HİKMET PINARI / Güzel Ahlakın Temeli
HİKMET PINARI
Güzel Ahlakın Temeli
Gülistan Dergisi Araştırma
“Ey Rabbim! Zat’ının Celaline ve Hâkimiyetinin azametine layık şekilde Sana hamd olsun”
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor:
“Kuşkusuz bu Kur’an en doğru en mükemmel hale eriştirir, hidayet eder.” (İsra; 9)
Kur’an-ı Kerim nefsin kötü sıfatlarından kurtulup kemal ve fazilet kazanmak, en üstün makamlara ulaşmak isteyenlere yol gösterir, rehberlik eder. Gerek dünyada gerek âhirette en yüksek ahlaka erişmek için en güzel yol Kur’an’ın terbiyesi altına girmektir.
Kur’an’ın gösterdiği yol şüphesiz en üstündür ve her çağda üstün kalmaya devam edecektir. Zira Kur’ân-ı Kerim’i nazil eden, insanı da yaratmış olan Mevla Teâlâ hazretleridir. İnsanı en iyi bilen ve tanıyan da onu yoktan var etmiş olandır:
“Yaratan bilmez olur mu hiç?” (Mülk; 14)
Allah-u Zülcelâl insana ne emretmişse hepsi onun hayrı içindir. Neyi yasaklamışsa o insana yakışmayan, insanı rezil eden bir çirkinliktir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur:
Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, yakın akrabaya yardımı emreder. Fuhşiyatı, münkeri ve (başkalarının hakkını çiğneyecek) taşkınlığı yasaklar. Düşünüp hatırlayasınız diye size öğüt verir. (Nahl 90)
Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh buyurmuştur ki:
“Bu ayet, Kur’an’da bütün hayır ve şerri en kapsayıcı ayettir. Eğer bundan başka ayet olmasaydı, bu ayet Kur’an’ın her şeyi açıklayıcı ve âlemlere hidayet ve rahmet olması için yeterdi.” demiştir. (İsfehânî, Rağıb, Müfredatu Elfazı’l-Kur’an, adl mad.)
Tefsir alimi Fahreddin er-Râzî de “Bu âyette Allah Teâlâ yükümlülükle ilgili farz ve nâfile mahiyetindeki ilkeleri; kezâ ahlâk ve âdâba dair genel ve özel konuları bir araya getirmiştir.” Demiştir.
Bu âyet-i kerimenin, “Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsanı emreder…” meâlindeki bölümü yalnız tefsir kitaplarında değil tasavvuf ve ahlak kitaplarında da geniş açıklamalara konu olmuştur.
Adalet; “düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma” anlamlarına gelmektedir. Bu manada insanın evvela Allah’ın hakkını yerine getirmesi, sonra da üzerindeki bütün hakları ödemesini kapsar. İhsan ise bundan bir adım daha ileri olarak, “insanın, hem Allah’a hem de insanlara, hatta bütün varlığa karşı adalet ölçüsünün, farz ve vâcip hükümlerinin de ötesinde fazilet göstermesini ve iyilikte en yüksek seviyesine ulaşmasını” ifade eder.
Tasavvuf alimlerine göre adalet üç kısma ayrılır. Bunlardan birincisi, Allah’a karşı âdil olmaktır. İnsanın Allah’a karşı âdil olması, Allah’a hiçbir şekilde şirk koşmaması, Allah’ın rızasını her şeyden önde tutması, hükümlerini tazimle yerine getirmesi ile olur. İkincisi insanın kendine karşı âdil olmasıdır. İnsanın kendi nefsine karşı âdil olması nefsini helake sevk edecek bütün hal ve hareketlerden sakınması, onun iyiliğini gözetmesidir. Üçüncüsü ise insanın diğer insanlara karşı âdil olmasıdır. Bu da insanlara insaflı davranması, hiçbir kişiye gizli veya açık olarak haksızlık yapmaması, haklarına riayet etmesidir.
