Hace Bahauddin Şâh-ı Nakşibend Hazretleri
Asıl adı Bahauddin Muhammed B. Muhammed’ül Buhari’dir. Şâh-ı Nakşibend olarak meşhur olan Muhammed Bahauddin Hazretlerine bu ünvanın ne zaman verildiği bilinmemekle beraber, devamlı olarak yapılan gizli zikrin kalblerde vücuda getirdiği “nakş”a izafeten bu ismin verildiği fikri kabul görmüştür.
Muhammed Bahâuddîn Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin gönül âleminden nasipli yüreklere aksede aksede günümüze kadar teselsül eden irşad nûruna vâris olmuş, büyük bir Allah dostudur… Üstelik Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme nisbeti yalnızca mânen değildir. O, aynı zamanda Seyyid, yani Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin pâk nesebindendir…
O kadar büyük bir Mürşidi Kâmildir ki kendisine kadar “Hâcegân” ismiyle tanınan tasavvuf yolu, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin nakşettiği silinmez mühürle “Nakşibendiyye” adıyla anılagelmiştir…
Muhammed Bahauddin Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Muharrem 718’de (1318) Buhara yakınlarındaki Kasrıarifan (Kasrıhindüvan) köyünde doğmuştur. Üç günlük bebek iken dedesinin mürşidi Baba Muhammed Semmasi kuddise sirruhu hazretleri tarafından manevi evlatlığa kabul edilmiş, daha sonraki yıllarda Muhammed Baba Semmasi Hazretleri, O’nu müridi Emir Külal’a teslim ederek tasavvuf terbiyesiyle yetiştirilmesini istemiştir.
Buhara (Günümüzde Özbekistan sınırları içindeki şehir) ile Şâh-ı Nakşibend Hazretleri arasında büyük bir bağ oluşmuş, Buharalılar, O’nun aralarında bulunuşu ve bereketi vesilesiyle Allahu Zülcelal’in kendilerini belalardan koruduğunu düşünmektedirler. O’nun manevi varlığının etkisiyle Buhara, bütün Orta Asya Müslümanları nezdinde ilim ve maneviyat merkezi addedilmeye başlanmıştır.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ile büyük kuvvet bulan tarikatı, Orta Asya, Horasan ve çevresinde Ehli Sünnet akidesinin yayılmasında ve beldelerin Sünnileşmesinde çok etkili olmuştur.
İki kez Hacca gitmişlerdir. 3 Rebiülevvel 791’de (2 Mart 1389) 73 yaşında iken, doğduğu köy olan Kasr-i Arifan’da ahirete irtihal etmiştir.
“Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri, tarikatın adab ve usulünü öğrendiği sıralarda, bir gece rüyasında, kendisinin doğumundan bir asır evvel vefat etmiş olan Abdulhalik-ı Gücdüvani’yi görür ve O’nun manevi şahsiyetine intisab eder. Evvela tasavvufu öğrenip bilahare ilmi eğitimini tamamlamış olduğundan, “Üveysî” lakabıyla anılmaya başlanır. Mezarlığı dolaşırken yakın zamanda vefat eden Şeyhi Semmasi ve diğer büyük zatları mana aleminde müşahede eder. Bu sırada Gücdüvani Hazretleri’nin kendisine; “dinin emir ve yasaklarına uy”, “ruhsatlara ilgi gösterme”, “azimetlere sadık kal”, “Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve ashabının yolundan git”, şeklindeki tavsiye ve ikazları, manevi âleminde büyük bir etki yapar. Bu ikazlardan sonra hayatında ruhsatları değil de azimetleri (fetva yerine takvayı ) esas alıp, cehri zikirden hafi zikre yönelir.” (risaleinurenstitusu.org)
Keramete itibar etmez, istikâmeti önemserdi
Muhammed Bahauddin Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, hazretleri orta boylu, mübarek yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile elâ renk karışımı olan kestane renginde idi. Sakalının beyazı siyahından çok idi. Ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Konuşmaları Peygamber efendimizin konuşması gibi tane tane idi. Konuştuğu kimseye yönünü dönmüş olarak konuşurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Her gün kendini yirmi kere ölmüş ve mezara konmuş olarak düşünürdü. Kimseyi küçük ve hakîr görmez, daima güler yüzle karşılardı. Ancak celâllendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda heybetinden karşısında durulmaz olurdu. Şemaili, görünüşü birçok bakımdan Resulullah efendimize benzediği gibi, sözleri, işleri ve bütün hareketleri sünneti seniyyeye uygun idi.
