Hidayet Kur’ân-ı Kerim’dedir
HİKMET PINARI
Hayrünnisa Hanım
Allah-u Zülcelâl Kur’ân-ı Kerim’in manevi yüceliği azameti hakkında şöyle buyuruyor:
“Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titreyip boyun eğmiş ve paramparça olmuş görürdün.” (Haşr, 21)
Kur’an’ın anlaşılması ancak manasıyla O’nu tatbik etmekle olur. Allah-u Zülcelâl’e ve Rasûlullah aleyhisselatu vesselam Efendimize iman etmek şarttır. Bunun için gönderilmişiz. Onlara imanın gerekliliklerinden bir tanesi de muhabbet ile ittiba etmektir. Muhabbet olmazsa iman eksik kalır.
Kur’an’ı Kerim o kadar derin bir kitap ki insan Kur’an-ı Kerim’i okuyup amel ettiği zaman şifa olacak başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Kur’an’ın bir mucizesi daha var. Kur’an kendi kendini tefsir ediyor.
Beyyine suresi de Kur’an-ı Kerim’in nasıl değerli bir kitap olduğunu anlatıyor. Müslümanlar Kur’an’dan nasıl istifade ettiler? Kafirlerin Kur’an’a bakış açıları nasıldı? Beyyine açıklamak demektir.
Allah-u Zülcelâl Beyyine suresinin ilk üç ayetinde kafirler ve Kur’an-ı Kerim hakkında şu şekilde buyuruyor:
“Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden hakkı inkâr edenler, beyyine (açık delil) gelinceye kadar (bulundukları durumdan) ayrılacak değillerdi. (O beyyine ise) Allah tarafından gönderilen, tertemiz sayfaları okuyan bir elçidir ve o sayfalarda dosdoğru hükümler yer almaktadır.” (Beyyine, 1-3)
Ehli kitaptan kasıt, ataları indirilen Tevrat ve İncil’e iman etmiş olan ama kendileri son Peygamber Hz. Muhammed sallallahu aleyhi veselleme indirilene iman etmeyen kafirlerdir. Müşrikler ise Allah’a şirk koşanlardır.
Beyyine geldikten sonra nasipli olanlar kendi durumlarından ayrıldılar. Nasipli olmayanlar önceki halleri üzerine devam ettiler. Allah-u Zülcelal burada onlar için ‘kafir’ kelimesini kullanmış.
Kafir kelimesini Allah-u Teâlâ’ya ve Rasûlullah sallallahu aleyhi veselleme inanmayan dünyadaki bütün batıl inançlar için kullanırız. ‘Kafir’ kelimesi içerisine ateistler, Mecusiler, Yahudiler, Hristiyanlar, herkes girmiş oluyor. Müşrikler de Allah’a ortak koşanlardır. Şirk sebebiyle onlar da kafir olarak adlandırılmıştır. Bizler de hadis-i şerifte “küçük şirk” diye adlandırılan riyadan kendimizi muhafaza etmeliyiz.
Elhamdülillah Allah-u Zülcelâl bize iman vermiş. Merhum Seyda Muhammed Konyevî kuddise sırruh hazretleri bir sohbetinde şöyle buyurmuştu:
“Biz daha doğmadan Allah bize imanı vermiş. Bu, Allah’ın üzerimizdeki en büyük nimetlerinden bir tanesidir.”
Biz daha doğmadan Allah-u Zülcelâl ezeli takdirinde bizim hakkımızda “Bu Müslüman’dır, bu mümindir,” diye yazmış, bunun için ne kadar şükretsek azdır. Daha doğmadan Allah bizi nimetleriyle donatmış, kuşatmış. Ama son nefesimizi vermediğimiz için de garantimiz yoktur. Daima Allah’a sığınmamız gerekir.
Seyda Hazretleri sohbetlerinde: “Kendini Moskof kafirinden dahi üstün görme. Olabilir ki o iman eder Allah’a yaklaştıran ibadetler yapar, ameller yapar. Sen de Allah muhafaza etsin, imansız gidebilirsin. Kendini onlardan dahi üstün görme,” diye buyuruyordu.
Buraya kadar anladığımız, ehli kitap ve müşriklerin kafirler olarak adlandırılması ve onlara Beyyine’nin gelmesidir. Beyyine nedir?
Beyyine; Apaçık Delil
Beyyine, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ümmi olduğu halde açık ve parlak delillerle Kur’an-ı Kerim’i açıklamasıdır.
