HİKMET PINARI / Geceleri Aydınlatan Leyl Sûresi
HİKMET PINARI
Geceleri Aydınlatan Leyl Sûresi
Gülistan Dergisi Araştırma
Leyl sûresi rivâyet tefsirlerine göre Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh efendimizin malını harcayarak müşriklerin elinde köle durumunda bulunan mü’minleri kurtarması üzerine inmiştir. Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh ile cimriliğiyle bilinen Ümeyye b. Halef hakkında nâzil olduğu bildirilmektedir (Fahreddin er-Râzî, XXXI, 197).
Hz. Peygamber’in öğle ile ikindi namazlarında Leyl sûresini okuduğu nakledilmektedir (Şevkânî, V, 451)
“Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman geceye; açılıp aydınlattığı zaman gündüze, erkeği ve dişiyi yaratana andolsun ki, doğrusu sizin çalışmalarınız çeşitlidir. (Leyl; 1-4)
Sûrelerin başında gelen yemin ifadeleri, hem üzerine yemin edilen varlıklara dikkat çekerek onları Yaratan’ın büyüklüğünü göstermek hem de yeminden sonra gelecek konunun önemine dikkat çekmek içindir.
Allah-u Zülcelâl Mekkî sûrelerin birçoğunda olduğu gibi bu surede de yine yeminle söze başlıyor. Önce geceye sonra da gündüze yemin ediliyor. İlk önce karanlığın her yeri kaplayıp bürümesine ve gündüzün gelip ortalığı aydınlatmasına dikkat çekiliyor.
“Surede, karanlıktan ışığa, korkutmadan müjdelemeye doğru gidilmek ve müjde yolu gösterilmek üzere önce geceye yemin edilmiştir ki, dışımızdaki ve içimizdeki karanlıklara işarettir.”
“(Geceye yemin ederek başlanmasında) genel olarak uyku ve gaflet veya şiddet ve sıkıntı ve özellikle Hz. Muhammed aleyhisselatu vesselamın peygamber olarak gönderildiği sıralarda dünyayı sarmış bulunan cahiliye devri haline ve geleceğe ait olmak üzere de can çekişme haline veya kıyamet koparken olacak korkunç hallere işaret dahi vardır.” (Hak Dini Kuran Dili; Elmalılı Hamdi Yazır; Leyl Suresi)
Rabbimizin surede önce geceye yemin edip sonra da gündüzün onu takip edeceğini işaret etmesi, cahiliyye zulmünün karanlığından Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin getirdiği hidayetin nuruna çıkışı müjdeler. Bir yerde surenin akışında o devrin zayıf ve aciz durumdaki az sayıda bulunan müminlerine verilen müjde şudur:
“Ey Müminler, şirkin, inkârın ve zulmün sizi boğacak hale gelişinden dolayı üzülüp ümitsizliğe düşmeyin. Bilin ki gündüzün aydınlığını getirip gecenin karanlığını ortadan kaldıran sonsuz kudret sahibi Rabbiniz İslâm’ın nûruyla elbette cahiliyyenin karanlığını ortadan kaldıracak. Bu nur, gündüzün bütün dünyayı aydınlatması gibi bütün âlemleri aydınlatacak.”
Sûrenin akışında o azınlık halde olan, işkence ve eziyetler altında inleyen müminleri ferahlatan bir üslup vardır. Onlar da bu müjdelerle dinlerine kuvvetle sarıldılar. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem onlara bu sureleri okudukça yürekleri ferahladı. İnşallah bugün de bizler bu sureleri okudukça aynı şekilde ferahlar, ümitle ve şevkle dinimize sarılırız.
“Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun ki…”
Sonra da erkek ve dişinin yaratılışına yemin ediliyor. Erkeği ve kadını yaratana yemin edilmesi, aynı zamanda kadın ve erkek bütün insanların işlerinin çeşitli oluşları ve bunlardan her ikisinin de sorumlu oluşlarına işaret sayılmıştır.
Her şeyi bürüyüp örten gece karanlığı ile aydınlığı ile görünür hale getiren gündüz birbirinin tam zıddıdır. Bir damla sudan yaratıldığı halde erkek ile dişi de birbirinin zıddı özellikler taşımaktadır. İşte bunun gibi, insanların ahlak ve amelleri de farklı farklıdır.
Birlik Nizamına Davet
Varlıkların farklı oluşları gibi insanların kalplerindeki imanları, niyetleri, amelleri, gayretler ve ahlakları da farklı farklıdır.
“Sizin çalışmalarınız (şetta) farklı farklıdır.”
“ŞETTÂ, “şetit” kelimesinin çoğulu olup ayrı ayrı, dağınık, perakende ve perişan mânâsınadır.”