Baba tarafından nesebi İmam-ı Cafer-i Sıddık hazretlerine dayanan Şâh-ı Nakşibend Hazretleri kerametlerin fazla bir değer taşımadığını, bir tarikata bağlanmanın yeterli olmadığını ifade ederek, tekkelerde fazla oturmamasıyla geleneksel sufilikten farklı hareket etmiştir. Muhammed Bahauddin Hazretleri, ilim adamlarına değer verdiği gibi onlar da kendisine hürmet etmişlerdir. O, “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz”(Enbiya; 7.) ayeti kerimesini, ilim adamlarına danışmayı emrettiği şeklinde tefsir etmiştir. (TDV İslam Ansiklopedisi, IV. C, s. 458-459).
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, kerametlerin açıklanmasına karşı olup, özellikle bu konuda talebelerini ikaz etmiştir. Bu sebepledir ki, Nakşi tarikatında “Kerameti gizlemek, göstermekten daha büyük keramettir” düsturu esas alınmıştır.
İslâm büyükleri, Hak yolunda kendilerine daima kerameti değil istikâmeti düstur edinerek nail oldukları yüce makamlara erişebilmişlerdir. Onlar şeriat ve istikameti, hayatlarında her zaman mihenk olarak tutmuşlar; kendilerinde zuhur eden harikuladeliklere itibar etmemişlerdir. Onların nezdinde Sünneti Seniyyeyi tavizsiz yaşamak her zaman ön planda olmuştur. Bir gün müridleri Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinden keramet istemişlerdi. “Bizim kerametimiz açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan daha büyük keramet mi olur?” diye cevap verdikten sonra, tasavvufta mühim olan hususun keramet değil istikâmet olduğunu bir kez daha hatırlatarak şöyle buyurmuşlardır: “Bir kimse bir bahçeye girse ve orada her ağacın yaprak yaprak dile gelip: “Ey Allah’ın velisi merhaba!” diye seslendiğini duysa, zahiren de batınen de bu sese asla iltifat etmemeli! Bilâkis kulluktaki gayret ve azmi daha da ziyadeleşmelidir (artmalıdır).”
Bunun üzerine bazı müridleri, “Efendim, ne kadar üzerini örtseniz de sizden de zaman zaman keramet zahir olmakta!..” demişler. Bunun üzerine Muhammed Bahaudddin Şâh-ı Nakşibend Hazretleri o zuhur eden kerametleri dahi kendilerine nispet etmekten çekinmişler, “O müşâhede ettikleriniz, müridlerimin kerametleridir.” Buyurarak tevazu göstermişlerdir.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, karşılaşacağımız olağanüstü haller karşısında nasıl tavır göstermemiz gerektiği hususunda buyurdukları bir sözüyle bizleri ölçülendirirler: “Ehlullah’tan manevi zuhûrat ve tulûatları karşısında firaset ve dirayet sahibi olanlar, o hâlleri (fiili kıstas olarak) şer‘i ölçülerle mizan ederler. Eğer bu hâller şer‘i ölçülere uygun ise onlara îtimâd edip izhâr ederler, tatbikāta geçirirler. Fakat kendilerinde vukû bulan bu hâller şer‘î ölçülere aykırı ise onlara îtibâr etmez, ilgi ve alâka göstermezler.”
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri devamlılık hususunda da şöyle buyurur: “Herkes koşmakla avı yakalayamaz. Avı devamlı takip eden kimse yakalamaya muvaffak olur. Bunun için, sürekli ve istikamet üzere çalışmak icab eder.”
Anlaşılacağı üzere; insan ara vermeden ve amacını unutmadan sürekli gayret gösterecektir ve yaptıklarını da yeterli görmeyecektir ki bir başarı elde edebilsin. Yoksa ne seyr olmaktadır, ne de sûlük. Ne de ahlak güzelleşmektedir.
Nakşibendi yolunda nefsi kusurlu görmenin önemi
Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin nasıl bir mahfiyet ve tevazu hali üzere olduğunu anlamamız ve kendimizi nasıl görmemiz gerektiği hususunda şu sözleri de dikkat çekicidir. Şâh kuddise sirruhu şöyle der:“Âlem buğday ben saman, Herkes yahşi ben yaman!” Bu söz şu anlama geliyor; “Benden başka herkes buğday gibi faydalı ve işe yarar, bir tek ben saman gibi faydasızım; herkes iyidir, kötü olan bir benim…”
Şâh Hazretleri, öyle bir mahfiyet (kendini görmeme ve hâlini gizleme) içerisindeydi ki, hayatta iken söz ve kerametlerini yazmak isteyen müridi Hüsameddin Hâce Yusuf’a müsaade etmemişti.