Beyyine, açıklayan, ışık saçan, aydınlatan anlamındadır. Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin kendisi zaten bir ışıktı. Buradaki derin mana, ‘başkasını aydınlatan, başkasına ışık veren, yol gösteren’ anlamındadır.
Allah-u Zülcelal ayeti kerimede:
“Sen Kur’an’la onlara beyyine olarak, nur olarak, ışık saçan, yol gösterici olarak geldin.” Buyurmuş oluyor.
İşte kafirlerden bunu kabul edenler de oldu, etmeyenler de. Müşrikler, Yahudi ve Hristiyanlar Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin risaletini kabul etmediler.
Abdullah İbni Selam isminde Yahudi bir alim vardı, Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme ilk iman eden Yahudilerdendi. Tevrat’ta ve İncil’de Resulullah Efendimiz aleyhisselatu vesselam ın sıfatları vardı ve O’nun geleceğine dair haberler veriliyordu. Abdullah İbni Selam da Tevrat ve İncil’de geçen Peygamberin yolunu sürekli gözleyen bir alimdi.
Abdullah İbni Selam Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi görür görmez: “Bu yüz yalancı olamaz,” demişti. Bununla ilgili olarak Abdullah bin Revâha radıyallahu anhın da şöyle bir sözü vardır:
“O aleyhisselatu vesselam, apaçık mucizelerle gelmemiş olsaydı bile, sadece mübarek cemaline bakmak, ahlak ve şemailini seyretmek, O’nun -s.a.v.- doğruluğu hakkında sana tatmin edici bir bilgi verir.”
Sadece yüzüne bakılması yeterliydi, Peygamber olduğunun işaretiydi. Abdullah İbni Selam radıyallahu anh da ona bakar bakmaz “Bu yüz yalancı olamaz,” dedi ve şehadetini getirip iman etti.
Abdullah İbni Selam ailesine döndükten sonra onlara da anlattı ve hepsinin Müslüman olmasına vesile oldu ve imanlarını belli bir süre gizlemelerini tavsiye etti.
Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye hicret edince Mekke’de müşriklerle ne kadar imtihan olduysa Medine’de Yahudilerle de bir o kadar imtihan oldu.
Medine’de belli başlı Yahudi kabileler vardı. Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu kabileleri imana davet etmeden önce Abdullah İbni Selam radıyallahu anh gelip:
“Ya Resulallah! Ben bu kavmin büyüğüydüm. Benim kavmim çok iftiracı, yalancı ve vefasızdır. Ben size inanmayacaklarını biliyorum. Onlar beni çok sayıp seviyorlar. Bu yüzden siz beni öne sürerek benim nasıl birisi olduğumu onlara sorsanız da ondan sonra onlardan iman sözünü almaya çalışsanız,” fikrini verdi.
Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Abdullah İbni Selam radıyallahu anhı bir odaya Yahudileri bir odaya aldı ve onlara imanı anlattı. Onlar reddedince Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem onlara:
“Siz Abdullah İbni Selam hakkında ne biliyorsunuz, ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Onlar da:
“O bizim alimimizdir, en hayırlımızdır, o bizim bildiğimiz üstün faziletli birisidir. Onun babası da üstündü, alimimizdi, o da öyledir. dediler. Bunun üzerine Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“O iman etti,” buyurunca onlar da ona ağızlarına gelen hakaretleri saymaya başladılar. Bunun üzerine Abdullah İbni Selam radıyallahu anh içeriden geldi:
“Ya Resulallah! Ben size bu kavmin böyle hain, vefasız, yalancı, iftiracı bir kavim olduğunu söyledim.”
Yahudilerin durumu bugün de aynıdır, hiçbir zaman değişmediler. Onların Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’i kabul etmemelerinin en büyük nedeni sırf kendilerinden yani Yahudi soyundan gelmemesidir. Kıskançlıktan başka hiçbir şey değil.
Onlar Hz. İshak aleyhisselamdan geldiler. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de Hz. İsmail aleyhisselamdan geldi.
