HİKMET PINARI / Allah-u Zülcelâl Müminden Tevazu İstiyor
HİKMET PINARI
Allah-u Zülcelâl Müminden Tevazu İstiyor
Gülistan Araştırma
“Ey Rabbim! Zâtının celaline ve Hâkimiyetinin azametine layık şekilde Sana hamd olsun.”
Allah-u Zülcelâl çok merhametlidir. Kullarını nimetleri ile donatan Allah-u Zülcelâl’in kullarından istediği, bir müminde olması gereken, tevazu sıfatıdır. Kişi, Rabbinin azametini, kibriyalığını, kendisinin de acziyetini ve zayıflığını bildiği zaman kulluğunun manasını yerine getirmiş olur.
Allah-u Zülcelâl ayeti kerimede Âdem aleyhisselam ile Havva annemizden bahsederken şeytana da çok derin bir şekilde değinmiştir. Yasin suresi 60. ayette “Muhakkak ki o sizin apaçık düşmanınızdır” buyurur.
Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Zülcelâl iki tane düşmandan bahseder; bunlardan bir tanesi şeytandır. Onun düşmanlığı Hz. Âdem aleyhisselam ile Hz. Havva annemizden beri gelir, açık ve nettir.
Allah-u Zülcelâl ikinci düşman olarak da kafirlerden bahseder. “Onlar, sizin düşmanınızdır, onlardan size hayır gelmez. Dost gibi görünseler de onlardan size sadece zarar gelir, onlardan uzak durun, onların şerrinden muhafaza olun, kendinizi müdafaa edin, kendinizi onlara karşı savunun,” buyurur.
Allah-u Zülcelâl Kur’an-ı Kerim’ de bazı ayetlerde nasihat ya da belli kurallar, emirler nehiyler zikrettikten sonra, kafirlerin zilletinden, hakirliğinden, düşmanlığından, kötülüğünden bahseder. Dünya kurulduğundan beri kafirler böyledir.
Peki bu kafirler kimdir?
Başı yine İblis’tir. O Ben senin zürriyetini yoldan çıkaracağım diye and içmiştir. Allah-u Zülcelâl de buyurdu ki, “Birbirinize düşman olmak üzere inin! Bir zamana kadar sizin için yeryüzünde kalacak bir yer ve ihtiyaç maddeleri vardır” (Bakara; 36)
Şeytan kiminle beraber oyun yapıyorsa o bizim düşmanımızdır. O yüzden Müslümanların da uyanık olması gerekir.
Allah-u Zülcelâl, Hz. Âdem babamıza ve Havva annemize cennetteki bütün nimetleri verirken sadece bir ağaçtan menetti. İmtihan orada başladı. Allah-u Zülcelâl kendi emrine uyup uymayacağını görmek için kulunu imtihana tabi tutmak istedi.
Şeytan onlara yaklaştı dedi ki,
“Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı” (A’râf; 20-21)
Oysa ki onlar meleklerden de üstündüler, Allah-u Zülcelâl Hz. Adem’i (as) yarattığı zaman, “Ben onu donanımlı, yüksek ve her şeye kabiliyetli, fazilet sahibi olarak yarattım,” buyurmuş ve meleklere, insanoğlunun üstünlüğünü belirtmek için secde ettirmişti. (Buradaki secde tahiyyat (hürmet ) manasındaki bir secdedir ibadet manasındaki kulluk manasındaki bir secde değildir.)
Bakara suresi 30. Ayette buyurulur:
“Hani! Bir zamanlar Rabb’in, meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim.” demişti.”
Melekler: ‘’Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi halife yapacaksın? Oysa biz Seni övgü ile yüceltip kutsuyoruz.” dediler. Allah: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu.
Halife Ne Demektir?
Allah-u Zülcelâl, “Kendi yerime onları seçeceğim. Dünyada onlar benim tecellilerimdir, örneklerimdir;” buyurmuş ve insanoğlunu yaratmıştır.