Nefse prim vermemek ve onu aşağı görmek Nakşibendi yolunun önemli prensiplerinden birisidir. Hazreti Pir kuddise sirruh, Nakşibendi Yolunda ilerlemek, dolayısıyla maneviyatta kemal sahibi olmak niyetinde olan kimselerin nefislerini noksan ve kusurlu görmelerinin gerekliliğini ve nefs terbiyesinin başlangıç şartının bu olduğunu şu sözleriyle ortaya koymuşlardır; “Bir salik, kendi nefsini Fivarun’un nefsinden daha beter görmezse, o salik, yolumuzun ehli olamaz. Bu yolda varlık iddiasından geçerek yokluğa ermek, muazzam bir iştir. Nefsini noksan sıfatı ile görmek kolay değildir. Lâkin nefsin noksanlığını idrak edebilmek, Hakk’a vuslat zaferinin ipucudur. İşte ben de bu sıfatları tahsilde, nefsimi bütün varlıkların her tabakasıyla mukayese ettim, onu kâinattan her zerre ile tarttım. Hakikatte her şeyi, her varlığı, her yaratığı nefsimden daha iyi ve daha hoş gördüm. Nefsimi bu denli âciz ve zavallı görmek, içimdeki her türlü kiri-pası temizledi…”
İnsandan zuhur eden bütün zulümlerin, günahların ve hataların temelinde nefsin, başkalarından kıymetli görülmesi ve başkalarından daha fazla insanın kendi nefsinin nimetlere layık olduğunu düşünmesi, nefsin üstünlük psikolojisi vardır. İnsanı mutsuz ve huzursuz eden düşüncelerin, boş mücadele ve tartışmaların hemen hemen hepsinin altında bu tür nefsani marazlar olduğu görülecektir. Bunlardan kurtulmak huzur ve saadet vesilesidir. Bu da ancak herkesi kendinden faziletli ve üstün görmekle mümkündür. İnsan nefsine daima kendisinin (menfi meyilleri ve azgınlık potansiyeli açısından) herkesin nefsinden daha aşağı olduğunu hatırlatması ve nasihat etmesi gerekmektedir. Ki bu şekilde nefs haddini bilsin ve azgınlık ve taşkınlıktan vazgeçsin.
Şâh Hazretleri, nefsi kınamak ve ona nasihat etmek hususunda şöyle buyurmuşlardır: “Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir.”
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bir başka sözlerinde ise şöyle buyururlar; “Ehl-i bâtının/gönül ehlinin yolu; yaptığı sâlih ameli az görmek, tevâzu, hiçlik, yokluk, acz hâlinde bulunmak, amellerini kusurlu, hâllerini noksan bilmektir. Nefsin enaniyetinin kırılması hususunda, kendini kusurlu görmek kadar faydalı bir şey yoktur.”
Bir başka sözlerinde ise Hazreti Pir kuddise sirruhu yolunun yolcularına nefislerine muhalefet etmelerini ve bunda başarılı olduklarında nasıl bir adap içerisinde olmaları gerektiğini şu sözleriyle beyan eder; “Bütün zahiri ve batıni hâllerini sünnete tabi kılıp, nefsine daima muhalefet üzere ol! Nefse muhalefet, her ne kadar az bir amel ise de, salik onu büyük bilmelidir. Salik, nefse muhalefete güç yetirebiliyor ise, onu da Allah’ın tevfik ve inayetinden bilip şükretmelidir.”
İşte Allah’ın o seçkin ve fazilet sahibi kulları/Allah dostu evliyalar, ulaştıkları velayet derecelerine ve kendilerine verilen onca keşif ve keramete rağmen, asla kendi hâl ve amellerine bakmamışlardır. Bilâkis, onlar Hak kapısının âciz ve muhtaç birer dilencileri olduklarını, Allahu Zülcelâl’den bir lutuf erişmezse bir “HİÇ”ten ibaret kalacaklarını her fırsatta dile getirmişlerdir.
