olmanın manası nedir?
Herhalde bu bir yazıya sığmayacak kadar geniş ve sözlerle ifade edilemeyecek kadar derin bir mesele olmalı. Belki onu ancak Allah’ın razı olduğunu bildirdiği kulların halinden örnek alıp kendi hayatımıza tatbik etmekle öğrenebiliriz.
Allah-u Zülcelâl Peygamber efendimizin davetine hesapsız pazarlıksız icabet eden, sonunu düşünmeden onu destekleyen, onun uğruna canını, malını ve bütün hayatını feda eden ashab-ı kiram hakkında şöyle buyuruyor:
“Muhâcir’den ve Ensar’dan (İslâm’a girmekte) ilk önce geçenlerle bunlara ihsan ile tâbi olanlar Allâh onlardan râzı olmuştur, onlarda O’ndan râzı olmuşlardır. Onlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe; 100)
İşte onlar “Din samimiyettir,” veciz hadisinin ete kemiğe bürünmüş hali olan seçkin kullardır. Bizler de onların halinden gücümüz yettiği kadar örnek almalıyız.