Her Nimetin Hesabı Sorulacak
HER NİMETİN HESABI SORULACAK
Abdullah Sofuoğlu
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor ki:
“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat isrâf etmeyin; çünkü Allah isrâf edenleri sevmez.” (A‘râf, 31)
Allah-u Zülcelâl bu ayet-i kerimeye “Âdem oğulları” nidasıyla seslenerek başlıyor. Böylece zengin fakir, mevki sahibi, halk tabakası demeden, kimseyi istisna etmeden bütün insanlığı muhatab alarak nasihat ediyor. Nasihatinde diyor ki, “Allah’ın verdiği nimetleri -helal yoldan kazanıp, helale harcamak şartıyla- yiyin, için, giyinin, kullanın. Ama israfa kaçmayın.”
Bu ayet-i kerime İslam’dan önceki bazı dinlerde ve yollarda görülen ruhbanlık gibi aşırılıkları Allah’ın emretmediğini, Müslümanların nimetlerden güzelce yararlanabileceğini bildiriyor. Ancak hiçbir insanın imkan bulunca şımarmamasını, aşırıya kaçmamasını da tembihliyor.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de:
“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyiniz. Ancak kibirlenmeyin. Şüphesiz Allah -celle celâlühû-, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libâs, 1; Nesâî, Zekât, 66) buyuruyor.
Bu hadis-i şerif de insanların birbirine üstünlük taslamak, kibirlenmek için sosyete hayatı, lüks, israf ve aşırılıklar çıkardığına işaret ederek, bu halden sakınmak gerektiğini bildiriyor. Bu hallerden sakınmak şartıyla nimetlerden ölçülü bir şekilde istifade etmekte bir sakınca olmadığını haber veriyor.
Bu ayet ve hadisler aslında İslam dininin insanı terbiye ederken öğrettiği en temel düsturu açıklıyor: o da insan Allah’ın yarattıkları içinde en mükerrem olan, yani kendisine çok çok ikramlar verilmiş olan mahlukudur. Eşref-i mahlukat olan insana pek çok nimetler ve üstünlükler bahşedilmiştir.
Allah-u Zülcelâl verdiği nimetlerden istifade edilmesini ve şükredilmesini sever. Hatta şükredene nimeti artıracağını vaad etmiştir:
“Hatırlayın ki Rabbiniz size; ‘Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” (İbrâhim, 7)
Şükür Nimeti Artırır
Şükür, nimeti Allah’ın rızasına uygun şekilde kullanmaktır. Allah-u Zülcelâl israfa razı olmadığını, yerli yerince ve insaflı kullanmaya razı olacağını bildirmiştir.
Malın şükrü, kalp ile nimeti Allah’tan bilmek, dil ile hamd edip bunu dile getirmek olduğu gibi bunun yanında bir kısmını Allah’ın emrettiği yerlere vermek, din kardeşlerinle paylaşmaktır. Allah-u Zülcelâl’in emrettiği şekilde şükredilirse vermek malı azaltmaz, bilâkis çoğaltır, bereketlendirir.
Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki:
“De ki: ‘Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar. Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.’” (Sebe, 39)
Allah-u Zülcelâl dünya hayatında imtihan olarak insanların bazısının nasibini geniş, bazısını dar olarak takdir etmiş olabilir. Bunun bir imtihan olduğunu bilip verilen nimetleri Allah’ın razı olacağı şekilde değerlendirmek gerekir.
Müslüman inanır ki insan bu dünyaya başıboş yaşamaya gelmemiştir. Aksine yapıp yapmadığı her şeyle ahirette önüne açılacak olan amel defterine ameller yazmaktadır.
Bu dünyada insana verilen şeyler kendi nefsine ait değildir, emanettir. Kendisine emânet olarak verilmiş her bir nimetin bir gün hesabını verecektir.