“Yani çalışmalarınız birbirini tutmaz şekilde dağınık, ayrı ve düzensizdir. Oysa hayat ve kurtuluş, birlik nizamı içinde yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır. Nitekim “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın.” (Âl-i İmran, 3/103) buyurulmuştur.”
Tefsirciler burada bunu hükümleri değişik, birbirinden uzak, kimi iman, itaat ve iyilikler gibi hayır ve hidayet; kimi küfür, isyan ve kötülükler gibi şer ve sapıklıktır meâlinde tefsir etmişlerdir. Çünkü gayeleri, hükümleri farklı olan çalışmaların neticesi ayrılık ve dağınıklıktır.
Hayra koşan şerre koşandan elbette ayrılır. Bu durumda mânâ “Mümin olan fasık olan gibi olur mu? Bunlar eşit olmazlar.”(Secde, 32/18); “Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini, inanıp iyi amel işleyenler gibi mi yapacağımızı sandılar? Hayat ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar.”(Câsiye, 45/21) âyetlerinin mânâsına döner. (Elmalılı, age)
Tefsirlere baktığımız zaman “Çalışmalarınız farklı farklıdır,” şeklinde meal verilen lafızdaki “şetta” ifadesinin olumsuzluk, dağınıklık manasına işaret ettiği anlaşılıyor. Demek ki Allah-u Zülcelâl bu hali sevmiyor, birlik beraberliğe, yardımlaşmaya davet ediyor. Tevhid dini İslam insanları birliğe, kardeşliğe, yardımlaşmaya çağırıyor.
“Asıl maksadın, cahiliyye devrinde olduğu gibi dağınıklık ve ayrılığın kendisinden sakındırmak ve gönüllerde tevhid fikri ile amellerde bir düzene ve intizama sevkedilmek olması daha açıktır. Zira çalışmada dağınıklık ve perişanlık, bir diğerinin çalışmasını bozması itibarıyla aslında çalışmamaktan daha fena olan boşuna bir yorgunluk ve sakınılması gereken bir kötülüktür.” (Elmalılı, age)
“Kim malını iyilik yollarında harcar ve Allah’a takvalı olarak (gönülden saygı besleyip günahlardan) sakınırsa, o en güzel söz (olan kelime-i tevhîdi doğrulayıp gereğini yerine getirirse), biz ona kolayı (dünyada iyilik yolunu, âhirette de hem hesâbını hem de cennetin yolunu) kolaylaştırırız.”
“Cennetin Yolunu Kolaylaştırırız”
“Çalışmalarınız farklı farklıdır,” ifadesinden sonra bir grup insanın vasfı sayılıyor. İlk sıfat; “kim verirse…”
O günün şartlarında fakir ve köle durumunda olan müminlere ihsanda bulunursa…
Köle azat etmek, darlık zamanlarında yoksullara yedirmek gibi hayır yollarına sarf edip harcamışsa…
Hz. Ebubekir radıyallahu anh az sayıdaki zengin müslümanlardandı. Servetinin çoğunu köleleri hürriyetine kavuşturmak için sarf ediyordu. O devrin şartlarında, müşrik sahibinin eziyetleri altında inim inim inleyen köle bir müslümanı kurtarmak için keseler dolusu altın veriyordu. Onun malını bu şekilde harcayıp tüketmesinden hoşlanmayan babası Ebû Kuhâfe bir gün:
“–Oğlum! Sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin, şöyle güçlü-kuvvetli köleler satın al da, tehlike ve kötülüklere karşı önünde durup seni korusunlar” dedi.
O devirde köleler sahipleri için çalıştığı gibi azad edilse bile kendisini azad eden kişi ile müttefiklik bağı altında yaşardı. Mesela kendisini azad eden efendisinin kabilesi başka bir kabileyle savaş halindeyse azad edene bağlılık gösterir, onların safında savaşırdı. O yüzden güçlü kuvvetli köleler azad et ki seni desteklesinler,” diyordu. Hz. Ebûbekir radıyallahu anh ise:
“–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum” dedi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXX, 279)
Bu suredeki “kim verirse…” ifadesinde kast edilenin Ensâr’dan Ebu Dahdah isimli sahabe olduğu da kaynaklarda zikredilmiştir. (Vâhidî, s. 254; Âlûsî, XXX, 147)
Medine’de bir adamın hurma bahçesi varmış ve hurmalar bahçe duvarından dışarı sarkarmış. Ama bu zât yoldan geçen insanların, çocukların bu hurmalardan yemesini engellermiş. Çocukların eline aldıkları hurmaları zorla ellerinden alır, hattâ ağızlarındakini bile zorla çıkarırmış.