Burada kendimize çıkarmamız gereken bir derslerden bir tanesi, kalbi hastalıklardan olan kıskançlık ve hasetten de Allah bizi muhafaza etsin. Yani bir Müslüman kardeşimizde güzel bir haslet gördüğümüz zaman ona haset değil gıpta etmemiz gerekir. O da manevi hastalıklardan birisidir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem hadisi şerifinde şöyle buyurdu:
“Haset etmekten sakının. Zira, ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 44)
İşte ayetlerden bu şekilde kendimize dersler çıkarmamız gerekir. Abdullah İbni Selam radıyallahu anh elhamdülillah müslüman oldu ve Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin gölgesinden ayrılmadı. Allah-u Zülcelal’in ona ve sahabelere göndermiş olduğu o rahmet pınarından o da içmeye başladı ve büyük bir sahabe alimlerinden birisi oldu. Hatta Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin onun hakkında şöyle bir müjdesi var:
“Cennetlik birini görmek istiyorsanız Abdullah İbni Selam’a bakın.”
Abdullah İbni Selam bizim için tasavvuf dersi olacak bir menkıbesi daha var. Rasûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin medresesine girince manevi olarak kendisini temizlemeye, arındırmaya, tedavi etmeye başladı. Bir gün Medine çarşısında sırtında odun yüklü bir çuval taşıyordu. Dediler ki “Ey mübarek senin hizmetçilerin yok muydu? Neden onlara taşıttırmıyorsun?”
“Benim hizmetçilerim var ama ben Resulullah Efendimiz aleyhisselatu vesselam’dan şöyle bir hadis duydum:
‘’Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan cennetin yüzünü göremez.” (Müslim, İman, 147,)
Acaba ben de o kibir var mı diye bu hadisi kendime tecrübe etmek istedim.”
Allah bizlere en güzel şekliyle, hakkıyla, layıkıyla onların yaşadığı gibi Kur’an’ı idrak edip yaşamayı nasip etsin.
Kur’ân-ı Kerim’in Üstün Vasıfları
Ayet-i kerimede: “Size temiz olan pak sayfaları okumak için gönderilmiş…” buyurulmasının manası; Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin pak, tertemiz sahifelerle göndermiş olmasıdır. Aklını kullanabilen onu idrak edebilir, nasiplenebilir Allah’ın izniyle.
Allah- Zülcelâl Kur’an-ı Kerim hakkında;
“O kayyım (değerli, üstün, fazilet sahibi, üstün bir özelliğe sahip) bir kitaptır,” buyuruyor.
Allah-u Zülcelâl Beyyine Suresi’nde Kur’an’ın sıfatlarını anlatıyor. “Tertemiz sayfalar” demek Kur’an’ın “yalan, nifak, şüphe, sapkınlık ve yanlışlık vb. kusurlardan arınmış,” anlamını ifade eder. (bk. Kurtubî tefsiri)
Kayyım olması da “Öyle temiz sayfalar ki bütün kıymetli kitaplar yani doğru sabit kitaplar, bozulmaz, devamlı hak yazıları o temiz sayfaların içindedir.” (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimiz bu ayeti kerimeyle alakalı şöyle buyurdu:
“’Bu, Allah’ın bir kitabıdır. O’nda sizden öncekilerin haberi var.” Musa aleyhisselam’ın, Âdem aleyhisselam’ın, Yusuf aleyhisselam’ın, İsa aleyhisselam’ın kıssaları var. Bunlar bizlere anlatılmasaydı geçmişte olan hiçbir şeyden haberimiz olmayacaktı.
“Sizden sonrakilerinin haberi de var.” Yani sizden sonra gelecek olan nesillerin de durumlarının ne olacağıyla alakalı da haberler var Kur’an’da.
“Sizin aranızdaki hükümler ne ise o hükümler için bir fasıladır.” Yani Kur’an sizin için bir şeriattır. Yaşantımızla alakalı olan her şeyin hükümleri bu Kur’an’da mevcuttur. O boş bir söz değildir.
“O hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa, Allah onu saptırır. O, Allah’ın kopmayan sağlam ipi, kuvvetli fikir kitabı ve doğru yoldur. O, akılların sapıtıp şaşırmamasına ve dillerin karışmamasına yegâne sebebdir.