Allah-u Zülcelâl:
“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Bu âyet nazil olduğu zaman, Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam ashâbından birkaç kişiyle birlikte ensardan cömert bir zatın evinde yemek yemişlerdi. Sofrada etli yemek, ekmek, hurma ve tatlı su vardı. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“‒Bakın (dedi), bu yediklerimizden de hesaba çekileceğiz.” (Müslim, Eşribe, 140)
Bu sebeple ashab-ı kiram, “Helâlin hesâbı, haramın azabı var,” derler, helalden dahi ihtiyaç miktarı yemeye dikkat ederlerdi.
İsraf da Cimrilik de Yanlıştır
Cahiliyye çağında Arap kabilelerinin reisleri, ziyafetler verip, yiyip içip çılgınca eğlenmekle nam salmayı severlerdi. Ancak kavmin ileri gelenleri böyle israf ederken fakirler, garipler, köleler, kimsesiz ve yetimler şiddetli yokluk çekerlerdi.
Allah-u Zülcelâl ise yaptıklarının tam tersini emretti. Yetimi, kimsesizi doyurmayı emrederken israflı hayatı yasakladı. Böylece İslam toplumunun temelini, kardeşçe paylaşmak üzerine kurdu.
Cahiliyye çağında bazı kişiler de mallarını gösteriş için saçıp savurduktan sonra bazen ailelerini mağdur ederlerdi. Bolluk zamanında israf edip kıtlık, kesatlık zamanında zor duruma düşerlerdi. Dinimiz bunun da uygun olmadığını şöyle bildiriyordu:
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.” (İsrâ, 29)
İnsan bu dünyada türlü türlü imtihanlardan geçer. Mesela çok varlıklı biri dahi fakir düşebilir. Herkesi etkileyen kıtlık zamanları olabilir. Hz. Yusuf aleyhisselam kıssasında yedi bolluk yılını yedi kıtlık yılının izlediğini görüyoruz. Demek ki böyle imtihanlar olacaktır.
Zamanımızda eski çağlardaki kadar kuraklık yüzünden kıtlık ve açlık olmasa da pahalılık, ekonomik kriz gibi imtihanlar olabilmektedir. Bunların benzeri eski çağlarda da vardı.
İnsanoğlu kaderini bilmez. Neyle ve nasıl imtihan geçireceğini bilmeyeceği için hep dikkatli hareket etmelidir. Ailesini israfa alıştırmamalı, ölçülü, tasarruflu olmayı öğretmelidir.
Esasen insan bu dünyada kalıcı değil asıl yurduna dönmek üzere gurbet ele gelmiş bir yolcu gibidir.
Nasıl ki bir yolcu, yanına aldığı yol azığını yol boyunca idareli bir şekilde yerse insan da kendisine emanet edilen her nimeti, düşüne taşına, ölçüp biçerek kullanmalıdır. Eğer fazla imkana sahipse onu da gideceği asıl diyarında kendisine sevap olarak dönecek şeylerde değerlendirmelidir.
Kısacası Müslüman her hal ve hareketinde “sırât-ı müstakîm” diye bildirilen “dosdoğru yol” üzere olmalıdır. Kendisine bu dünyada sevap kazanmak için bir sermaye olarak verilen her imkanı en değerli olana sarfetmelidir. Kendi nefsine harcarken de ne aşırıya kaçmalı ne de aşırı cimrilik etmeli, orta halli olmaya dikkat etmelidir.
İsraf Felaket Getirir
Ne yazık ki bugün müslüman toplumlar israf konusunda hiç de kendi dinimizin öğrettiği ölçülere uygun hareket etmemektedir. Bütün İslam ülkelerinde imkân sahibi kesimlerin lüks ve israfta sınır tanımadığını hatta bazı gayr-i müslimleri bile geride bıraktıkları esefle görülmektedir. Bu sebeple de Allah’ın Müslümanlara nasip ettiği yeraltı yerüstü zenginlikler boş şeylere harcanmakta, ümmetin fakir gençleri, çalışmak için gurbet ellere gitmeye mecbur kalmaktadır.
İsraf, zincirleme birçok problemi beraberinde getirmektedir. Lüks hayat yaşayan üst tabaka, daha sade bir hayat ama yeterli imkanlara sahip olan orta tabakanın haline şükretmesine adeta engel olmaktadır.
