GÖNÜL SOHBETLERİ / Maksadımız Allah-u Zülcelâl’in Rızası Olsun!

  • 06 Kasım 2025
  • 6 kez görüntülendi.
GÖNÜL SOHBETLERİ / Maksadımız Allah-u Zülcelâl’in Rızası Olsun!
REKLAM ALANI

GÖNÜL SOHBETLERİ
Maksadımız Allah-u Zülcelâl’in Rızası Olsun!
Seyda Muhammed Konyevi -KS-

Allah-u Zülcelâl Ayet-i Kerimede buyuruyor ki:
فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفّٖيهِمْ اُجُورَهُمْ وَيَزٖيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهٖۚ وَاَمَّا الَّذٖينَ اسْتَنْكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا اَلٖيمًاۙ وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيًّا وَلَا نَصٖيرًا
“Allah-u Zülcelâl İman edip sâlih ameller yapanlara ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz çeviren ve kibirlenenlere gelince onlara acı bir şekilde azap edecektir. Bunlar kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.” (Nisa; 173)
Allah-u Zülcelâl bize iman ve akıl vermiştir. Mü’min olan şahsın, tâ ölünceye kadar ve cehennemi arkasında bırakıncaya kadar korku ile titremesinin devam etmesi lazımdır. Yani hak olan budur.
Nasıl bir kişi birisine bir iş yaptığı zaman: “Benim hakkımı ver” diyerek çalışmasının ücretini istiyorsa, bu korku ile titremek de bizim üzerimizde olan bir haktır. Çünkü mü’min olarak bu bizim görevimizdir.
Cehennem öyle bir şeydir ki, yetmiş bin zincirle bağlıdır ve her bir zinciri yetmiş bin melek tuttuğu halde onu yine durduramıyorlar. Öyle figan ediyor ki, onun sesinden insanın ödü patlar. İşte bu cehennem Allah-u Zülcelâl’in huzuruna gelip:
“Ya Rabbi! Sana asi gelenlere azap vermem için bana izin ver” diyerek izin istiyor. Bunu dilimizle söylüyoruz. Eğer kim pehlivansa, parmağını dünyadaki ateşin üzerine bir saniye koysun. Koyamaz. Hal böyle iken; “Ben o cehennemin azabına dayanacağım” demek, ne kadar büyük yalandır. “Ben o ateşe inanmıyorum,” deyip, kendimizi ondan muhafaza etmemek de çok büyük bir yanlıştır.
Allah-u Zülcelâl, ubudiyeti (kulluk) çok sevmiştir. Sâdât-ı kiramlar da yanlarında bulunan mü’min kardeşlerine ubudiyeti öğretiyorlar.
Nefs, çok acayip bir şeydir. Daima başını kaldırıp: “Ben varım” diyor. Onun için Evliyalar yanlarında bulunan mü’min kardeşlerine ubudiyeti, onun edeplerini öğretiyorlar. Nefsi yok etmek suretiyle daima Allah-u Zülcelâl’e karşı edepli ve tazarrulu bir şekilde yalvarma halinde olmayı bize öğretiyor ve bizden istiyorlar.
Ebu Muhammed’ül Ceriri radıyallahu anh buyuyor ki:
“Allah-u Zülcelâl, kendi evliya ve asfiyalarının boynuna ubudiyet halkasını geçirmeden dünyadan çıkarmaz.”
Allah-u Zülcelâl onları sevdiği için illa o ubudiyet halkasını onların boynuna takıp, sonra kendi huzuruna getirir. Onun için Ebu Yezid-i Bestami radıyallahu anh buyuruyor ki:
“Herkes hesaptan korkarak; ‘keşke Allah-u Zülcelâl benimle hesap görmeseydi’ diyorlar. Ben de istiyorum ki, Allah-u Zülcelâl benimle hesap görsün” ona dediler ki:
“Allah-u Zülcelâl’in hesabı zordur, sen niçin böyle istiyorsun?”
“Allah-u Zülcelâl’in benimle hesap görmesini şunun için istiyorum. Allah-u Zülcelâl benimle hesap görürken, belki bana; Ya Abdi (ya kulum) der. O’nun bana bir sefer ya kulum demesi, benim için dünyadan ve ahiretten daha sevimlidir. Daha sonra beni ister cehenneme koysun, isterse cennete.” diye cevap verdi.
Bakın! Onlar Allah-u Zülcelâl’i nasıl seviyorlardı. Bu şekilde ubudiyet, kulluk vazifesini yerine getiriyorlardı.
