DÜNYA İSLAM’Â MUHTAÇ!
Vasat Ümmet’in şiarı adalettir
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor ki: “Böylece, sizler insanlara birer şahit olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi vasat bir ümmet yaptık…” (Bakara; 143)
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin ayette bahsedilen “Sizi vasat bir ümmet yaptık” ifadesini, “Biz sizi adaletli bir ümmet kıldık” şeklinde izah ettiğini rivayet etmiştir. (bkz. Tirmizî; Tefsir, 2.)
Dil alimleri vasat kelimesinin, “Orta yolu tutan” manasına geldiğini söylemişlerdir. Adalet ile orta yolu tutmak arasında alaka kurmak da mümkündür. Çünkü aşırılıklara kaçmak adalete uygun değildir.
Dinimiz, Müslümanların birçok sahada adaletli olmasını emretmektedir. Allah-u Zülcelâl, bir ayet-i kerimede: “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl; 90) buyurmaktadır.
Adalet, kelime manası olarak her hak sahibinin hakkını vermek, dengeli davranmak, hakkından öteye geçmemek yani zulmetmemek gibi manalara gelir.
Türkçede adaleti, ekseriyetle bir hukuk kavramı olarak biliriz. Halbuki İslam medeniyetinde pek çok ilim dalında adl, adil, adalet terimleri kullanılır. Mesela Fıkıhta, “Adil şahit” diye bir mefhum vardır ki bir kişinin ahlaki bazı kusurlarının olması, adaletini kaybetmesi manasına gelir. Çünkü o kişide, bu ahlaki kusur varsa başka haksızlıklar da yapması beklenebilir.
Hatta hadis alimlerinin, atını boş bir yem torbasıyla aldatan raviyi adil bulmadıkları, o hadisin senedini zayıf saydıkları bilinir. Yine ibadet hayatında kusurları olan, mesela namazını tadil-i erkan üzere güzelce kılmayan kişiden hadis-i şerif almadan dönüp gittikleri kaydedilmiştir. Dinin direği olan namaza ehemmiyet vermeyen bir kişinin, Rabbinin onun üzerindeki kulluk hakkına riayeti hususunda hassas olmadığı anlaşılır. Allah’ın hakkını eda etmekte hassas olmayan bir kişi de adil sayılmamıştır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki İslam alimlerinin anlayışına göre “adalet” neredeyse dinin tamamıdır.
İşte bu sebeple vasat kelimesini, adalet ile tefsir ettiğimiz zaman adaletin bu mana muhtevasını göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim ayette, “Sizler insanlara birer şahit olasınız diye…” buyrulmuş olması da buna uygun görünmektedir.
Ümmetin şahit olması
ne demektir?
Rabbimiz, Ümmet-i Muhammed’in vasat yani adalet sahibi bir ümmet olduğunu/olması gerektiğini bildirirken, her hak sahibinin hakkını gözeten, bu sırada da dengeli davranan ifrat ve tefrite kaçmayan, düzgün bir din anlayışına sahip olmalarının önemine işaret etmiştir. Müminlerin, Allah’ın indirdiği hidayete tabi olup dinin bütün hükümlerini yerli yerince ifa ettikleri müddetçe diğer ümmetler üzerinde Hakk’ın şahitleri olacaktır.
“Bir ümmetin şahit olması ne demektir?”
Elmalılı Hamdi Yazır rahimehullah merhumun tefsirinde özetle şöyle izah edilir: “Şahit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, adil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir. Bundan dolayı da gerek hareket ve davranışları bakımından, gerek diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de “Şahit” denilir. “Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi, filan iş böyle yapılmalıdır, çünkü filan böyle yapıyor” tarzında herhangi bir konuda kesin hüküm için senet kabul edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki bunlar en büyük insanlar demektir.
İşte Cenab-ı Allah, ümmet-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellemi insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imamete haiz, önder bir cemaat yapmak ve tam manasıyla adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek için, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellemin gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir sırat-ı müstakime hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin, bu vazifelerini unutmaması icab edecektir. Müslümanların şuna buna uymayıp, başka milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve merci olması gerekecektir…”
Peki bugün ümmet-i Muhammed bu bahsi edilen özelliklere sahip mi?