Bizler şu anki yaşamımızla, ibadetlerimizle alakalı bir şeyler biliyoruz. Bu bildiklerimizi de ya ailelerimizden gördük ya çevremizden gördük, anne babalarımızdan, dedelerimizden örf adetler geldi. Bunlar bize yerleşmiş şeyler olduğu için biz bunları kendimizden biliyoruz, oysa ki Allah-u Zülcelâl bizi yarattığında bunları bize yerleştirdi.
Allah-u Zülcelâl, Âdem aleyhisselamı yarattığında yemek yapmayı, çocukların dünyaya nasıl geleceğini, dışarıdaki yaşamın nasıl sürdürüleceğini, bir ekinin nasıl ekilip biçileceğini, nasıl yenilebilecek bir hale geleceğini, hasta olunduğunda bunun devasının nasıl olacağını bilmiyordu.
Allah-u Zülcelâl Âdem Aleyhisselam’a yaşamını sürdürsün diye imkanlar verdi. Bu imkanları nasıl kullanacağını ve onların isimlerini bilmiyordu. Allah azze ve celle hepsini ona ilham etti.
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا
“Ve Adem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara; 31)
Buradaki isimler deyince aklımıza şahıs, eşya isimleri vs. gibi anlamlar gelir. Oysa ki Allah-u Zülcelâl Âdem Aleyhisselam’a yaşam biçimini öğretti, kullukta nasıl davranması, kendi zahiri yaşamını nasıl sürdürmesi, bir ölü olduğu zaman o ölüyle ilgili ne yapması gerektiğini, nasıl defnetmesi, yıkaması gibi, bunların hepsini Allah-u Zülcelâl ona ilham etti, kalbine koydu. Âdem Aleyhisselam’ın vücudunu o ilimle donattı ve onu meleklerin karşısına çıkarttı.
Âdem Aleyhisselam meleklere hepsini zikretti. Melekler bunun üzerine haya ettiler.
“Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin” cevabını verdiler.” (Bakara; 32)
Bizler bir şeyler biliyorsak ancak Allah-u Zülcelâl’in bize öğretmiş olduğu ilmiyle, ilhamıyla biliyoruz. Tabiî ki kullar birbirlerine vesiledir.
Âdem Aleyhisselam ilk insandı. Allah-u Zülcelâl O’nu bu vasıflarla donattı. İşte O’nun donatılmasıyla bizler de O’nun (as) birer örnekleriyiz. Yani Allah bize neyi verdiyse biz ondan ibaretiz.
Bizler Allah-u Zülcelâl’in “(Ben, insanoğlunu üstün kıldım,) siz de Adem’e secde edin,” buyurduğunda meleklerin secde ettiği bir zürriyetiz. O yüzden insanın da Allah-u Zülcelâl’e karşı kendi haddini ve yerini bilmesi gerekir.
Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki; “Ben sizi bu kadar üstün yarattım sizden de edep, size emrettiğim şeyleri yerine getirmenizi bekliyorum, yasakladığım şeylerden sakınmanızı istiyorum. Bunları yaparsanız ancak o zaman benim size vermiş olduğum üstünlüğü elde etmiş olursunuz.”
Şeytan hiçbir zaman; “Sen şunu yap ve Allah’ın emrine asi gel,” demez. Şeytan insanoğluna, onun iyiliğini istiyormuş gibi vesvese vererek yaklaşır.
Allah-u Zülcelâl şeytana ‘hannas’ ismini veriyor. Hannas, şeytanın sıfatlarındandır. Hannas, kul ibadet halinde olduğu zaman, Allah’ı andığı zaman kendini gizler, gaflete daldığı zaman ağzını ve burnunu kulun kalbine dayar ve oraya sadece fısıldar.
O yüzden Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki; “O hannas olan şeytan ki, kalplere vesvese veren şeytanın şerrinden Allah’a sığının.”
Allah-u Zülcelâl’in Kur’an ı Kerim’e Fatiha ile başlayıp Felak ve Nas sureleriyle bitirmesinin en büyük hikmetlerinden bir tanesi de, Allah-u Zülcelâl, “Her işin başında Bana hamd edin ve her işin sonunda Bana sığının” diye buyurmasıdır. Kur’an-ı Kerim’deki hükümleri uygulayabilmemiz için bu düşünceyle hareket etmemiz gerekir.