Bugün açlık çeken pek kimse olmadığı halde, hatta orta halli birçok kişinin evinin buzdolabında lüzumundan fazla alınmış yiyecekler bozulmaya yüz tuttuğu halde, yine de ekonomiden şikayet etmektedirler. Oysa şikayet etmek, şükretmenin zıddıdır ve bereketi yok eder.
Halbuki Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Âdemoğlunun şunlar dışında bir hakkı yoktur: Oturacağı ev, bedenini örtecek elbise, yiyecek ekmek ile su koyacak kap.” (Tirmizî, Zühd 30) buyurmuştur.
Bu hadis-i şerifte insanın şükretmek için illa türlü türlü nimetlere sahip olmasının şart olmadığını, karnını doyuracak bir yiyecek bulduğu zaman buna şükretmesi gerektiğini bildiriyor. Demek ki lüks ve israf içinde yaşayanların manzarası bize şükrü unutturmamalıdır. Aksine öyle olmaktan muhafaza ettiği için de Allah’a şükretmemiz gerekir.
Evet, insan kolayca ve bol kazandığı zaman ne yazık ki şımarabilmektedir. Zenginlik de bir imtihandır. Hatta sabretmesi zor bir imtihandır. Birçok insan fakirliğe sabredebilirken zenginlikle sınandığı zaman doğru yoldan ayrılabilmektedir.
Allah-u Zülcelâl bu hakikate işaretle:
“Eğer Allah, bu dünyada kullarına bol bol rızık vermiş olsaydı, yeryüzünde azgınlıkta bulunurlardı. Fakat O ne kadar dilerse, o kadar ikram etmektedir. Çünkü O, kullarının ihtiyaçlarından tamamıyle haberdardır ve onları görmektedir.” (Şura 27) buyurmaktadır.
Demek ki rızkın yeterince verilmesi, biraz darlıkla imtihan olmamız da bizim iyiliğimiz içindir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dua ettiği bildirilmiştir:
“Allah’ım! Muhammed ailesinin rızkını kendilerine yetecek kadar ihsân eyle.” (Buhârî, Rikak 17; Müslim, Zühd 18, l9. Ayrıca bk., Tirmizî, Zühd 38)
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem günahlardan korunmuş olduğu halde ve ailesinin terbiyesini ihmal etmediği halde böyle dua ederek aslında bize örnek olmaktadır. Zaten dinimizde çokluktan ziyade berekete önem verilir.
Az da Olsa Bereketli Olsun
Bereket, az bir şeyin faydalı olup işe yaraması, çok gibi bolluk, refah ve iyi hal neticelerini doğurması manasına kullanılır. Müslümanın helalden kazandığı az bir mal ihtiyaçlarına kafi gelir. Çünkü müslüman bütün zevkleri bu dünyada tatmayı gaye edinmez.
Müslümanlar; her çeşit nimetin, iyiliğin, hayrın ve bereketin Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve ihsânı olduğuna inanırlar. Bereketli mal; dünyada da hayra kullanılan, insanların faydasına olan ahirette de sevabı bol olan maldır.
Tam tersi olarak bazı mallar ise kazanç yollarındaki haram ve şüpheliler sebebiyle bereketsizdir. Dünyada da kişinin azgınlığına sebep olur, alıştığı israflara yetişmez, mutluluk getirmez, ahirette de azap sebebi olur. Böylece sahibinin, dünya ve âhiret felâketi olur.
Az bir mal, infak yapmaya ve sevap kazanmaya da kâfi gelir. Çünkü az maldan verilen az sadaka çok maldan verilen çok sadakadan daha çok sevaptır. Bunun sebebi, veren kişinin yaptığı fedakarlığa bağlı olarak sevap verilmesidir.
Rasûlullah aleyhisselatu vesselam bir gün: “Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevâbı verdi:
“Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49.)
Bu hadis-i şerifin de işaret ettiği gibi az bir gelir Müslümanın dünya ihtiyaçlarına da ahireti kazanmasına da yeter. Eğer Allah-u Zülcelâl fazladan imkân vermişse bunu da imtihan olarak görmeli, bu imtihanda kaybetmemek için israfa karşı çok dikkatli olmalıdır.