İhsan ise adaletin ötesinde daha üstün ve daha mükemmel kulluk yapmayı ifade eder. Bu kelimenin iki mânası vardır. Birincisi bir şeyi en güzel şekilde yapmaya çalışmaktır. Nitekim Allah Resûlü aleyhisselatu vesselam bu mânada ihsânı: “Sanki görüyormuşçasına Allah’a kulluk yapmak” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 5-7) olarak tarif buyurur. Buna göre ihsan, “verilen vazifeyi, yapılacak işi en güzel şekilde yapmak” demektir. İkinci mânası ise başkalarına iyilik yapmaktır. Bu mânada ihsan; iyi, cömert, müsamahalı, affedici, merhametli ve güzel geçimli olmak gibi güzel anlamları da muhtevasına alır.
Adâlet sağlıklı ve dengeli bir toplumun temeli ise ihsan onun daha mükemmele erişmesine yardımcı olur. Bir taraftan adâlet toplumun haklarını çiğnenmekten ve zulümden korurken, diğer taraftan ihsan toplumu zevkle ve güzel bir şekilde yaşanacak hale getirir.
Ayet-i kerimede Rabbimizin emrettiği üçüncü iyilik de akrabaya yardımdır: Aslında akrabalık hakkına riayet etmek ve onlara iyilikte bulunmak adalet ve ihsan emrinin içinde yer almakta iken, ehemmiyetine binâen ayrıca zikredilmiştir. Akrabalara muhtaç oldukları hususlarda yardımda bulunmak, iyilik yapmak, ikramda bulunmak ve onlarla akrabalık münâsebetlerimizi sürdürmek İslâm’ın önemle üzerinde durduğu bir ahlâkî fazilettir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurur: “Sevabı en çabuk olan taat akrabaları gözetmektir.” (İbn Mâce, Zühd 23)
Ayet-i kerimde Rabbimizin uzak durmamızı emrettiği hususlar da şu üç maddeyle özetlenmiştir:
(fahşâ): Başta zinâ olmak üzere her türlü hayâ, iffet ve edep dışı bütün söz, fiil ve davranışlardır. Çoğul Şekli olan “fevâhiş” ile had cezasını gerektiren cürm ve kötülüklerin kast edildiği rivâyet edilmiştir.
Dinimizin emirleri, insana yakışmayan edebsizliklerin yayılmasını önlemeyi hedefler. Rabbimiz indirdiği hükümlerle müminleri kötü ve çirkin sıfatlardan muhafaza eder ve bu kötülüklerin yayılmasını sevenleri şöyle tehdit eder:
“Şüphesiz müminler arasında fuhşiyâtın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve ahirette çok acıklı bir azâb vardır…” (en-Nûr, 24/19).
(münker) ile kast edilen tüm ilâhî şeriatler tarafından yasaklanan ve adet olarak insanlar arasında da kötü kabul eden her şeyleri ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de dokuz âyette münker kelimesi maruf kelimesinin zıddı olarak kullanılmaktadır.
Alimler;
“İçinizden hayıra çağıran, ma‘rûfu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun” (Âl-i İmrân 3/104) gibi ayetlerde geçen ma‘rûfun dinin yapılmasını gerekli gördüğü (farz ve vâcip) veya tavsiyeye şayan bulduğu (sünnet, mendup) bütün emirleri kapsadığını, münkerin de bunların zıddı olan (haram, mekruh, çirkin) hal ve hareketlerin tamamını kapsadığını söylemişlerdir. İslâmî kaynaklar iyiliğin hâkim kılınması ve yaygınlaştırılması, kötülüğün önlenmesi, bu şekilde faziletli bir toplumun oluşturulması ve yaşatılması için gösterilen faaliyeti, Kur’an ve hadislerdeki kullanıma uygun olarak emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker şeklinde ifade etmişler ve kitap, sünnet ve icmâa dayanarak bu faaliyetin farz olduğunda birleşmişlerdir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu hususta:
“Kim bir kötülük görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle onu önlesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle kötülüğe öfke duysun; bu ise imanın en zayıf derecesidir” (Müslim, “Îmân”, 78; Ebû Dâvûd, “alât”, 232) buyurmaktadır.