Hizmetle yükselmiştir
Hakk’a vasıl olan Allah dostları mahlûkata faydalı olmak ve onların ihtiyaçlarını karşılayarak dualarını almak, gönüllerinde yer bulmak anlamına gelen hizmeti, yollarının esası olarak görmüşler ve kendileri de hizmet yolundan geçerek manevi derecelere ulaştıklarını beyan etmişlerdir. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin hayatı incelendiğinde de bunun eşsiz örnekleri görülecektir.
Mürşidi Emir Külâl Hazretleri, nefsin terbiyesi, kötü hallerin ıslahı ve ruhi kabiliyetlerin inkişafı için Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine yolunun mihengi yaptığını anladığımız şu nasihatler de bulunmuştur: “Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçoğu tam bir kalp huzuru, tevazu ve eziklik içinde kalıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!”
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, mürşidine bağlılığının ilk zamanlarında gurur ve kibri kırmak ve tevazu ahlakında ilerlemek için, hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hatta insanların geçeceği yolları temizleyerek uzun yıllar boyunca, yaşanması zor bir hizmet hayatı yaşamıştır.
Kendileri şöyle anlatıyorlar: “Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri ifa ettim. Benliğim o hale geldi ki, yoldan geçerken, Allah’ın herhangi bir (hayvanattan) mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu hizmetime mukabil bende öyle bir hâl tecelli etti ki, onların inilti suretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a iltica etmelerini hisseder hâle geldim.”
Görüldüğü gibi kâmil mümin olma yolunda ilerlemek, sadece kitap okumak veya sohbet dinlemekle değil, okunup dinlenilenlerle amel etmek, sünnetten kıl payı taviz vermeden istikâmet üzere olup, Allah için hizmet etmekle mümkündür. İnsanın tarikat ve tasavvuf yolunda kazanması ve güzel hasletler elde etmesi bu tür gayretlere bağlıdır. İşte Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de aldığı manevi terbiye neticesinde nefsine basıp yükselmiş, asıl gönül feyzine, manevi keşif ve zaferlere nail olmuştur.
Yine şöyle anlatmıştır: “Tasavvufta ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahu Te’alâ’dan, Rasulullah’tan, Kur’ân-ı Kerim’den konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse memnun olur, ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım.”
Yeme ve içmedeki hassasiyetleri
En başta gelen talebelerinden Alaaddin-i Attar kuddise sirruhu şöyle anlatmıştır: “Hâce Bahauddîn Nakşibend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek bir şey bulunmadığından eski bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı. Maişet ve geçimlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helâl yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi bir şeyden uzak dururlardı. “İbadet on kısımdır. Dokuzu helâl rızık aramaktır. Diğer kısmı sâlih ameller ve ibadetlerdir.” buyurulan hadis-i şerifi sık sık söyleyerek, hatırlatırlardı.
Yiyecek ve içecek hususunda o kadar titiz ve hassas davranırlardı ki bırakın şüpheli ve haramlardan kaçınmayı; gönülsüz, isteksiz olarak kerhen yapılmış yemekleri de biiznillahi te’alâ keşfeder, yemezlerdi. Bir defasında müntesiplerden birisi kendilerine hediye olarak bir ekmek getirmişlerdi. Kendilerine takdim edildiğinde şöyle buyurdular; “Bunu yapan kimse hamurunu yoğurmasından, pişirip hazırlamasına kadar isteksiz ve öfkeli idi. Böyle yapılan bir yemekte hayır yoktur. Bereket de yoktur. Ondan yemek bize yakışmaz.”
Yenilen ve içilen şeylere dikkat edilmediği takdirde kişinin zarar göreceğini ve manevi feyzin alınışında zorlanılacağı hususunda şöyle buyurmuşlardır; “Yenilecek bir gıda, her ne olursa olsun, gafletle, öfkeyle veya istemeyerek tedarik edilmiş ve hazırlanmış ise, onda hayır ve bereket yoktur. Zira ona nefs ve şeytan yol bulmuştur. Böyle bir yiyeceği yiyen kimsede, mutlaka (feyiz ve huzuru bozacak) çirkin bir netice meydana gelir. Gaflete dalmadan hazırlanan ve Allahu Teâlâ’yı düşünerek yenen helâl ve hâlis yiyeceklerden, hayır (feyz ve nispet) meydana gelir.