Böyle olunca da nefs yok oluyor. Nasıl yağmur, yağdığı zaman yüksek yerlerde durmayıp, çukur yerlerde toplanıyorsa, Allah-u Zülcelâl’in feyzi, nispeti ve rahmeti de kulların üzerine geldiği zaman alçak gönüllere, ubudiyetle kulluk vazifesini yapan şahısların üzerinde durur. Nefsleri kaba olan, başları gökte olan şahısların üzerinde durmaz, aşağı iner. Onun içindir ki, Evliyalarla beraber olmak bizim için kurtuluştur. Onlardan ayrılmanın sonu da helak olmaktır.
Son Pişmanlık Fayda Vermez
Nefsimize çok yazık ediyoruz. Böyle davranıp da bir gün kabrin kapısına gittiğimiz zaman iş işten geçmiş olacak. O zaman; “Eyvah! Ben şimdi pişman oldum. Keşke böyle yapmasaydım” diyeceğiz, ama bu pişmanlığın faydası yoktur.
Evliyalarla beraber olduğumuz zaman biraz kendimizi toparlayabiliriz. Çünkü bu ahir zamanda çevremiz çok bozuktur. Onlar olmazsa daha fazla tehlikeyle karşı karşıya kalırız. Onun için bazı marifet ehli zatlara:
“Bizim kalbimiz öldüğü zaman, Allah-u Zülcelâl’den gafil olduğu zaman O kalbi tekrar nasıl buluruz?” diye sormuşlar? Onlar da;
“Onun içine Hakk nazil olduğu zaman bulursunuz,” demişlerdir.
“Peki oraya Hakk nasıl nazil olur?” diye sormuşlar, onlar da:
“Hakk’ın dışında her şeyi aradan, çıkardıktan sonra, Hakk nazil olur” demişlerdir.
Hanzala radıyallahu anh bir gün Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh ile karşılaştı. Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh:
“Nasılsın ya Hanzala?” diye sorunca, Hanzala radıyallahu anh:
“Hanzala münafık oldu” diye cevap verdi. Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh:
“Niye böyle söylüyorsun Ya Hanzala?” diye sordu. Hanzala radıyallahu anh dedi ki:
“Ben Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ile beraber olduğum zaman kalbim hep Allah ile huzurlu oluyor. Eve geldiğim zaman çocuklarla, malla meşgul oluyorum ve halimi kaybediyorum. Allah benim evimde de var, Peygamber Efendimizin yanında da var. Niye ben onun yanında huzurlu oluyorum da evimde olamıyorum? Bu münafıklık alametidir.”
Ebu Bekir radıyallahu anh kendi halini düşündü ve:
“Benim halim de böyledir” dedi. Diğer ashabı kiramlar; “Biz de öyleyiz,” dediler. Bunun üzerine beraberce Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in yanına geldiler. Hanzala radıyallahu anh dedi ki:
“Ya Resulallah! Hanzala münafık oldu.” Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Niye, ya Hanzala?” diye sordu. Hanzala radıyallahu anh da durumunu bir bir anlattı. O zaman Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Evet, ya Hanzala! Sen evine gittiğin zaman ailene meyletmen de Allah-u Zülcelâl’in sana bir lütfudur. Her zaman benim yanımda olduğun gibi olsan, meleklerle musafaha yaparsın. Bir saat öyle, bir saat böyle ya Hanzala,” diye üç defa tekrar etti.”
Onun için bu evliyalarla beraber olduğumuz müddetçe Allah-u Zülcelâl’in muhabbeti bize sevimli gelecektir. Bu dünyada Allah-u Zülcelâl’in zikrinin ve ibadetinin mükafatını görmediğimiz için onun kıymetini bilmiyoruz. Ahirete gittiğimiz zaman bu zikir ve ibadetin mükafatını göreceğiz ve kıymetini o zaman anlayacağız ama iş işten geçmiş olur.
Kabir ehli, her gün Allah-u Zülcelâl’e yalvarıp;
“Ya Rabbi! Bana bir sübhanallah demek için izin ver. Veyahut bir sefer la ilahe illallah demek için, iki rekât namaz kılmak için bana izin ver,” diyorlar. Ama izin yoktur.
Peki niçin yalvarıyorlar? Çünkü hakikati gördüler ibadetin, zikrin mükafatının ne olduğunu gördüler. Onun için yalvarıp izin istiyorlar. Ama biz bunların mükafatını henüz görmediğimiz için kıymetini bilmiyoruz. İshak bin İbrahim radıyallahu anh buyuruyor ki:
“Sen kalbini bir zerre kadar Allah-u Zülcelâl’e doğru çevirirsen, kalbini Allah-u Zülcelâl ile huzurlu yaparsan, bu halin güneşin üzerine doğduğu bütün dünya malından senin için daha hayırlıdır.” Demek ki insanın kalbini bir an gafletten, dünya meşgalesinden Allah-u Zülcelâl’in zikrine, O’nun huzuruna çevirmesi, o insan için dünya ve dünyanın içindeki bütün mallardan daha hayırlıdır. Bu bize yetmez mi?