Yürek yakan gerçek şu ki, bu soruya gönül rahatlığıyla “Evet” diyemiyoruz. Sebebini de yine Elmalılı Merhum’dan dinleyelim: “Bunu temin eden sırat-ı müstakim vehbî (Allah vergisi) olduğu halde, onun üzerinde bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir…
…Böyle yapmayanlar gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına düşmeye mecbur kalır, onlara tabi olur, uydu olmaya mahkum olurlar. Hürriyetleri de ellerinden gider, esir milletler durumuna düşerler.”
Rabbimizin ayet-i kerimeleri, zamanın akıp geçmesiyle her geçen gün daha derin manalar kazanmaktadır. Tabiri caizse, dünya ihtiyarladıkça Kur’an-ı Kerim gençleşmektedir.
İfrat ve tefrit arasında
dünya ve ahvali
Bugün dünyaya baktığımız zaman, dünyanın her köşesinin, çeşitli yönlerden aşırılıklara sahne olduğunu görüyoruz. Mesela bir yanda Afrika kıtası, Hint yarımadası gibi nice yerlerde insanlar hala putlara tapıyor, aklı tamamen devreden çıkarmış körü körüne hurafelere ve vicdana aykırı adetlere uyuyor. Diğer yanda ise dünyanın büyük bir kesimine öncülük eden Batı alemi, adeta aklı putlaştırıyor, her konuda aklı tek rehber sayıyor ve birçok zaman da her şeyi akla kurban veriyor. Bu iki aşırılık arasında sadece İslam dini aklı yerli yerine oturtuyor, akla vahyi rehber kılıyor ve akıldan ancak kendi yapısına uygun olan sahada faydalanma yolunu tavsiye ediyor. Yani insan aklına karşı adil davranıyor, ona sadece layık olduğu değeri veriyor.
Çünkü akıl, dünyevi, elle tutulabilir, ölçülebilir, tanımlanabilir bir kısım şeyler üzerine düşünebilir. Ama ötelerden ilahi bir rehberlik olmadan mücerred ve mualla mefhumları kavrayamaz. Bunun en iyi örneği de günümüz batı dünyasının halidir.
Batıya baktığımız zaman görüyoruz ki, insanlar yıllarca eğitim öğretim müesseselerinde tahsil görüyorlar ama aldıkları eğitim sanki akıllarını daha da fazla karıştırıyor. Çünkü bu eğitimin sonunda, inanç ve ahlak konusunda derin şüphelere düşüyorlar. Belki de fıtratlarını bozan hiçbir eğitime maruz kalmasalar, iyiyi kötüyü vicdanlarıyla sezebilirlerdi. Bundan daha iyisi, Allah’ın hidayetine tabi olsalar, vicdanları daha da hassaslaşır, en ince şekilde doğru ölçüp biçebilirlerdi. Ama tam tersi oluyor.
Bugün batı alemi ahlakı, rölatif yani kişiye göre değişen bir yargı olarak görüyor. Ahlak kurallarını koyan İlahi İrade’nin varlığını inkar edince, ahlak mefhumu adeta boşlukta kalıyor. Bugün dünyanın nefsani aşırılıklar ve sapkınlıklarla dolu bir yer haline gelmesinin ardında yatan en önemli sebep de budur. Beşeri akla gücünün üstünde yük yüklenmesi sonucunda akıl adeta iflas ediyor, asıl vazifesini de yapamaz hale geliyor.
Batı bir medeniyet
örneği olamaz!
İçimizden bazıları dahi Batı’nın yaldızlı yüzüne aldanıyor ve “Onlar gibi ilerlemek için biz de aklı esas alalım, ayak bağı gibi gördüğümüz ahlak kurallarını, kısıtlamaları tevil edelim, zamanı geçti diyelim, devreden çıkaralım” diyorlar. Halbuki batının gittiği yol, sürdürülebilir bir yol mudur? Değildir, batı ahlaki ve insani açıdan içten içe çökmektedir.