(bağy): Hakkı olmayan şeyi istemek ve başkasının hakkına tecavüz etmektir. Ahlâkî hudutları aşan ve başkalarının haklarını çiğneyen her türlü kötü davranış bunun içine girer. Allah Resûlü (s.a.s.): “Birinin hakkına tecâvüzden daha çabuk cezası verilen hiçbir günah yoktur” buyurur. (Ebû Dâvûd, Edeb 43; Tirmizî, Kıyâmet 57)
Üzerindeki bütün hakları eda edip ihsanda bulunan, bunun yanında edepsizlik ve hayâsızlıktan, kötülük ve çirkinliklerden, haksız fiillerden uzak duran insan, fazilet yolundadır. Bu ayet-i kerime bütün dini hükümlerin manasını ihata etmektedir.
Ahlak Rehberi
Kur’an-ı Kerimde bütün ahlaki faziletleri kapsayan ayetlerin yanı sıra, tafsilatıyla açıklayan ayet-i kerimeler de bulunur. Bunlardan birinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah’a ibadet edin, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın. Anne babaya, yakın akrabaya, yetimlere, miskinlere/ihtiyaç sahibi yoksullara, akrabanız olan komşuya, akraba olmayan komşuya, yanınızda olan arkadaşa, yolda kalmışa ve ellerinizin altında bulunanlara (köle ve cariyelere) iyilik yapın. Şüphesiz ki Allah, kibirli ve böbürlenen kimseleri sevmez.” (4/Nisâ 36)
Bu ayette ilk olarak Allah’a kulluk edip, ona hiçbir şekilde şirk koşmamak emredilir. Bu şirk riya şeklinde de olmamalıdır. Ayet-i kerimeler insanlara riya için yapılan amelleri Allah’ın kabul etmediğini bildirmektedir:
“Ve bunlar Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenlerdir. Bir kimsenin arkadaşı şeytan olursa o ne kötü bir arkadaştır!” (Nisa 38)
Niyet sırf Allah’ın rızasını kazanmak olunca kişinin yaptığı küçük büyük bütün iyilikler makbuldür. İyilik yapmakta ilk önce kişinin kendi anne babasından ve yakın akrabasından başlaması gerektiği anlaşılmaktadır. Nitekim başka ayet-i kerimelerde de anne baba hakkı tavsiye edilmektedir:
“Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemeniz ve anne babaya iyilik etmenizin (gerekliliğine) hükmetti. Onlardan biri ya da her ikisi senin yanında yaşlanırsa, onlara “öf” bile deme! Onları azarlama ve onlara kerim bir söz söyle. Merhamet duygusuyla onlara karşı mütevazı ol. (Onları sevgi ve merhamet kanatlarının altına al) ve de ki: “Rabbim! Beni büyütüp yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et.” (İsrâ; 23-24)
Anne baba yaşlı, yardıma muhtaç bir durumda ise onların haliyle ilgilenmek öncelikli vazifedir. Onların hakkı Allah’ın hakkından hemen sonra gelen en büyük haktır. Bundan sonra da yakın akraba ve muhtaçlara iyilik emredilmektedir:
“Yakın akrabaya, miskine/ihtiyaç sahibi yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, malı saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan da Rabbine karşı çok nankördür.” (İsrâ; 26)
Akrabaya ve muhtaçlara iyilik etmek, hayır yapmak birçok ayette emredilen hususların başında gelmektedir. Bu âyetteki “… hakkını ver” ifadesi, hem nafaka borcunu ve zekât ibadetini hem de bunun ötesinde nâfile cinsinden hayırları kapsamaktadır. Burada yoksulların da zikredilmesi, yardımın özellikle malî olanının söz konusu edildiğini gösterir.