Onun için elimizden geldiği kadarıyla bir o yana bir bu yana kaçan kalbimizi Allah-u Zülcelâl’in zikrine, O’nun huzuruna getirmek için daima çaba göstermemiz lazımdır. Böyle olmadığımız zaman da;
“Allah-u Zülcelâl’in aşkı, muhabbeti bende yoktur, yapamıyorum, ne yapayım Allah-u Zülcelâl bana vermemiş” diyerek umutsuzluğa düşmemiz doğru değildir. Allah-u Zülcelâl’den o hali istememiz lazımdır. Çünkü Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de:
“Ya Rabbi! Senin sevgini, aşkını muhabbetini senden istiyorum,” diye, daima dua etmiştir. Ebu Derda radıyallahu anh buyuruyor ki:
“Allah için olan bazı kullar vardır. Allah-u Zülcelâl’in aşkına doğru şimşekler gibi, hatta daha süratli olarak giderler.” Ama onlar, oldukları yerde oturarak böyle olmamışlardır. Allah-u Zülcelâl’den samimi olarak yalvarıp istemişler, Allah-u Zülcelâl de onların bu samimiyetine bakarak onlara bu aşkı, muhabbeti vermiştir.
Nasıl insan dünyada herhangi bir şeyi meşakkat görmeden kolayca elde edemiyorsa, Allah-u Zülcelâl’in muhabbeti, aşkı, cennet-i âlânın nimetlerini de hiçbir şey yapmadan bedava olarak elde edemez. Böyle olmasını istemek, hiçbir şey yapmadan onları kazanmayı, elde etmeyi talep etmek doğru değildir.
Ashab-ı Kiram Çok Sabretti!
Esasen biz şimdi çok rahatız. Ashab-ı kiramın hayatlarına bakarsak nasıl eziyet, sıkıntı çektiklerini görürüz. İki hurma ile üç hurma ile harbe gidiyorlardı. O Arabistan sıcağında, hurmayı ağızlarında emerek susuzluklarını ve açlıklarını gideriyorlardı. Cennet, onlara helâl olsun!
Biz de: “Şu kadar virt çektim, şöyle yaptım böyle yaptım” diyerek, aynı bir hayvanı besler gibi nefsimizi besliyoruz. Peki o nefsten ne hayır meydana çıkar? Ancak kibir, ucub, haset, onu saracak, ondan sonra da ona bir şey yaptıramaz hale geliriz. Hiç olmazsa yemek yediğimiz zaman, nefsimizin üzerine bir yük yüklememiz lazımdır ki azmasın. Azgınlaşırsa şayet, bir daha onu yükün altına sokamayız. Onun için yemek yediğimiz zaman, o yemekle zikir yapmalıyız, namaz kılmalıyız, Kur’an okumalıyız. Çünkü nefs bunları yapmayı istemez. Bunları yapmak yerine arkadaşları ile oturup, konuşmayı, çay içmeyi, sigara içmeyi ister. Onun ahlakı böyledir. Onun için daima, Allah-u Zülcelâl’in dostları ile beraber olmak gerektiğini söylüyorum.
Kalbimizde Allah-u Zülcelâl’in aşkını, muhabetini, rızasını kazanma gayreti ve merakı olmalıdır. Bu istek aklımızdan hiç çıkmamalıdır. Çünkü biz dünyaya O’nun için geldik. Nitekim Allah-u Zülcelâl ayeti kerimede:
“Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyurmuştur. (Zariyat, 56)
Madem ki dünyaya Allah-u Zülcelâl’e ibadet yapmak için geldik, öyleyse başka şeylerle meşgul olmak haksızlıktır. Kalbimizde sadece Allah-u Zülcelâl’e ibadet yapma isteği olmalıdır. Bu istek olduğu zaman, eğer yapamasak da Allah-u Zülcelâl diyecektir ki:
“Benim kulumun rızamı kazanma isteği vardır ama elinden ancak o kadar geliyor. Çünkü zayıftır.” ve bu şekilde rızasını bize nasip edecektir. İnşaalah!
Sabitü’l Nesaci radıyallahu anh buyuruyor ki:
“Ben Kur’an’ı senelerce korku ile okudum. Ama huzurlu bir kalp bulamadım Kur’an’ı reca, yani ümit ile okudum yine huzurlu bir kalp bulamadım.” Ona dediler ki:
“Peki ne ile buldun?” Dedi ki:
“Tecrit ile buldum.”