Bugün batıda insan hayatına hizmet etmesi gereken ilaç firmalarının, maddi kâr elde etmek için sağlığa zarar verebildiği konuşuluyor. Diğer sektörlerde durum daha da kötü… Mesela gıda, temizlik maddesi, kozmetik gibi birçok ürünün kansere yol açtığı bilindiği halde, bunlar yasaklanmıyor. Maddiyatçılık tek değer haline geldiği için insan sağlığı bunlara kurban veriliyor. Yani “Tıp çok ilerledi, artık teknoloji sayesinde refah ve konfora sahip olabiliyoruz” denilen pek çok sahada bile pek çok çarpık uygulamalar var. İnsana sadece beş duyu ile bakan batı alemi, onu maddiyat gözüyle değerlendiriyor. Oysa bu şekilde maddi fıtratını bile muhafaza edemiyor.
Bunun yanında batıda hakim olan maddiyatçı sistem, son derece adaletsiz bir ekonomik yapı ortaya çıkarıyor. Bütün dünyayı sömüren batı alemi, kendi insanları arasında da adaletli bir düzen kurmuş değil. Bugün Amerika’da sağlık sigortasını ödeyemeyen yığınla insan var. Hatta başının üzerinde bir çatı bile olmayıp, sokaklarda yaşayan evsizler var ki bunlar sosyal yardımlarla ve aş evlerinden aldıkları yiyeceklerle hayatlarını sürdürüyor. Ama bu birçok Amerikalıyı hiç de rahatsız etmiyor. Çünkü onlara göre bu insanlar tembel, ayyaş, serseri, sorumsuz, işe yaramaz kişiler oldukları için böyle yaşıyorlar.
Aslında bu düşünce kısmen doğru; çünkü maddiyatçı sistem, aynı zamanda insanın iradesini felç edecek kötü alışkanlıkları önüne sererek de ifsad ediyor. Öte yandan düzenli işi gücü, evi barkı olan insanlar da insanca bir hayat yaşamıyor. Çünkü faizci sistem insanları devlete, bankalara ve çeşitli şirket ve kurumlara adeta köle haline getiriyor. Üniversite eğitimi için kredi alarak borçlanan bir genç, daha sonra başını sokacağı bir daire satın almak için borçlanmaya devam ediyor ve ömrünün önemli bir kısmını bankalara kölelik ederek geçiriyor.
Üstelik bunlar ‘Orta sınıf’ diyebileceğimiz, nisbeten şanslı kesim. Bir diğer kesim ise, çeşitli dezavantajlarının da etkisiyle hayata tutunamıyor ve bozuk çevrenin de etkisiyle kötü alışkanlıklara, hovardalığa, serseriliğe, suça, mafyaya bulaşıyor. Bu kesimin büyük çoğunluğunu, siyahiler, Asya kökenliler, Latinler ve diğer göçmenlerin oluşturuyor olması da Amerika’da ırkçı yabancı düşmanı anlayışın ne kadar etkili olduğunun göstergesi olarak göze çarpıyor.
Aslında ekonomik adaletsizlik ile ahlaki çöküntü birbiriyle iç içe geçen iki kavramdır. Hem adaletsiz düzen insanları ahlaksızlığa sürüklüyor hem de ahlaki çöküntü yoksulluğun yıkımını daha da derinleştiriyor. Mesela, ‘Geri kalmış ülkeler’ diye yaftalanan, hor görülen nice İslam ülkesinde belki büyük konfor ve maddi imkanlar yok ama en azından aile bağları, akraba ve toplum dayanışması ile kişiler, insana yakışır bir hayat yaşayabiliyor. Ama insanı sadece maddi cihetten değerlendiren Batı aleminde yoksulluk yüzünden birçok kadın, genç hatta çocuklar fuhşiyata sürüklenirken aynı zamanda da sadakatsizlik yüzünden yuvalar yıkılıyor, aile bireylerinin her biri bir yana dağılıyor ve sonunda yoksul düşüyorlar. Aynı şekilde, suç işleme, alkol- uyuşturucu vs. kullanımı ile ailelerin dağılması arasında da benzer bir ilişki var. Kısacası, bir kısır döngü halinde bunlardan biri diğerini tetikliyor. Bunların hepsinin arkasında yatan asıl sebep ise, maneviyatın değerinin bilinmemesi.