Kur’an, ilim adamlarının doymadığı, asla tekrarlanmaktan eskimeyen ve hayret veren üstünlükleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. Yine O, öyle eşsiz bir eserdir ki, cinler dahi onu dinlediği zaman, ‘Biz, doğruluk ve olgunluk yolunu gösteren hârikulâde bir Kur’an dinledik.’ (Cin, 72/1) demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söylemiş, O’nu tatbik eden sevab kazanmış, O’nunla hükmeden adâlet etmiş ve insanları O’na dâvet eden dosdoğru yola yöneltmiş olur.” (Tirmizi, Sevabu”l-Kur”an 14, 2908)
Dinde Ayrılığa Düştüler
“Ehl-i kitap ancak kendilerine o açık kanıt geldikten sonra ayrılığa düştüler.”(Beyyine, 4)
Bu ayet bir önceki ayetin tefsirini yapıyor:
“O kâfirler, böyle temiz sayfalar okuyacak bir Allah Resulü gelinceye kadar bulundukları hâl ve vaziyetten, din ve inançtan ayrılacak değillerdi. Öyle bir beyyine gelmedikçe tamamen hak ve tevhid dinini bilip de yerleşecek ve hallerini değiştirecek bir durumda bulunmuyorlardı ve bunda özürlü olabilirlerdi. Çünkü “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsra, 15) âyeti bunu bildirmektedir. Fakat öyle bir beyyine (açık delil), bir Allah Resulü geldikten sonra küfre sapıp da eski hallerinden ayrılmamakta ısrar etmelerine hiçbir sebep ve mazeret olamazdı.
Fakat o kendilerine kitap verilenler, yani o kitap ehli veya bilhassa onların bilginleri olan okur yazar takımı ancak kendilerine o beyyine (apaçık mucize) geldikten sonra ayrıldılar, ayrılığa düştüler. Kimisi o beyyineye, o Resule iman ettiği halde, kimisi küfre sapıp eski hallerinde kalmakta ısrar ederek tefrika (ayrılıkçılık) çıkardılar. O beyyine karşısında cahiller ve müşrikler için bile mazeret kalmamışken, kitap verilmiş olanların hiçbir mazereti kalmadığı ve yalnız kendi istek ve inatlarından dolayı küfür ve ayrılıkçılığa saptıkları ve bundan dolayı beyan olunacağı üzere puta tapıcılar gibi cehennem azabını hak etmeleri bu şekilde şüphesiz olarak ortaya çıkmış oldu.” (Elmalılı Tefsiri)
Beyyine 5. ayeti kerime:
“Halbuki onlara, ancak dini yalnız O’na has kılarak Allah’a kulluk etmeleri, Hanîfler olarak inanıp boyun eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emredilmişti. Doğru din de işte budur.”
Allah-u Zülcelâl’in istediği buydu:
“Allah-u Zülcelâl size Tevrat’ta da, İncil’de de, daha önceki gönderilmiş olan bütün semavi kitaplarda da sizden farklı bir şey istemedi.”
Sizden istediği tek şey, “halisane bir ibadettir,” diye buyurdu Allah azze ve celle.
Allah-u Zülcelâl bu ayeti kerimeyi Nahl suresi 123. ayeti kerimesiyle açıklıyor:
“Sonra biz sana İbrahim’in dinine uymayı vahyettik. O asla müşriklerden olmadı.”
Allah-u Zülcelâl:
“O Peygamberler Allah’a şirk koşmadılar. Halisane bir şekilde Allah’a ibadet ettiler.” diye buyuruyor.
Allah-u Zülcelal muhlisliği ‘Hanif Din” ile tasvir etmiş, açıklamış, sıfatlandırmış. O yüzden halis olan, İbrahim aleyhisselamın dinidir. Beyyine 5. ayeti kerimenin devamında ise bu ihlas neyle elde edilecek onu bildiriyor:
“Namaz kılmakla, zekât vermekle.”
Burada müminlerin sıfatları zikredilmiş. Zekât mali, namaz bedeni bir ibadettir. İkisiyle insan temizleniyor. Zekât nefse, namaz ise bedene belki zor geliyor. Hepimizin bildiği gibi beş vakit namazımız var ama herkes kılmıyor. Her ne kadar nefse ağır gelen bir şey de olsa Allah rızasını gözeterek ihlaslı bir şekilde namaz kılıp zekat verildiği zaman o hanif dinin Müslümanlarından olmuş oluyoruz, Allah’ın izniyle. Hz. İbrahim’in dinine tabi olan kullardan oluyoruz ki Allah-u Zülcelal Kur’an’da hanif dini yani Hazreti İbrahim’in dininden çok övgüyle bahsetmiş. Allah nasiplendirsin. İşte bu kayyım, değerli olan din bununladır. Yani ihlaslı bir şekilde kılınan namazdır ve verilen zekattır.