Bir gün Allah’ın Resûlü onu yanına çağırarak “o hurma ağacını cennette verilecek hurma ağacı karşılığında insanlara ikram etmesini” teklif eder. Ama adam: “Ben bu ağacın hurmasını çok seviyorum ve ondan kimsenin yemesini istemiyorum” diyerek kabul etmez.
Rasulullah efendimizin ona verdiği bu müjdeyi işiten Ebu Dahdah isimli sahâbe arkasından yetişir “Ey Allah’ın Resûlü o bahçeyi ben satın alıp ona tavsiye ettiğin şeyi ben yapsam bana da cennet var mı?” diye sorar. Allah’ın Resûlü: “Evet sana da var,” deyince hemen gidip karşılığında kırk hurma ağacı olan bahçeyi vererek onu satın alır ve meyvesini Müslümanlara vakfeder.
Bu hadise gerçektir, Medine devrinde olmuştur. Ama bu sûrenin Mekke’de nâzil olduğu anlaşılmaktadır.
Her iki hadise de sahabenin ahirete iman ile dünyalıklarını İslam için harcamaktaki gayretlerini göstermektedir. Allah-u Zülcelâl bizlere de onların halinden hisse almayı nasip eylesin. Amin.
Kurtuluşun Yolu Takva
Ayet-i kerimenin devamında “Kim verirse ve takvalı olursa…” buyuruluyor.
Takvâ sahibi olmak, kalbin dâima Allah’tan korkması, uzuvların da emir ve yasaklarına uyması demektir. Takva sahibi kul yaptığı her işte Allah’ın razı olup olmayacağını düşünerek hareket eder. Allah’ın razı olmayacağı şeylerden titizlik ve ciddiyetle sakınır. Her türlü hal ve hareketlerinde Allah’ı râzı etmenin gayreti içinde olur.
Hz. Ebubekir radıyallahu anh müslüman olmadan önce dahi içki içmez, günahlardan ve çirkin şeylerden uzak dururdu. Müslüman olduktan sonra bütün emir ve yasaklara uymakta son derece titiz davranırdı. Onun hali örnek gösterilmektedir. Hadis-i şerifte:
“Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi Ebu Bekir’dir.” (Suyuti, Tarihul-Hulefâ, 42) buyurulmuştur.
“Ve (hüsnayı) en güzeli tasdik ederse…”
“Hüsna” çok kapsamlı bir muhtevaya sahiptir. İman, ibâdet ve ahlâk itibariyle her türlü güzelliği içine alır.
Hüsnayı tasdik etmek, Kelime-i tevhid’i tasdik etmek, Kur’ân’ı tasdik etmek, en güzel dini ve Peygamber Efendimizi tasdik etmektir.
“Hüsna cennete işarettir” diyen müfessirlere göre en güzel karşılık, en güzel sevap ve mükafat olan cenneti tasdik ederek, ona inanıp en güzel işler yapmayı ifade eder.
“Hepsinin mânâsı bir demek ise de âyetlerin akışına göre en açık ve en faydalı olan mânâ, ihsan eden, Allah için güzellik yapan ihsan sahiplerine ilerde daha güzeliyle karşılık, sonunda en güzel sevap ve mükafat kavramıyla mesube-i hüsna (cennet) veya akıbet-i hüsna (en güzel son) mânâsı veya bunu vaad eden hüsna âyetleridir.” (Elmalılı, age)
Hüsna kelimesinin geçtiği diğer ayet-i kerimelere bakıldığı zaman; Allah’ın vereceği mükafatın güzelliğine işaret ettiğini görüyoruz:
“Kim çalışır (salih amel yaparak sevap ve) bir güzellik kazanırsa ona daha fazla bir güzellik veririz.”(Şura, 23)
Demek ki “en güzeli” tasdik etmek demek, Allah’ın çirkin gördüğü şirki ve küfrü terk ederek tevhid üzere imanı, ahireti ve nübüvveti kabul etmektir.
İşte “kim verirse, takvalı olursa ve en güzeli tasdik ederse, bu vasıflara sahip olanlara Cenâb-ı Hakk, “kolayı kolaylaştırmayı” vaad ediyor.
Bu kolayı kolaylaştırmanın manası, İslam’ın emirlerini zorlanmadan, yüksünmeden, gönül huzuru ile yaşayabilecek gönül kıvamına erişmektir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Allah, kimi doğru yola erdirmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar” (En‘âm 125) buyrulur.
Allah-u Teâlâ bir kimsenin göğsünü İslam nuruna açarsa onun iyi işlerini, salih amellerini kolaylaştırır. Hem dünyada salih ameller ve hayırlı işleri yapmak ona kolay gelir hem ahiretteki hesap işleri kolaylaşır. Böylece ona ebedî huzur ve saadet yeri olan cennet yolları kolaylaştırılmış olur.
