HASBİHAL Fahr-i / Kâinat’a Sevdalanmak
HASBİHAL
Fahr-i Kâinat’a Sevdalanmak
Davut ZAT
Temiz bir soydan gelen ve insanlar arasından seçilip bizlere peygamber olarak gönderilen, şanlı Efendimizin anıldığı “Mevlid Kandiline kavuşacağız.” Coşkuyla, özlemle, ona layık ümmet olabilme heyecanıyla gelişini her yıl kutluyoruz. Özel insanlar, özel bir korunmaya tabi tutulurken, onlar da sorumluluklarının farkında olarak bir ömrü tamamlıyorlar. Hiç kuşkusuz bunların zirvesindeki isim de Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemdir. Onun üstün özelliklerini ve insanlığa getirdiği armağanları hepimiz biliyoruz. Bunun daha ötesine geçerek, varlık sebebimizin Fahr-i Kâinat Efendimiz ile payelenmiş olduğunu da biliyoruz… Kronolojik olarak, onun hayatını anlatmak elbette önemlidir. Ancak esas olanın; Gönüller Sevgilisinin insanlığa ne getirdiğini anlamak olduğu değil midir?
O’nun gelişiyle; insanlık sınıfından çıkmış insanlığa, insan olma şerefi tekrar hatırlatılmıştır. Rütbelerin en yükseği olan Allah’a kul ve yeryüzünün halifesi olma şerefi verilmiştir. İnsani değerler ve insanca bir yaşam, insanlığa armağan edilmiş ve bunun korunması, sosyal nizam açısından da emir ve tavsiye edilmiştir. Peki, bizler bu ilahi mesajların neresindeyiz?
Sevgiden bahsediyoruz ama sevginin kaynağından habersiz yaşamıyor muyuz? Gerçekten de iki cihan güneşi Efendimizi layıkı ile sevebiliyor muyuz? Şayet “seviyoruz” diyorsak; hani, seven sevdiğine benzerdi! O zaman; insanlığın hali neden İslam’ı yaşamaktan, Efendimiz’in getirdiklerini uygulamaktan ve O’nu örnek almaktan uzaktır?
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Gönüller Sevgilisinin bereketinden, insanlık ne kadar nasiplenebiliyor? Şekilciliğin ötesine geçip, yüreklerimizde Peygamberimizin sevgisi neden yoğun bir iştiyakla çarpmıyor? Neden ona duyduğumuz özlem, içimizde bir sızı değildir? Efendimize duyulacak yoğun sevgi için, insanın ille de sahabe-i kiramdan olması mı gerekiyor?
Veladet Kandili olan bu olan bu zamanda O’nun gelişini anmak ve ihya etmek zannımca en mühim meselelerden birisidir. Sevgideki nasipsizliğimiz! Halledilmesi gereken bir marazilik, tedavi olunması gereken bir hastalık hali! Zira Peygamberî ahlaka tabi olmuş bir yaşantı, bizi her iki dünyada mutluluğa ve huzura taşıyacaktır. Aksi olsaydı; O gönderilmezdi! Aksi olsaydı; O, ümmeti için bunca uğraş vermezdi.
Öyle ise; herkes kendisini sigaya çeksin! O’nu sevmenin Allah’ı sevmek olduğu, cennete ve Cemalullaha ulaşmak olduğu bilinciyle. Sevgimizin sınırları hangi hudutlardadır? Kurak bir iklimde yaşıyorken, bizi bereketlendirecek başka sığınak ve sağanak var mıdır, sormak isterim.
İsterseniz gelin şaire kulak verelim; “Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü / Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü / Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara / Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü…” diyor.
Biz de şaire tabi oluyor ve diyoruz ki; Gel Ya Rasulallah! Kalbimize dokun. Seni sevmeyi öğret bizlere. Seni özlemeyi öğret. Sana olan hasretimizden dudaklarımız çatlarken, senin sünnetine tabi olmanın güzelliğini yaşat. Yüreklerimiz serinlesin senin feyz ve bereket yağmurlarınla. Çocukları ve yetimleri sevindirdiğin gibi sevindir bizleri de. Biz yetim olduğumuzu dahi unuttuk!
Kardeşin kardeşi katlettiği günleri yaşıyor, İslam dünyası. Ümmetin fitne ve fesada düştü, senden sonra. Savruluyoruz, her birimiz bir köşeye. Kıyamet manzaralarını andırıyor dünyanın hali. Mahşerin kızgın güneşi gibi üzerimize düşen ateşler… Kan, ateş, açlık, zillet, feryad ve figan… Kurtarıcı eline muhtacız. Zengin yüreğine ve gül kokuna muhtacız. Ümmetini affet, Ey Sevgili! Seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi öğret bizlere…
Mevlit Kandili münasebetiyle; ruhlarımız coşsun. Duygularımız sevgi ve muhabbet meydanında erisin. Doğumu hürmetine, O’na getirilen salavatlar bereketine ve Sünneti Seniyye’ye uyma ahdimizde sadık kalabilelim. Yeniden silkinerek tövbe deryasında yüzebilelim. Sözümüzde sabit kalarak kaliteli insan ve takvalı müslüman olma seviyesine ulaşalım. Tıpkı bizden önceki gönüller gibi; bizler de O’nun sevdasıyla yanıp tutuşalım.
Evet, bize bir deprem gerek; hem de en şiddetlisinden! Bizi sarsıp, kendimize getirecek bir iç deprem. Bir fırtına gerek; bizi içine alıp, Mekke ve Medine çöllerine salacak.