Batı materyalist anlayışın
kuşatması altında
Başta Amerika, İngiltere gibi ülkeler olmak üzere Batı âlemi, insanı ekonomiye kurban vermiş durumda. İnsan sadece bol bol üretip tüketerek ekonomik büyümeye hizmet ettiği sürece bir değere sahip sayılıyor. Çözüm yine maddiyatta aranıyor. Mesela ahlaksız sistem yüzünden kadınlar mağdur olunca çözüm kadına çalışma hakkı vermekte aranıyor. Oysa bu şekilde yeni yuvalar yıkılıyor, kısır döngü aynen devam ediyor.
Maddiyatçı zihniyet için, insanın yaratılış gayesine ulaşması, hayatını manalı ve değerli bir şekilde yaşaması hiçbir şey ifade etmiyor. İnsanın şeref ve izzetinin en temel unsuru olan inancı, kulluğu ve ahlaki yönden olgunlaşması gaye olarak görülmüyor. Maneviyattan mahrum kalan insan yığınları, ruhlarının sancılarını nefsani avuntularla dindirmeye çalışıyor. Bunun neticesinde aile kurumu çöküyor, nesiller ifsad oluyor.
Hepsinden beteri ise, bütün bu ahlaksızlıklar normal sayılıyor. Bunun en bariz alameti: Bugün ABD’nin başında bir kumarhane işletmecisinin bulunuyor olmasıdır. Dünyanın en büyük ve en güçlü ülkesinin başında, insanların zaafını sömüren, onların felakete sürüklenmesi sayesinde zenginleşen, arsız, şımarık bir kumarhaneci var… Sadece bu bile Batı aleminin ahlak anlayışının, çökmekte olduğunun en bariz göstergesidir.
Peki Batı’ya kim ahlak dersi verecek?
Unuttukları değerleri onlara kim hatırlatacak?
Dünya İslam’a muhtaç
Batı insanı bir süredir Uzak Doğu ve Hint mistikliğiyle dertlerine çare aradı. Hemen her şehirde, yoga meditasyon tekniklerinin öğretildiği, küçük Buda heykellerinin ve hediyelik eşyaların satıldığı mekanlar açıldı. Halen de Hindistan’a inanç turizmi için giden birçok insan var. Sadece doğuda maneviyat arıyorlar değil; Hıristiyanlık öncesi Avrupalı topluluklarının pagan inançlarını da hortlatma yarışına girdiler. Bunlardan aldıkları figürleri çocuk ve gençleri cezbeden büyücülerle, kahinlerle dolu kitap ve filmlerde kullanıyorlar.
Bu inançlar batının ihtiyaç duyduğu hakikati ve rehberliği sunmak bir yana, bildiğini de şaşırtacak hurafelerle dolu. Çünkü bunların, beşer hayal gücünün ürünü batıl mitolojilerden başka bir kaynağı yok. Üstelik maneviyat kaynağı olması mümkün olmayan, çoğu insan tabiatına da uygun olmayan hurafelerden başka bir şey değil.
Ne gariptir ki, bilhassa sanal alem bağımlısı haline gelen teknoloji çağı kuşağı, kendilerini bu hayal mahsulü hikayelere kaptırıyor ve değerli ömürlerini bu dizileri, filmleri seyretmek, oyunları oynamakla tüketiyor. Kendi gerçek hayatını, bu sözde insanüstü güçlere sahip, “Süper kahramanların hayali hayatlarını” takip etmekle ziyan ediyor!
Bugün bütün dünyanın muhtaç olduğu hakikatin ve maneviyatın yegane kaynağı ancak nazil olduğu günden bu yana tek harfi bile değiştirilmemiş olan değiştirmeye de hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve İslam dinidir. Sadece İslam, insana gerçek değerini öğretebilir, iradesini kuvvetlendirebilir, manevi arayışlarına hakiki bir çözüm sunabilir ve ahlaklarını yüceltebilir. İnsanlar, ne zaman İslam’a dönerse işte o vakit, bugün çözümünde en büyük devletlerin bile çaresiz kaldığı meseleler, suhulet içinde çözülecektir.
Bize düşen de, insanların inanç buhranına düştüğü, ümitsizliğe duçar olduğu bu çağda, örnek bir toplum oluşturmak; böylece düştükleri bataklıktan çekip kurtarmaktır. Bunu da ancak bize indirilmiş hidayete sımsıkı sarılmakla başarabiliriz.