GÖNÜL SOHBETLERİ / Öncekilerin Güzel Hallerini Örnek Alalım
GÖNÜL SOHBETLERİ
Öncekilerin Güzel Hallerini Örnek Alalım
Seyda Muhammed Konyevî -KS-
Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“Peygamberlere ait haberlerden, kalbini onunla mutmain edeceğimiz her türlü haberi sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bu surede de sana hak ve müminlere de bir öğüt ve ihtar vardır” (Hud; 120)
Bu ayeti kerimede bizim için çok büyük bir ders vardır. İnsan bazı zamanlarda öyle ağır hasta oluyor ki bir bardak suyu ağzına götürüp içemeyecek duruma geliyor. Başkaları ona su içiriyor. Hatta suyu dahi içemiyor, pamuğu ıslatıp dudaklarını ıslatmak suretiyle susuzluğunu gideriyorlar.
Bunu hepimiz görüyoruz. Tabi bu insanın zahiri olan tarafıdır. Bir de manevi insan vardır fakat biz bunu görmüyoruz. Bu manevi olan insan da ya kötülükle müpteladır ya da Allah-u Zülcelâl’in ibadetiyle meşguldür. Yani insan iki tanedir.
Zahiri olan insan yeryüzünde sıhhatli bir şekilde dolaşır. Manevi olan insan ise ya sâlih ameller yapmak suretiyle kıyamet gününde çok güzel nimetlerin içinde olacak; ya da -neuzübillah- kötü işlerle meşgul olup sahibini çok şiddetli olan cehennem azabına müstahak edecektir.
Bu manevi olan insan, maneviyat bakımından hasta olduğu zaman ve ibadet yapacak hali kalmayıp daima günahlarla meşgul olduğu zaman, onu tedavi etmek lazımdır. Eğer onu tedavi etmezsek öyle şiddetli bir azapla karşılaşacağız ki, çok büyük bir pişmanlığa düşeceğiz ama iş işten geçmiş olacaktır. Onun için bu manevi insan hasta olduğu zaman hemen onu tedavi edecek çarelere başvurmamız lazımdır.
Bu geçici olan hayatta biraz başımız ağrıdığı zaman hemen bir ağrı kesici alıyoruz. Bu ufacık rahatsızlığa bile tahammül gösteremiyoruz. Allah-u Zülcelâl’in kıyamet gününde hazırlamış olduğu şiddetli azabı ne kadar anlatırsak yine de onun şiddetini tarif edemeyiz. Çünkü Allah-u Zülcelâl kendi kudret ve azameti ile hazırlamıştır. O şiddetli azaba hiç kimsenin dayanacak gücü yoktur. Bu yüzden o azaba müstahak olmamak için daha bu dünyada iken kendimizi tedavi etmemiz lazımdır.
Ömrümüz Sınırlıdır
Nefs ve şeytan bizi aldatıyorlar. Eğer biraz derin olarak düşünürsek ne derece onlara aldandığımızı meydana çıkarabiliriz. Allah-u Zülcelâl, biz daha annemizin karnında iken ne kadar yaşayacağımızı takdir etmiştir. Bundan ne fazla ne de eksik olur. Bir havuzu suyla doldurup altından bir delik açtığımızda ve havuza bir daha da su ilave etmediğimiz zaman, havuzdaki su bitmeyecek mi? Mutlaka biter. Her kim de bitmez derse, herkes ona; “Sen yalancısın” diyecektir.
Bizim ömrümüz de aynen o havuzdaki su gibidir. Altında bulunan delikten hiç durmadan akıp gidiyor. Bu şekilde akarak bir gün mutlaka bitecektir. Hatta bazılarımızın ömrü çok az kalmış, bitmek üzeredir. Ama maalesef bundan haberimiz yoktur. Onun için aklımızı başımıza alıp kalan ömrümüzde tedavi olmak, Allah-u Zülcelâl’in ibadetiyle meşgul olup kendimizi günahlardan muhafaza etmek için gayret göstermemiz lazımdır.