Gel ya Rasulallah! Güneşinle aydınlat kararmış dünyamızı, yarınlarımızı. Biz, seni görmeden sana iman edenlerdeniz! Seni görmeden seni seven, sana benzemek isteyenlerdeniz. Benzet bizi kendine…
Sevginin boyutu, sevgiliye olan hasretin derecesi ve o’nun yoluna ittiba etmekle doğru orantılı değil midir? Her söz bir iddiadan ibaret olduğuna göre; her iddia da ispat ister. Sevgiye susamışlığımız her haliyle ortada ise; hani gerekleri? Yerine getirmek gerekmez mi? Nerede sevdasıyla sevdalandığımızın kanıtı. Hayatlarımıza susamışlık mı hâkim, kanmışlık mı? Yoksa kanıksamışlık mı hâkimdir? Şöyle herkes kendisini bir tartsın. Bir sevda yangını var mı yüreklerde. Olmaması mı gerekiyor yoksa?
Seni sevenleri görünce seviniyoruz ve seviyoruz, sevenlerini de. Onları severken asıl sevgimizin seni sevmek olduğunu biliyoruz. Özlediğimizden seni, hatırlatanlarına da ayrı bir sevgi ve saygı duyuyoruz. Sırf işin içinde sen varsın diye! Gıpta ediyoruz sana yâr, sana meftun sana arkadaş oldukları için. Sen olmadıktan sonra ne ahlakımız ahlak ne de halimiz hal olmuyor. Her söz yavan, her söz yalın, her söz sahte kalıyor… Çağların ötesine yolculuk yapmak istiyoruz. Hz. Bilal olmak, Selman olmak, Veysel Karani olmak, Huzeyfe olmak, Cafer veya Mus’ab olmak… O havayı koklamak! Bedir, Uhud, Hendek olmak. Mekke-Medine olmak… Unutmamak yâr olanı…
Sana olan sevgiler, şiirlerde ve kitaplarda kalmasaydı keşke. Duygularımız bu kadar maddeye mahkûm edilmeseydi. Gönüllerimiz köhnemiş dünyanın sevgisiyle dolmasaydı. Gözlerimiz körelip, kalplerimiz taşlaşmasaydı. Seni böyle mi severdik hiç? Dünyanın hali böyle mi olurdu, sevgiler sözden öze inebilseydi. İnsanlık cahiliye döneminden farksız bir hale gelir miydi?
O’nun gül kokusunu aramadıktan sonra, hissedip koklayamadıktan sonra; sevdiğini söylemek sadece kuru bir iddiadır. Ancak O’nun muhabbeti ve sonsuz sevdası, bunca birikmiş kalp kirimizi ve pasımızı silebilir. Doğru! Kurak bir mevsimden geçtiğimiz ortadadır. Güller kurudu; bülbülün gözlerinden akamadığı için yaşlar. Goncalar buruştu; yeşeremediği için ağaçlar. Soldu; rengârenk açmış çiçekleri tutan taçlar. Hâlbuki Ayet-i Kerimede Hz. Allah demiyor mu ki; “O size çok düşkündür. Sizin sıkıntıya uğramanız O‘nu çok üzer” diye. Peki, sadece O’nun mu bize düşkün olması gerekiyordu. Bizim de Fahri Kâinat olan Sevgili Peygamberimize düşkün olmamız gerekmiyor muydu? Tıpkı O’nun bize düşkünlüğü gibi? Ya üzüntü konusu! Acaba günde kaç kez mübarek ruhlarını incitiyoruz İki Cihan Sevgilisinin. Hiç düşünüyor muyuz? Efendimizin ardından onun ümmetleri olarak neler yaptık? Ne anaların ne bebeklerin ne mazlumların ne de yaşlıların gözyaşını dindirebildik.
Güllerimiz kokmuyor artık O’ndan sonra. Gözlerimiz yaş akıtmıyor, kalplerimizin katılığı bir türlü yumuşamıyor… Dostluk, ahde vefa, iyilik, merhamet, şefkat ve doğruluk gibi nice güzellikler sanki gökyüzüne çekildi bu zamanda! Salâvat cimriliğimizi neyle ve nasıl yorumlayacağız bilemiyorum. Dudağımızdan O’nu okumak için kaç salâvat çıkar ki günde. Onun şefaatini ummak ona her gün salâvatlar getirmek…
Kalbimizde Kâinatın Sevgilisine ne kadar yer veriyoruz her bir gün içinde? Sorduk mu böyle bir soruyu kendimize? Diller ne söyler ne besteler ki, onun lisanından uzak. Sevgililer Sevgilisine olan hasretimizden; sevgi ve özlemimizden boğazımız düğümlenip, gözlerimiz nemlenip, burun kemiklerimizin sızladığı vaki midir kaç zamandır…
“Yetmedi mi ya Bilal?” demiştin ya hani Habeşi Müezzinine. Haddimiz ve yüzümüz olmayarak; “Yetmedi mi bunca ayrılık Ya Rasulullah!” diyoruz biz de. Yetmedi mi?
Her devrin zirve insanı, örneği ve önderi olmayı ilk günden ve özel olarak hak eden iki cihan sultanının sevdasıyla; gönüllerimizin gergef gergef işlenmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
Bu güzel ve özel zamanın hidayetimize, takvamıza, güzel ahlakın elde edilmesine, ülkemizin birlik ve beraberliğine ve mümin kardeşliğimizin pekişmesine vesile olmasını diliyorum.