“Ya Sabit! Tecrit nedir?”
“Sadece Allah’ın rızasını, muhabbetini kalbime koydum. Onunla huzurlu bir kalp buldum.”
Onun için bütün dünya elimizde olsa, bütün dünya malı bizim mülkümüz olsa yine de kalpte bu istek olduğu zaman, inşallah herkes Allah-u Zülcelâl’e ulaşabilir. Fakat kalp zaman zaman dünya sevgisine, dünya malına doğru kaydığı için, o istek zayıf kalıyor. Onun için de bir yere varamıyoruz.
Birkaç defa bunu söyledim ama burada bir defa daha söylemekte fayda görüyorum. Bir kişi caminin kapısının önünde şaşkın gibi:
“Ben Allah-u Zülcelâl’i nasıl razı edeceğim?” diye bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu. Tabi Allah-u Zülcelâl onun kalbine baktığı için onun bu samimiyetini gördü ve onu sıddıklardan yazdı.
Allah-u Zülcelâl bizim yüzümüze bakmaz, daima kalplerimize bakar. Kalbimizde o isteğin bulunması lazımdır. Çünkü o istek çok kıymetli bir şeydir.
Allah-u Zülcelâl’in rızası için yanmamız lazımdır. O rızayı kazanmadığımız sürece, sanki dünya bizim başımıza yıkılıyormuş gibi bir halin, bir hüznün içinde olmamız lazımdır. İllaki onu kazanma gayretinde bulunmamız lazımdır. Çünkü biz O’nun rızasını kazanmak için dünyaya geldik. Bazı maneviyat ehli zatlara:
“Niçin hiç konuşmuyorsun? Başını yere eğip daima sükut ediyorsun,” demişler. O da buyurmuş ki:
“Hayır ben konuşuyorum.”
“Kiminle konuşuyorsun?” diye sorduklarında da:
“Kalpleri çeviren zatla, Allah-u Zülcelâl ile konuşuyorum” diye cevap vermiştir. Onlar daima Allah-u Zülcelâl ile beraber olduklarını hissediyorlardı.
Ömer bin Abdülaziz zamanında, bir ordu hazırlanıp Rumların üzerine gönderilmişti. Yapılan harpte, ashab-ı kiramlardan yirmi kişi esir düştü. Onların padişahı ashabı kiramlardan birini çağırıp, hırıstiyanlığa davet etti. Kabul etmeyince, şehit ettiler. Onu şehit ettikleri zaman, onun başı daha meydanda iken:
“Ey mutmain olmuş nefs! Rabbine dön. Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak. Haydi (salih) kullarımın arasına karış. Cennetime gir.” (Fecr, 27,28,29,30) Ayetini okudu.
İşte bakın! Bir saniye ile kazandı. Dünya da bir saniyedir. Zaten denilmiştir ki: “Müşriklerin kılıcı, kurşunu mü’minlere değdiği zaman, bir pirenin ısırması kadar bir acı duyar. Yeter ki; ‘Ben kendimi Allah’a feda ettim,” desin. O zaman her şey kolay olur.
Diğer sahabeyi çağırıp hristiyanlığa davet etti. O da kabul etmedi ve onu da şehit ettiler. Daha başı meydanda iken;
“Bu iyiliklerin sahibi hoş bir hayat içinde olacaktır. Onlar yüksek bir cennettedir”. (Gaşiye, 9-10) Ayeti Kerimesini okudu.
Üçüncüyü çağırıp hıristiyanlığa davet etti. Neuzubillah o, bu daveti kabul edip Hıristiyan oldu. Padişah veziri, padişaha dedi ki:
“Kendi dinine sahip olmayan, bize nerede sahip olacak? Bu adam haindir.” Ve onu da öldürdüler. O da cehennem ateşine girilecek olan ayet-i kerimeyi okudu.
Burada bizim için çok büyük bir ders vardır. Dünya hayatı da aynen böyledir. Onlar bir dakika içinde bu dünyadan ayrıldılar.
Biz de bu dünya hayatını gözümüzde büyütüyoruz. Uzun bir zaman gibi görüyoruz ama dünya hayatı aynı o bir dakika kadardır. Onun için o dakikayı değerlendirmek lazımdır. Sabaha kadar söylesem yine de derdime derman bulamam. Ama bu söylediklerimi kâfi görüyorum.
Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacağı şekilde amel-i salih nasip etsin. Amin..

REKLAM ALANI
REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