Bizim toplumumuzda israfın bir şekli de; ayıp olmasın diye, adet olmuş diye yapılan gereksiz harcamalardır. Mesela evlerin teşrifatında yapılan aşırılıklar, nişan ve düğün merasimlerinde sırf gösteriş için yapılan harcamalar gibi. “El alem ne der?” diye harcanan bu paralar aslında kimseye bir şey kazandırmaz. Aksine sürekli yeni modaların, adetlerin çıkarılıp insanların hep dünya malı peşinde koşarak ömür tüketmesine sebep olur.
Belki israfın en kötüsü de ömrün fani dünya hayatının menfaat ve zevklerine harcanıp tüketilmesidir. Çünkü ahiret gibi sonsuz bir hayata hazırlanmak için sınırlı bir ömür verilmişken bunu da dünyaya harcamak en büyük israftır.
Bu yanlışlara düşmemenin çaresi ise, verilen her şeyi ahireti kazanmak için bir sermaye bilmektir. O sermaye bir gün elimizden gidecektir. Ya bir kayıp ile elimizden çıkacak veya ölüm anında artık mirasçıların olacaktır.
Ömrü de İsraf Etmeyelim
Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem buyuruyor ki:
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyi fırsat bil: Ölüm gelmeden önce hayatının, hastalık gelmeden önce sağlığının, meşguliyet gelip çatmadan önce boş vaktinin, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğinin, fakirlik gelmeden önce zenginliğinin.” (Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 2/16)
Dünya hayatı imtihanlar geçididir. Bugün elde fırsat ve imkan varken yapılmayan iyilikleri yarın yapmaya fırsat olacak mı bilinmez. Bu sebeple yaşımız ve durumumuz ne olursa olsun hep ahirete bir şeyler göndermenin derdinde olmalıyız.
Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem genç sahabelere dahi daima ahireti hatırlatırdı. Bir gün, o sırada henüz pek genç olan Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhunun omuzundan tutarak şöyle buyurdu:
“Dünyada sanki bir garîb (gurbette olan yabancı), hatta bir yolcu imişsin gibi ol ve kendini kabir halkından say.”
Bunu rivayet ettikten sonra İbni Ömer radıyallahu anh nasihatine şöyle devam etti:
“Sabaha çıktığın zaman kendine akşamın sözünü etme, akşama çıktığın zaman da kendine sabahın sözünü etme. Hastalığından önce sıhhatinden, ölümünden önce hayatından (istifâde edip tedbir) al. Çünkü sen, ey Abdullah! Yarın adının (mutlu mu, bedbaht mı) ne olacağını bilemezsin.” (Tirmizi, Zühd: 25)
Kendimizi bu dünyada yolcu gibi görmemiz gerekirken ne yazık ki gafil bir hayat yaşıyoruz. Hayatımızda kaçınamadığımız birçok israflar var. Vaktimizi ve imkanlarımızı tam yerli yerince değerlendiremiyoruz. O halde tevbe edelim.
Rabbimiz, Allah yolunda olan kullarının dahi işlerindeki aşırılıklar için istiğfar ettiğini bildirerek örnek gösteriyor:
“(Evvelki Peygamberler ve alimlerin) dedikleri ancak şu idi: “Rabbimiz! Günahlarımızı, işimizdeki aşırılıklarımızı bize bağışla, sebatımızı arttır, inkarcı topluluğa karşı bize yardım et.” (Al-i İmran; 147)
Eğer istiğfar edersek ve hatalarımızdan tevbe etmek için bir gayret içinde olursak Rabbimiz affedicidir.
Ayet-i kerimede Nuh aleyhisselamın kavmine şöyle dediği buyurulur:
“Dedim ki: ‘Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki,) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.’” (Nûh, 10-11-12)
Allah-u Zülcelâl hepimizi zamanın fitnelerinden muhafaza etsin, güzel ahlaklı olmaya muvaffak eylesin. Amin.