Kur’an-ı Kerim’in baştan sona surelerin dizilimi, ayetlerin gelişimi ve nüzul sebepleri, hepsi bir hikmetle, güzellikle, dersle inmiştir bu ümmete.
Şeytanın Hilesi
Şeytanın ilk hasedi cennette başladı, sonra da insanoğlunu yoldan çıkarmak için and içti.
“Benim insanoğlunun hepsini birbirine düşman yapmam gerekiyor. Onlar birbirleriyle çok güzel geçiniyorlar, tek bir ümmetler, tek bir babanın evladılar ve tek bir Allah’a ibadet ediyorlar. Ben bunu nasıl kabul edeyim.” dedi ve fikirler üretmeye başladı.
O zaman Allah-u Zülcelâl’in kullarının içerisinde de o kadar ibadet ehli, insanların onlara itimad ettiği, vaaz nasihatlerini dinlediği salih kullar vardı ki. Şeytan onların suretinde bir şeyler yapmaya başladı. Dedi ki, “Siz istemez misiniz biz bu mübareklerin suretlerini, resimlerini yapalım da, siz bunları her gün hatırlayın.”
İnsanlar da dediler ki, “Biz onları hatırlamakla nasıl mutlu olmayalım. Hatırlayalım daima onlara dua edelim, onların bizlere göstermiş olduğu o yolu unutmayalım.”
Şeytan daha sonra onları birazcık daha büyüterek put haline dönüştürdü ve bunlar nesilden nesile gitti. Babaları bu resimlere saygı duyup hürmet gösteriyorlardı, seviyorlardı, sonraki nesiller ise eğilme babında onlara saygı gösterdiler, sonraki nesiller onlara secde ettiler.
Şeytan nesilleri bu şekilde kandırdı ve dedi ki “Ben ilk başta bunların karşısına çıkıp ‘Allah’a şirk koşun, inanmayın, Allah’ın dışındaki başka bir şeye tapın;’ desem beni recmederler, taşlarlar, kovarlar, bana söverler, bana yapmadıklarını bırakmazlardı.”
Bu şekilde dolaylı yoldan insanları şirke soktu ve “Onlar tevbe ettiği için ben hangi günahı yaptırırsam yaptırayım o günahın bir zararı dokunmaz onlara. O tevbe o günahların hepsini siliyor ve benim emeğimin hepsi boşa gidiyor. Allah’ın bir tek affetmediği şirk var ben o yüzden bunun için çabalayacağım,” dedi ve onun için uğraştı. Onu insanlar arasında yaydı ve bu şekilde hedefine ulaştı.
Allah muhafaza etsin, hiç birimizin sonu, yarına nasıl çıkacağımız belli değil. Sürekli Allah’a sığınmamız, O’na yalvarmamız, halimizin düzelmesi için sürekli Allah’a sığınmamız gerekir ki Allah-u Zülcelâl bizi muhafaza etsin.
Seyda Muhammed Konyevi hazretleri kuddise sırruh kitaplarında şöyle buyururdu:
“Şeytan daima insanı insana gölge yaparak yaklaşır. Şeytan, “Sen şu an yorgunsun, şöylesin, önce dinlen sonra daha iyi yaparsın. Önce bu işi yap sonra ibadeti yaparsan daha istifadeli olursun,” der ve insanı o ibadetten caydırır, alıkoyar ve bu şekilde kendi hedefine, emeline ulaşır.
İnsana, insanın iyiliğini istiyormuş gibi yaklaşır, ama hiçbir zaman insanın iyiliğini istemez.
Allah-u Zülcelâl’in bizlerden istediği en büyük görevlerden bir tanesi de kulluktur.