“Ben iyiyim” demekle, iyi olamayız. Mümin olan kimsenin şuurlu olması ve kendi kârını ve zararını bilmesi lazımdır. Bunu hepimiz biliyoruz ki, Allah-u Zülcelâl ayet kerimede:
“Bütün insanlar hüsrandadır.” (Asr; 1) Yani bütün insanlar zarardadırlar. Bazı kimseler amel yapıyorlar ama bu amellerine güvenmesinler. Çünkü o amelden daha efdal olan ameller muhakkak vardır. Onun için daima kendimizi düşünmemiz lazımdır. Elimizde bulunan sermaye bir gün aniden bitecek ve çok pişman olacağız ama iş işten geçmiş olacaktır.
Allah-u Zülcelâl’in Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme emretmiş olduğu bütün şeyler O’nun ümmetine de emirdir. Allah-u Zülcelâl ayeti kerimede:
“Önceki Peygamberlere ait haberleri sana kıssa olarak bildirdiğimiz zaman, senin kalbin onunla mutmain olur ve İslam dininin üzerinde sabit olur. Başka insanlardan gördüğün eziyetlere tahammül edecek duruma gelirsin” buyurmuştur. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem müşriklerden birçok eziyetler görmüştür. Secdede iken mübarek vücuduna devenin derisini ve bağırsaklarını atıyorlardı. O kadar çok eziyet yaptılar ki anlatmakla bitiremeyiz.
Allah-u Zülcelâl, önceki Peygamberlerin ümmetlerinin onlara yapmış olduğu eziyetleri Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e bildirdiği zaman, Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem onların hallerine bakarak teselli buluyor ve müşriklerin yaptığı eziyetlere karşı tahammül gücü artıyordu. Bu, bizim için de çok büyük bir derstir.
Biz de daima önceki Peygamberlerin ve Sadat-ı kiramların hallerini, ahlaklarını bilirsek, çok büyük menfaat elde ederiz. Çünkü onların güzel ahlaklarını bildiğimiz zaman;
“Keşke benim ahlakım da öyle olsaydı, keşke ben de onlar gibi amel yapsaydım” diyerek, amelin üzerinde daha gayretli oluruz. Böyle olduğumuz zaman da inşaallah Allah-u Zülcelâl o amelleri ve o güzel ahlakları bize nasip eder. Çünkü bizden önceki seleflerin güzel olan halleri onları cenneti âlâya müstehak ettiği için, insan bunları bildiği zaman yapmayı temenni eder ve bir gayretin içine girer. Onun için daima Peygamberlerin, evliyaların hallerinden, ahlaklarından birbirimize bahsetmemiz lazımdır.
Onların hallerinden, ahlaklarından bahsettiğimiz zaman kalbimiz mutmain olur ve İslam dininin üzerinde sabit olur. Hakikaten de hepimiz de bunu tecrübe edebiliriz. İnsan evliyalardan bahsettiği zaman bir huzur buluyor, hasta dahi olsa sıhhat buluyor, rahatlıyor. Onun için onların hallerini, ahlaklarını, amellerini birbirimize anlatmak, bizim için büyük bir menfaat ve ameli salihtir.
Bir kimse nasıl bir ibadet yaptığı zaman, o ibadetten manevi olarak bir menfaat elde ediyorsa; biz de Peygamberlerden, evliyaların hallerinden bahsettiğimiz zaman büyük bir menfaat elde ederiz. Çünkü onlar Allah-u Zülcelâl’in askerleri gibidirler.
Mü’minlerin halleri, ahlakları onlardan bahsetmekle doğrulur, kalplerine Allah-u Zülcelâl’in muhabbeti girer. Onun için elimizden geldiği kadarıyla birbirimize onların hallerini, ahlaklarını anlatmamız ve denizden bir damla da olsa onların ahlakı ile ahlaklanabilmek için gayret göstermemiz lazımdır.
Allah-u Zülcelâl’e karşı olan ibadetlere, namaz olsun, oruç olsun, zekat olsun, hac olsun, yolun üzerindeki bir şeyi kaldırmak olsun, mü’min kardeşimize yardımcı olmak olsun yani hangi ibadet olursa olsun daima o ibadetlere aşık olmamız lazımdır. Böyle olduğu zaman belki de Allah-u Zülcelâl bizim küçük bir ibadetimize bakarak bizi af ve mağfiret edebilir.
Namaz Dinin Direğidir
Bilhassa namazın üzerinde elimizden geldiğince gayretli olmamız lazımdır. Çünkü namaz İslam dininin direğidir.
Namazın olmaması, binanın direksiz olması gibidir. Onun için ilk olarak kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza namaz ile tavsiyede bulunmamız lazımdır.
