Fitne ve Belâ!
Fitnenin büyüğü…
Siyasî, içtimaî, idarî, ahlakî ve bilhassa dînî fitnelerin en şiddetlilerini çerçeveleyen günümüzde Efendim ve Mürşidim Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerine ait şu satırları okumak yeter: “Fitnenin şeriat lûgatinde mânası, günahların neticesi olarak gelen musibetlerdir. Bunlar da iki kısımdır: Birisi, zalimin nefsine mahsus olanlar… Öldürme, zina, şarap içme, vesaire gibi… Yani İlâhî yasaklardan birinin korunmaması yüzünden şahsa gelen belâ… Musîbetlerin en hafifi budur.
Öbürü de bütün topluluğu kuşatan ve cemiyet plânına inen musîbetler… Bu gibi, fitnesi çok ve sahası geniş musibetlerin zuhuruna meydan verilmemesi için bir âyet nâzil olmuştur ki, meâli şöyledir: “Kaçınız şu fitnelerden ki, musîbeti yalınız kendinize hâs değildir ve kıyamete kadar devamdadır!”(Sûre-i Enfâl 25. âyet)
Bu türlü fitnelerden başlıcası, topluluk halinde İlâhî yasaklardan biri çiğnenirken buna şahit olanların engel olmaya iktidarları varken ses çıkarmamaları, iktidarları yokken de kalpten olsun bir nefret ve mukavemet hissi duymamalarından doğar.
Bir başka saiki de, “emr-i bil ma’rûf” denilen yapılması gerekli işleri hafife almak ve dinde câiz olmayan bir şeyi nefse uyarak ve nefsin istediği şekle dökerek câiz göstermeye yeltenmek ve bunu topluma sirayet ettirmektir.
İtikadı bozuk olanlara dalkavukluk etmekle bazen tepkisiz görünmek arasında şu fark vardır ki, dalkavukluk asla caiz değilken tepkisiz görünmek yerine ve şekline göre haram, mekruh, icabında da farz, vacip ve sünnet olabilir.
Fitnenin en büyüğü toplumun Tevhid kelimesinden uzaklaştırılmasıdır.
Tevhid kelimesi müslümanlar arasında, cüz’leri yekpareleştirici, toplayıcı ve birleştirici tek müessirdir.
Bunu bir misal ile belirtelim: Toprak, eczası birbirine perçinli olmayan bir nesnedir. Onu su ile yoğururlar, kalıplara dökerler, güneş veya ateşle pişirirler ve kerpiç hâline getirirler… işte böyle, daha evvel cüz’leri birbirine yapışık olmayan toprak, hararetin tesiriyle nasıl taş kesilirse, Tevhid kelimesi de, ırk ve mezhep farklarına bakmaksızın Müslümanları birbirine perçinler ve onları tek bir kitle haline getirir.
Taşın kırılması, ufalanması, ezilmesi, un haline getirilmesiyle nasıl öz varlığı ortadan kalkarsa, Tevhid kelimesinin uzaklaştırılmasıyle de birlik zedelenir ve Müslümanlar sürüye döner. Hiçbir rabıta ve iradesi olmayan bir sürü…
Bu halin cezası âhirete ertelenmiş olsa da dünyadaki eseri yalınız meydana getirircesine ait kalmayıp bütün topluluğa yayılır ve dağılır. Zelzeleler, taşkınlıklar, yangınlar, hastalıklar, kıtlıklar vesâire gibi… Bunların zuhur zamanları İlâhî iradeye aittir.
Fitnenin bir kolu da bid’at
Bid’at de fitnenin bir koludur. Ancak, üzerinde fitne rüzgarlarının estiği zeminlerde meydana gelir.
Bid’at şekilleri aslında inhiraf ettirmek ve olmayanı getirmek demektir ki, Saadet devrinde, sahabîler zamanında ve dinin ruhunda yoktu.
Bid’at iki kısımdır ve asıl olan, yani hakîkî bid’ati gösteren ikincidir.
Şöyle: Âdet ve yeni yaşayış şekillerine ait, dinle alâkasız bid’atler… Bunların zuhurunda ve benimsenmesinde korkulu bir nokta, bir sakınca yoktur.
Asıl yasak olan dine bağlı, din şekilleri üzerindeki bid’atler… Meselâ terâvih namazından başka hiçbir sünnet namazı cemâatle kılınmazken sünnetleri bu şekilde kılmaya kalkışmak… Vesaire vesaire… Benimsenmelerinde mahzur olmayan ve iyilikle kötülüklerini ta’yîn vazîfesi akla bırakılmış olan bid’atlere misal de, çatal ve kaşıkla yemek yemek, çorap giymek vesaire… Kâinatın Efendisi sıcak iklim zoriyle sağlık fikri bakımından çorap giymemişlerdir. Muratları sadece sağlık, çorap değil…
(Din ölçü ve şekilleri dışında, umumi hayat icaplarına ait ve dine aykırı olmayan her yenilik, kendi kıymet derecesine göre İslâm’ca makbûl tutulur ve asla kötü mânâda bid’at sayılmaz.)
Dînî işlerde bid’atlerin türemesi öyle bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkları sarar. Bunlardan biri de cihat ve gazada gevşeklik ve tembelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münafıklığın alâmeti olmaya kadar gider. O da şehitlik nimetinden kaçınmak… Şehitlik, İslâm’ın kuvvet bulması yolunda can vermektir. Her mü’min fert, bu yüksek makamı kalb ve zevk yoliyle benimsemeye, istemeye me’murdur. Bu sır icabı olarak Rasûl ve nebîlerin birçoğu, sahabîlerin ekserisi ve Peygamber evlâdının hepsi şehâdeti arzulamış ve o yolda ruhlarını teslim etmişlerdir.”
* Üstad Merhûm Necip Fazıl, Rapor: 6, sh.79-82