İnsanoğluna, ibadet, herhangi bir hayır yaptığı, sadaka verdiği zaman sanki kendi yapmış gibi bir his gelir. İşte o geldiği anda, “Bunu bana Rabbim yaptırdı, ben yapmadım,” deyip, “Eğer Allah bana o malı vermeseydi benim bunu yapmaya gücüm yoktu, Allah bana o aklı vermeseydi benim bunu yapmaya gücüm yoktu, o ilhamı vermeseydi ben bunu yapamazdım. Allah bana bu imanı vermeseydi bu iyilik bana nasip olmazdı,” düşüncesiyle her şeyi Allah’ın azametine, büyüklüğüne isnad edelim.
Yakup Aleyhisselam, Yusuf Aleyhisselam’ın üzerine çok ağladı. Allah-u Zülcelâl’e yalvarırken son zamanlarda:
“Ya Rabbi! Ben acizim, yaşlıyım, saçlarım ağarmış, sakallarım ağarmış bu şekilde sana yalvarıyorum. Senden başka gideceğim bir kapı yok. Ya Rabbi! Sen ise azamet, kibriya, merhamet sahibisin, yardımlar ancak Senden gelir. Sen bizim sahibimizsin. Ya Rabbi! Sana yöneldim,” gibi ilticasını genişletebildiği kadar kendi acziyetini zayıflığını ve Allah-u Zülcelâl’in azametini dile getirerek dua etti.
Bu şekilde Allah-u Zülcelâl duasını kabul etti ve onu Yusuf aleyhisselama kavuşturdu. Ve Allah-u Zülcelâl ona şöyle bir vahiyde bulundu:
“Ya Yakub! Sen öyle bir nidada bulundun ki, şayet Yusuf aleyhisselam ölmüş olsaydı ben onu senin bu nidana karşılık diriltirdim ey kulum.”
Allah-u Zülcelâl’in kuldan istediği tevazu sahibi olmasıdır, kibriyalık Allah-u Zülcelâl’e mahsustur.
İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî, Rikak 1. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 1; İbni Mâce, Zühd 15)
“Hep yaparım, yaparım, yarın yaparım, daha vakit var, şu zaman yaparım,” deriz, sağlığımız yerindeyken dünyanın hükümdarı biz sanırız, eğleniriz, güleriz. Bir hastalandığımız zaman kendi zayıflığımızı ve acziyetimizi anlarız.
İşte Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu hadisi şerifinde insanların bu iki nimetin hakiki manada kıymetini bilmediklerini buyurmaktadır.
Kibir İnkara Götürür
Allah-u Zülcelâl şeytanın apaçık bir düşman olduğunu ayetlerinde zikrettikten sonra kafirlerden, Yahudilerden, onların kötülüğünden, Tevrat’ta Resulullah Efendimiz aleyhisselatu vesselamın sıfatlar onlara geldiği halde kibirlerinden dolayı onların inkâr etmesinden bahseder.
Bakın, kibrin zararlarından bir tanesi de insanı inkara kadar götürmesidir. Şeytanın kibri, kibrin zararının en büyük örneklerindendir. Bu nedenle kibri basit görmememiz lazım. Ben şuyum, buyum demememiz gerekir.
İnsanoğluna bir makam bir görev verildiyse kendini her zaman onun hizmetkarı olarak görmesi gerekir ki istifade edebilsin. Ben bir şeyim denildiği an, Allah muhafaza insan şeytanın sıfatına bürünmüş olur.
Allah-u Zülcelâl kafirlerden bahsettikten sonra müminlere şöyle buyurmaktadır;
“Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah’a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir.” (Bakara; 45)
Sabır denilince bizim aklımıza belki çok kısıtlı bir şey gelir. Allah-u Zülcelâl ayette sabır ve namazı aynı eşitlikte tutmuş. Sabır, insanın sadece herhangi bir musibetle karşılaştığında değil Allah’ın bize emrettiği ne varsa, bu can bu bedende olduğu sürece, istikrarlı bir şekilde yapmaya gayret etmesi demektir. Sabır, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, nehiylerden sakınmak demektir.
Resulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadisi şerifinde:
“Allah katında amellerin en makbulü az da olsa devam üzere yapılanıdır.” buyurur. O yüzden işte sabır da sürekli ve istikrarlı olmayı gerektirir.
Allah-u Teâlâ “Bunu da ancak Benden korkanlar yapar: ” buyuruyor.
Allah-u Zülcelâl’den azabı var diye mi korkacağız. Bize bazı vaatlerde bulunmuş diye mi ibadet edip kulluk edeceğiz?
Allah-u Zülcelâl’e karşı korkmak, edepli olmak demektir. Allah-u Zülcelâl insanı nimetlerle donatmış, melekleri dahi ona secde ettirmiş, onu okadar üstün bir vasıfta yaratmış ki kainattaki yaratmış olduğu diğer hayvanları, canlıları dahi onun hizmetine sunmuş. İnsanoğlu canlıları yiyip onlarla güç kazanıyor. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki: “Sen de bana kulluk et, ibadet et.”
Emredilen bir şeyi yerine getirmek, nehyedilen bir şeyden sakınmak Allah’tan korkmak demektir. Sadece Allah’ın azabını düşünerek korkmak, korkmak değildir. Allah’tan, O’nu sevdiğimiz, üzmememiz gerekli olduğu için korkmamız gerekir. Çünkü Allah-u Teâlâ buna layıktır.
Kulluğumuzun ana temellerinden bir tanesi de tevazu sahibi olmak demiştik. Abdullah bin Selam radıyallahu anh Rasûlullah aleyhisselatu vesselamın, “Abdullah’ı gördüğünüz zaman cennet ehlini görmüş olursunuz.” buyurduğu büyük sahabelerden bir tanesidir. Kendisi Yahudi alimlerinden birisiydi ve Müslüman oldu. Onun hizmetçileri, çoluk çocukları vardı. Buna rağmen bazen sırtına bir şeyler yükleyip Medine’nin çarşı pazarında dolanırdı. O’na dediler ki:
“Sen niye bunları yüklenip kendini bu konuma düşürüyorsun? Hizmetçilerin var, eğer bir şey satacaksan senin emrinde insanlar var. Onlara sattırabilirsin, onlarla bu işini, hizmetini giderebilirsin. Sen niye bunu yapıyorsun?” Dedi ki:
“Ben Rasûlullah aleyhisselatu vesselamdan:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir.” hadisini işittim. O hadisin benim kalbimde yeri var mıdır yok mudur, hakkıyla kalbime yerleşmiş mi yerleşmemiş mi onun için bunu yapıyorum.”
Bakıldığı zaman onlar öğrendikleri ile bu şekilde amel ettiler, hayatlarına tatbik ettiler. Sadece düşünmekle, tefekkür etmekle kalmadılar, bizzat öğrendiklerini nefslerine yedirerek yaptılar.
Nefis temizlenmeden önce, insanoğlu hakiki manada o kibiri vücuttan kalpten çıkartmadığı, benlikten sıyrılmadığı sürece insanın bu yoldan tam anlamıyla istifade etmesi zordur.
Şunu da unutmayalım, namazda nasıl ki bedenimiz Allah’ın huzuruna çıkıyorsa ruhun da Allah’ın huzurunda olması ve edeple durması gerekir. Yani kalbimiz, ruhumuz, aklımız, bedenimiz hepsinin Allah’ın huzurunda hazır olması gerekir ki işte o zaman o namaz bizi kötülüklerden alıkoyar.
Allah-u Zülcelâl buyuruyor;
“Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût; 45)
İşte insan sadece bedeniyle değil, ruhuyla da Allah’ın huzurunda kıyamda duracak, o zaman o namaz insanı bütün kötülüklerden korur. Bunları bize öğreten ise tasavvuftur. Tasavvuf olmadığı zaman insan eksiktir. Tasavvuf İslam’ın ruhudur. Nasıl beden ruhsuz bir işe yaramazsa, İslam dini de tasavvufsuz eksiktir.
Allah-u Zülcelâl bizleri nefsi tezkiye etme yoluna, tasavvufa hizmetkar kılsın. Âmin.