6. ayeti kerime;
“Ehl-i kitap’tan ve müşriklerden hakkı inkâr edenler, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte halkın en kötüleri onlardır.”
Allah-u Zülcelal onları şöyle tasvir ediyor “Onlar yaratılmışların da en şerlileridirler.”
Allah’ın yaratmış olduğu bütün mahlukat, insan, cin, hayvanlar (ki onlarda akıl ve irade yok) bütün hepsinin en şerlileridirler.
Allah-u Zülcelal 7. ayeti kerimede salih kulları şöyle tasvir etmiş;
“İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.”
Baktığımız zaman melekler normalde üstündürler, fazilet sahibidirler ama onlarda nefis olmadığından dolayı bir insan kendi nefsiyle mücadele ederek, zayıf olan iradesiyle Kur’an’da zikredilen salih amelleri yapmaya gayret ettiği zaman meleklerden daha üstün bir vasıfta oluyor.
“Onların Rableri katındaki ödülleri, altından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları adn cennetleridir. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. İşte bu, Rabbini sayıp O’ndan korkanlar içindir.”
Allah-u Zülcelal ayetin devamında salih amel işleyip Adn Cenneti’ne giren müminleri de şu şekilde tasvir etmiş;
“Onlar Rabblerinden razı, Rableri de onlardan razıdır.”
Allah-u Zülcelâl’den razılık nasıl olur? Allah-u Zülcelâl’in şeriatından razı olan her kuldan Allah da razıdır. Allah-u Teâlâ namazı emretmiş. Namaz, sadece farz olduğu için değil aşığın maşukuna kavuşması gibi, ‘Allah beni çağırıyor’ diyerek, muhabbetle, o aşkla kılınmalıdır. Yapılan bütün ibadetler bu heyecanla yapılması Allah’ın şeriatına razı olmak demektir. Tam tersi, hoşumuza giden şeyleri alıp hoşumuza gitmeyen şeyleri kenara bırakmak, bu Allah’ın şeriatına razılık değildir. Razılık, Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu bütün emir ve nehiyleri hakkıyla tatbik etmeye çalışmak ve razı olmaktır. İşte o razılık Allah’ın rızasını getirir.
Aynı ayetin devamında,
“Bu Rabb’inden korkanlar içindir.”
Bu rızalık ancak Allah’tan korkanlar içindir. Seyda kuddise sırruh Hazretlerinin sohbetlerinde hep bahsettiği bir sıfat bu.
Biz gizli bir yerdeyiz, kimse bizi görmüyor. O esnada o günahı yapabilecek kabiliyetteyiz, güçteyiz, imkanımız var ama içeride, kalbinin en derinliklerinde bir korku, Allah’ın korkusu, diyorsun ki “Ben alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım,” ve o günahtan kendini sakındırıyorsun.
Seni engelleyen tek şey imanının gereği olan Allah’ın korkusu ve o korku seni ondan muhafaza ediyor. İşte o insanı Allah’ın rızasına götüren şey, Allah’ın korkusudur.
Seyda Muhammed Konyevî kuddise sırruh hazretleri’nin bize hep söylediği bir şey vardı:
“Bir şey yaparken cennete girmek için veya cehennemde sakınayım diye yapmayın, Allah’ın rızası için, Allah’ı sevdiğiniz için, O’na aşık olduğunuz için yapın. O zaman zaten o amel, o sevgi sizi cennete götürecektir, cehennemden sakındıracaktır.”
Allah-u Zülcelal en güzel şekliyle nasiplendirsin bizleri.
Kur’an’ı açıklamamız, bu Kur’an’ı okumamız, mealini okumamız, tefsirini yapmamız, anlamaya çalışmamız Allah’ın bizlere çok büyük bir lütfu ve ikramıdır, bizim için bir şereftir.
Sâdâtlara baktığımız zaman ömürlerini bu yola verdiler, nefislerinden vazgeçip ömürlerini Allah’ın yoluna adadılar. Bunun nedeni, Allah’ın emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münkeri Kur’an’da bu kadar anlatmasından dolayıdır, onlar bunun ehemmiyetini biliyorlardı.
Sâdâtların bastığı toprağın tozu, bastıkları yerin izi olabilirsek ne mutlu bizlere. Allah-u Zülcelal dünyada da ahirette de onlardan ayırmasın, onların göstermiş olduğu bu mübarek yola bizleri de talip olanlardan, yaşayanlardan, istifade edenlerden eylesin.