Kitaplardan okuyup anladığımız kadarıyla Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, çoğu zaman yemeği kendi elleriyle pişirir, sofra hizmetini de bizzat kendileri yapardı. Yemek yenirken talebelerine; “Sofra başında kendinizi Allâh’ın huzurunda bilin, O’nun verdiği rızkı yediğinizi unutmayın…” diye nasihat ederdi. Topluca yemek yenirken eğer biri gafletle ağzına lokma alsa, Hazret bunu firasetiyle sezer ve: “Önündeki yemeği, Allah’ın huzurunda olduğunu unutmadan ye, Allah’tan gayrı şeyler düşünme, daima sana senden yakın olan Mevlâ’yı düşün.” buyururdu.
Menkıbe ve Kerametlerinden Bazıları
Şâh-ı Nakşibend Bahauddin Buhari hazretleri öyle bir yıldız olarak yetiştirildi ki irşat seması onunla süslendi. O, yaşadığı zaman dilimi içerisinde ucu bucağı görünmeyen bir ilim ve irfan denizi idi. Allah’ın izniyle ölü kalplerin dirilmesine vesile olurdu. Mazhar kılındığı pek çok kerameti vardı. Makam ve mevki sahipleri onun karşısında edeple dururdu. Onun tanınması adına menkıbe ve kerametlerinden bir kaçına burada yer vermenin güzel olacağını düşünüyoruz. İşte onlardan bir kaçı;
* Bir defasında Nesef’te büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak çatlayıp, mahsuller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur bekledi. Fakat bir damla bile düşmedi. Nesef halkı, Bahauddîn Buhârî hazretlerinin duasını almak için aralarından birini huzuruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti; “Nesef ahalisi kuraklıktan dolayı mahzun ve kederlidir, dedi. Bunun üzerine, Bahauddin Buhari hazretleri buyurdu ki: “Üzülmesinler, Allahu Te’alâ onlara inşallah yağmur gönderecek.” Aradan kısa bir zaman geçti, Nesef’e yağmur yağmaya başladı. Bir gün ve bir gece devam etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.
* Talebelerinden Emîr Hüseyin de şöyle anlatmıştır: “Benim evim Kasr-ı Ârifan’da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyazdan uzak idim. Yiyip, içip yatmaktan başka işim yoktu. Tam gençlik cehaleti içinde idim. Bahauddin Buhârî hazretleri camiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihâyet bir gece rüyamda Bahauddin Buhari hazretlerini gördüm. Mübarek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka hâller kaplamıştı. Aniden Bahauddîn Buhârî hazretleri evime geldi. Bana “Aynayı sana kim verdi?” dedi. “Siz verdiniz efendim.” dedim. “Niçin namaz kılıp, Kur’ân-ı Kerîm okumazsın?” buyurdu. “Kur’ân-ı Kerîm okumayı bilmiyorum.” dedim. “Ben sana namazı ve Kur’ân-ı Kerîmi öğretirim” buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Himmet ve duaları vesilesiyle pek çok ihsana ve nimete gark oldum.”
* Nakledilir ki, Şeyh Şâdi adında bir zât, Kasr-ı Ârifân’a gelip, Bahauddin Buhari hazretlerinin huzuruna girerek, ziyaretlerine gelmekte kusur ettiğini söyleyip affetmelerini istedi. Bahauddîn Buhârî hazretleri ona şaka yaparak; “Bedava özür kabul edilmez.” buyurdu. Gelen zât; “Bir öküzüm vardır, onu size vereyim.” dedi. “Onu kabul etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabul edilir.” buyurdu. Şeyh Şâdi; “Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?” diye hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip altınlarını getirdi. Bahauddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Bahaeddin Buhari altınları sayıp, içinden bir tanesini ayırdı. Diğerlerini o zâta geri verdi. “Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap, kaldırdığın mahsulü Allahu Te’alâ’nın kullarına dağıt.” buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını göstererek; “Bu altın haramdır.” buyurdu. Daha sonra o zâta; “Hâce hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?” dediler. Bahauddin Buhari Hazretlerini tanıyıp, ona talebe olmadan önce bir kumarda kazanmıştım, dedi.
* Bahauddin Buhari Hazretleri, talebelerinden birini, bir işi için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, uyuya kaldı. Uyur uyumaz rüyasında hocası Bahauddin Buhari’yi gördü. Elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp; “Uyan, kalk burası uyuyacak yer değildir.” dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Birden, iki kurdun kendisine doğru yaklaştığını ve hücûm etmek üzere olduklarını gördü. Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devam etti. Kasr-ı Ârifân’a varınca, Bahauddin Buhari Hazretlerinin yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca; “Hiç öyle korkulu ve tehlikeli yerlerde istirahat edilir mi?” buyurdu.