Orta Yolu Tut
Ayet-i kerimenin devamında, “malı saçıp savurma” buyurularak, bu emri yerine getirirken gösterişe kaçarak savurganlık etmek uygun görülmediği bildirilmiştir. Verirken veya ihtiyaçlar için harcama yaparken itidalli hareket etmek, orta yolu tutmak, cimrilik ve isrâftan kaçınarak İslâm’ın emrettiği cömertliğe uygun davranmak lazımdır.
“Savurganlar şeytanların dostlarıdır” ifadesi, “Kötü iş yapmak bakımından onlarla şeytanlar arasında bir benzerlik gerçekleşir” şeklinde açıklanmıştır. (Râzî, XX, 193).
Dinimiz her hususta aşırılıktan sakındırmış, orta yolu tavsiye etmiştir:
“Harcamalarında ve başkalarına yardımda eli sıkı olma, ancak varını yoğunu da saçıp savurma! Sonra herkes tarafından kınanır, kaybettiklerine hasret çeker durursun.” (İsra, 29)
Müslümanın, yaptıklarına pişman olmadan infak hayatına devam edebilmesi için orta yolu tutması şarttır. Zaten bütün ahlâkî güzellikler, ifrat ve tefrit noktalarından uzak durarak orta yolu bulmakla gerçekleşir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem vermenin ölçüsünü şöyle belirlemektedir:
“Ey insanoğlu! İhtiyacından fazla olan malını insanlara vermen senin için iyi, vermemen kötüdür. İhtiyacını yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. Geçimini üstlendiklerinden başlamak suretiyle iyilik et. Veren el alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât 97)
Ayet-i kerimede akraba olan veya olmayan komşuların hakkına da dikkat çekilmiş, onlara karşı iyilik yapmak da tavsiye edilmiştir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:
“Cebrâil, komşu hakkı üzerinde o kadar önemle durdu ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı yapacak sandım” (Buhârî, “Edeb”, 28; Müslim, “Birr”, 140, 141) buyurarak dinimizin komşu hakkına verdiği öneme dikkat çekmiştir.
Ayet-i kerimede:
“Ellerinizin altında bulunan (ellerinizin sahip olduğu)” kimseler, kölelik kaldırılmadan önce köleleri, cariyeleri işaret etmektedir. İslâm dini, o çağlarda hiçbir hakkı olmayan kölelere de iyi davranılmasını, haklarına riayet edilmesini emretmiştir. Günümüzde kölelik kaldırılmıştır, ancak ihtiyaçları sebebiyle emir altında çalışanlar bulunmaktadır. Müminler kendilerine hizmet eden insanları küçük görmemeli, ezmemeli ve muhtaç durumda olmalarını istismar etmemelidir. Ellerindeki imkanlardan onlara yardım ederek Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmalıdır.
Unutmamak gerekir ki, rızkı veren Allah’tır. Dilediğine bol, dilediğine az verir. Bunun için, sahip olduğu nimetlerden dolayı hiç kimsenin bir başkasına üstünlük taslamaya hakkı yoktur.
Allah-u Zülcelâl iyiliği, infakı emrettikten sonra: “Şüphesiz ki Allah, kibirli ve böbürlenen kimseleri sevmez.” Buyurarak, bu iyilikleri yaparken mütevazı olmayı, insanlara tepeden bakmamayı emreder.
Yaptığı iyilikleri ihlasla, sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yapan kişiler insanlardan minnettarlık beklemez. İnsanlara gösteriş için cömertlik yapan kişiler gibi başa kakmaz. Rabbimiz bu hususta şöyle buyurur:
“Onlar, kendileri (yemek) istedikleri halde yiyeceği yoksula, yetime ve esire ikram ederler. (Ve şöyle derler:) “Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, dehşetli, çetin bir günde Rabbimizden korkarız.” (İnsan, 8-9-10)