Namaz bütün ibadetlerin başıdır. Çünkü Allah-u Zülcelâl bir ayeti kerimede:
“Namaz muhakkak fuhşiyattan ve münker olan şeylerden alıkoyar” (Ankebut 45) buyurmuştur.
İbni Abbas (Radıyallahu Anh)’dan şöyle rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem zamanında bir kişi vardı. Devamlı olarak beş vakit namazını Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in arkasında kılıyordu. Fakat karşısına ne günah gelirse gelsin yapardı. Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e dedik ki:
“Ya Resulallah! Bu adam beş vakit namazını senin arkanda kılıyor. Fakat karşısına ne günah gelirse yapıyor. Ayeti kerimede de; ‘Namaz muhakkak fuhşiyattan ve münker olan şeylerden alıkoyar’ buyrulmuş. Bu nedir?” Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, kısa olarak buyurdu ki:
“Onun namazı, günahlardan onu muhafaza eder.” Kısa bir süre sonra o adam öyle bir pişmanlık içine girdi ki, bütün yaptığı günahlardan tevbe etti ve öyle güzel bir ibadetin sahibi oldu ki, ashab-ı kiramlar şaşırıp kaldılar.
Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e gelerek:
“Ya Resulallah! O adam Allah-u Zülcelâl’e döndü ve ibadetlerine öyle bir sarıldı ki bizi de geçti” dediler. Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
“Ben size demedim mi, onun namazı onu korur”
İşte namaz böyledir. Onun kıymetini iyi bilelim. Rükusu ile, secdesi ile huşu içinde, huzurlu olarak namazımızı kıldığımız müddetçe Allah-u Zülcelâl bizi muhakkak günahlardan muhafaza eder, hakiki bir tevbe ve amel-i salih yapmayı da nasip eder, inşaallah!
Namazın içinde bütün meleklerin ibadetleri vardır. Biz onları görmüyoruz ama göklerdeki meleklerin bir kısmı kıyam halindedir, bir kısmı rüku halindedir, bir kısmı da secde halindedir. İşte namaz meleklerin ayrı ayrı cemaat olarak yapmış oldukları bu ibadetleri kendi içinde toplamıştır. Ve Allah-u Zülcelâl bu namaz ibadetini bize nasip etmiştir.
Alâ ismindeki bir zat, Ankebut suresini tefsir ederken demiştir ki:
“Namaz, meleklerin tümünün ibadetlerini ve diğer ibadetlerin çeşitlerini içinde topladığı için Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“Ya kulum! Sen bu zayıflığınla bana rüku yapıyorsun, secde yapıyorsun, kıyam yapıyorsun, tesbih yapıyorsun, tehlil yapıyorsun ve zayıflığına rağmen Bana bunları hediye ediyorsun; Ben keremimle, cömertliğim ve zenginliğimle sana niçin cenneti âlânın içindeki çeşit çeşit nimetleri vermeyeyim; cemalimi niçin sana göstermeyeyim ve seni niçin af ve mağfiret etmeyeyim.”
Peki bundan daha güzel bir şey var mıdır? Allah-u Zülcelâl’in kıyamet gününde bize bu şekilde hitap etmesinden daha güzel bir şey var mıdır? Cenneti âlâda öyle çok ve çeşitli nimetler vardır ki, insan bütün ömrünce bu nimetleri saysa yine de bitiremez.
Hatta Allah-u Zülcelâl buyurmuştur ki;
“Cennette nasıl nimetler olduğu insanın kalbine hatara olarak gelmez” Yani o kadar büyük ve güzel nimetler vardır ki, insan onları düşünemez. İşte Allah-u Zülcelâl kıyamet gününde:
“Ya kulum! Sen namazın içinde bulunan çeşit çeşit ibadetleri bana hediye ettin. Ben bu nimetleri niçin sana vermeyeyim?” buyurması, bizim için ne büyük bir müjde ve ne büyük bir nimettir. İnsan bu müjdeye bakarak ruhunu, canını namaz için feda etmesi lazımdır. Bilhassa sabah namazına aşk ve muhabbetle kalkmak lazımdır.
Nefs sıcak yataktan çıkmak istemez. Türlü hilelerle insanı sabah namazından geri bırakmak ister. Böyle olduğu zaman hemen bu müjdeleri aklımıza getirip yaramaz olan nefse uymamamız lazımdır. Eğer ona uyacak olursak bizi çok perişan eder.