Hesabı Kolay Gelecektir
Allah-u Zülcelâl’in kudreti her şeye yeter. Bir kişiye cennetin yolunu kolaylaştırmak isterse dünyada salih amelleri yapmak ona kolay gelir. Nefse ağır gelen ibâdetler onun için en zevkli işler haline dönüşür. Allah’ın razı olacağı bütün iyilikler ve taatler ona son derece cazip gelir.
Böyle olunca Allah-u Zülcelâl onun için hesabı da kolaylaştıracaktır. “Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner.” (İnşikâk 8-9)
“Ama, cimrilik eden, kendini Allah’tan müstağnî sayan, en güzel sözü (kelime-i tevhidi) yalanlayan kimsenin güçlüğe uğramasını (dünyada kötülük yolunu, âhirette de cehennemin yolunu) kolaylaştırırız. O, baş aşağı cehennemin çukuruna doğru yuvarlanırken malı kendisine hiçbir fayda sağlamaz.”(Leyl; 8-10)
Bilal-i Habeşi’nin efendisi olan, ona işkence yapan Ümeyye bin Halef’in şahsında şu sıfatlara sahip olanlar yerilmektedir: “cimri, malını harcanması gereken yerde harcamayan, Allah için hayırlı yollarda kullanmayan…”
Bu sıfat o zamanki müşriklerin ahlakına işaret etse de Allah-u Zülcelâl’in sevmediği bir ahlak olduğu görülmektedir. Kim olursa olsun Allah-u Zülcelâl cimriliği sevmez.
“Kendini müstağni zanneden, yani kimseye ihtiyacı olmadığını sanan…”
Bilhassa Allah’a, O’nun rızâsına, vereceği sevaba ihtiyacı olmadığını zanneden, Allah’ı ve huzurunda toplayıp hesaba çekeceği günü hatırına getirmeyen. Bütün gayretini dünyaya sarf eden, zengin olduğu için kimseye ihtiyacı kalmadığını, artık günahlardan korunmak gibi bir derdinin bulunmadığını zanneden.
“Hüsnayı yalanlayan…” Allah’ın mükafatı ve cezasını haber veren ayetleri işitmekten hoşlanmayıp yüz çeviren, yalan sayan.
Allah-u Zülcelâl bu kişilere “en zor olanı” kolaylaştıracağını bildiriyor. “En zor olan” cehennemdir. Ona girmek, azabına uğramak çok çetindir, çok acıklıdır.
Bu kişi inanmadığı için ibâdetleri, güzel işleri yapmak ona zor gelir. Günahları işlemek ise kolaylaşır. Dünya arzuları gözünde süslü hale gelir. Sonunda ölüp cehennem çukuruna yuvarlandığı vakit, o çok değer verdiği malı mülkü kendisine hiçbir fayda sağlamaz.
“Bize düşen sadece doğru yolu göstermektir. Şüphesiz âhiret de, dünya da Bizimdir. Sizi alevler saçan ateşle uyardım; oraya, yalanlayıp yüz çevirmiş olan o en azgından başkası yaslanmaz.” (Leyl, 11-16)
Hidayet Allah’a Aittir
Allah-u Zülcelâl engin rahmetiyle Peygamberler gönderip kitaplar indirerek insanlara doğru yolu göstermiştir. Böylece onları dünya ve âhiret saadetine hidayet etmeyi irade buyurmuştur. Alev alev yanan cehennemle uyarmış ve sakındırmıştır. Artık oraya ancak yüz çevirenler girecektir.
Nitekim Resûl-i Ekrem aleyhisselatu vesselam bir gün:
“- İstemeyenler dışında ümmetimin tamamı cennete girer” buyurunca ashâb-ı kirâm:
“- Ey Allah’ın Rasûlü! Cennete girmeyi kim istemez ki?” diye sordular. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Benim dediklerime ve yaptıklarıma uyanlar cennete girer. Bana karşı gelenler ise cenneti istememiş demektir” buyurdu. (Buhârî, İ’tisâm 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 361)
“Arınmak için malını veren, en çok sakınan kimse ise ondan uzak tutulur. O, yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır. Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.”(Leyl, 17-21)
O ateşten kurtulmanın yolu nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye edebilmek, bunun için karşılığında bir şey beklemeden sırf Allah rızâsı için hayırlar yapmak, yardım etmektir. Allah-u Teâlâ, kendi rızâsı için böyle cömertlik ve fedakârlık yapanlardan razı olacak ve onlara öyle mükâfat verecek ki, onlar da memnun olacakları bir mükafata kavuşacaklar.
Allah-u Zülcelâl bizlere de onlardan olmayı nasip eylesin. Âmin.