Cennet, Ashab-ı kirama helal olsun! Hz. Ömer radıyallahu anh şehit olduğu zaman, mübarek vücudunda sopa izleri gördüler. Vücudu simsiyahtı. Oysa Hz. Ömer Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerini ince ince yerine getiriyordu. Gece-gündüz Allah-u Zülcelâl’i razı edebilmek için çabalıyordu. Hatta bir gün Medine-i Münevvere’nin dışına doğru gitmeye başladı. Hz. Ali radıyallahu anh dedi ki:
“Ya Emir’ül Mü’minin! Nereye gidiyorsun?” Hz. Ömer şöyle cevap verdi:
“Zekat mallarından bir deve kayboldu. Onu aramaya gidiyorum.” Hz. Ali radıyallahu anh:
“Ya Emir’ül Mü’minin! Sen kendinden sonraki halifeleri yok ettin. Hiç kimse senin gibi yapamaz. Herkes diyecek ki;
“İmam-ı Ömer böyleydi, ama bu öyle değildir” dedi. Hz. Ömer radıyallahu anh dedi ki:
“Ya Ebu’l Hasen! Beni itap etme. Nil nehrinin kıyısında bir devenin ipi kaybolsa, ben burada diyorum ki;
‘Allah-u Zülcelâl bununla beni muaheze (yargılamak) edecek ve kıyamet gününde beni sorguya çekecek’”
İşte onlar Allah-u Zülcelâl’e karşı böyle titiz davranmalarına rağmen, O’nun korkusundan ödleri patlıyordu. Böyle olduğu halde Hz. Ömer radıyallahu anh sopayla kendisine vuruyor ve;
“Bugün niye daha fazla ibadet yapmadın; niye bu hatayı yaptın” diye nefsini itap ediyordu. Ona kurban olayım.
Allah-u Zülcelâl, denizden bir damla olsa bizi onların hayrından mahrum etmesin. Ne kadar güzel, ne kadar doğru davranıyorlardı, ne kadar akıllıydılar.
Nefsimizi Hesaba Çekelim
Eğer biraz derin olarak düşünürsek bu ömür bizim için çok önemli bir fırsattır. Ama biz, sanki hiçbir şey yokmuş, dünyaya geldik ve gideceğiz gibi davranıyoruz. Bu çok yanlıştır. Onlar böyle yapıyorlardı da biz niçin onlar gibi yapamıyoruz. Bu şekilde davranmak bize de lazım değil midir?
Kendi halimizi biraz tefekkür edip:
“Ben gevşek davranıyorum; Allah-u Zülcelâl’e niye hakkıyla ibadet yapamıyorum” demiyoruz. İbadet yapamadığımız zaman niçin sanki dünya başımıza yıkılmış gibi olmuyoruz? Daima bu halin içinde olmamız lazımdır.
“Benim dünyaya gelmem, benim için çok büyük bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirmek suretiyle bu dünyadan gitmeliyim. Yoksa kıyamet gününde çok perişan olurum” diyerek, nefsimize itapta bulunmamız lazımdır.
Nefsimiz Allah-u Zülcelâl’e ibadet yapmadığı zaman, kendimize vurmuyorsak ta, hiç olmazsa manevi olarak vuralım.
“Ya nefsim! Sen böyle yapmakla çok büyük zarar ettin.”
Hz. Ömer radıyallahu anh geceleri nefsine:
“Ya nefsim! Sen Allah için ne yaptın?” diye soruyordu.
Biz de kendimize:
“Bugün Allah için ne yaptım? Namaz kıldım mı? Allah’ın zikrini yaptım mı? Herhangi bir İslami hizmet yaptım mı? Bir mü’min kardeşime menfaatli oldum mu, olmadım mı?” diye sormak suretiyle, kendi hesabımızı görmemiz lazımdır.
Eğer biz buna meraklı olmazsak ve yapamadığımız zaman mahzun olmazsak, bizden hiçbir şey çıkmaz. Sıfır olarak dünyadan gideriz. Onun için Allah-u Zülcelâl’in rızasına, ibadetine karşı meraklı ve mahzun olmamız lazımdır.
Allah-u Zülcelâl hepimize razı olacağı şekilde ameli salih nasip etsin. Amin..