‘İnsanlara güvenerek hizmete çıkılmazmış, öğrendik!..’
Yıllar önce, Seyda Hazretlerinin ziyaretine gittiğimde, bütün bakış açılarımın ve hayata dair algılarımın değişeceğini az çok anlayabiliyordum.
Allahu Zülcelal’in yoluna hizmet etmek için gecesini gündüzünü harcayan bir insan olan Seyda Hazretleri, bu gayret ve çabasını bizlere de yansıtıyor ve Allahu Zülcelal’in yoluna hizmet etmenin zevkli bir uğraş, huzur verici bir amel olduğunu anlatıyordu.
Bu yüzden, her fırsatta değişik şehirlere giderek, oralarda Allahu Zülcelal’in yolunu, Peygamber Efendimizi ve Allah Dostlarını anlatmamızı söylüyordu.
Bir eylül akşamında, dolaştığımız şehirlerle alakalı bilgiler vermek için Seyda Hazretlerinin huzurunda idik. Anlattıklarımı dikkatlice dinliyor ve ayrıntılı sorular sorarak, duruma vakıf oluyordu. Bir ara:
– Bursa’ya gittiniz mi? Diye sordu.
Bursa’ya gitmemiştik. “Hayır Sultanım, gidemedik” diyemedim, sadece sukut ettim.
– Neden gitmediniz? Diye sordu.
Verecek ne cevabımız olabilirdi ki…
– Bak, ben sana iki defa söyledim, Bursa’ya git diye, ama sen hala gitmedin. Hemen Bursa’ya gidin, orada hizmet olacaktır inşaallah, diye buyurdu.
Anlıyordum ki Bursa’da hizmet olacaktı.
– Başüstüne Sultanım, diyerek, huzurundan ayrıldım.
İlk defa tedirgin oluyordum
Bursa, benim için yabancı; yabancı olduğu kadar da biraz korkulu bir şehirdi. Şimdiye kadar, genelde Anadolu şehirlerini ve küçük ya da orta büyüklükte şehirleri dolaşmıştık ama Bursa gibi büyük şehirlere hiç gitmemiştik.
Hemen araştırmalara başlayarak, Bursa’da bize yardımcı olacak kişiler bulmaya çalıştık. İlk defa bir şehre giderken tedirgin oluyordum ve bu yüzden, “ne kadar tanıdık bulursak, o kadar kolaylık olur” diye düşünüyorduk.
O ana kadar gittiğimiz hiçbir şehirde “Bize kim yardım eder?” diye düşünmemiştik. Allah’a sığınarak yürüdüğümüzde, Sâdât’ın himmeti ile nice kapalı kapılar açılmıştı…
Ama Bursa başka geliyordu. Bu yüzden, kısa sürede birkaç tane isim aldık. “Bursa’ya gittiğinizde size yardımcı olurlar” diyen kardeşlerimizden.
Artık anlamıştık ama…
Memlekete giderek, yol hazırlıklarına başladık. En önemli sorun yol parası idi. Tanıdık birilerinden ezile büzüle, durumu anlatamadan borç para istedik, ama olmadı. Sonrasında, birisinden altın bir bilezik borç alıp onu kuyumcuda bozdurarak, Bursa yoluna çıktık.
Sabaha karşı, Sivas’tan benimle gelen Hüseyin’le birlikte, Bursa’ya vardığımızda, eylül ayının puslu havası bizi karşılamıştı. Nefsim, tedirginliği ve korkuyu aynı anda yaşıyordu.
Elimizde bulunan ilk referansımıza, Ulu Cami civarında bir esnafın yanına gitmek için adres sorduk ve öğlene doğru adresteki dükkâna varmak üzereydik.
En azından bize sahip çıkacak, yol gösterecek birisini bulabilecektik. İşyerine vardık. Selam sabahtan sonra, Konya’dan geldiğimizi ve durumumuzu anlattık. İşyeri sahibi (adını hatırlamıyorum) bizi dinledi, manasız manasız yüzüme baktıktan sonra:
– Benim depoda işlerim var, şimdi hemen oraya gitmem lazım. Bu konuda size yardımcı olamam maalesef, dedi. Cümlesi bittiğinde, biz tanımadık bir yerde babasını kaybeden çocuk gibi olmuştuk. İçimde kopan fırtınaları dindirmeye çalışırken, dükkân sahibi çoktan dışarı çıkmış ve gözden kaybolmuştu.
Mecburen biz de dışarı çıktık ve elimizdeki ikinci bir adrese yöneldik. İkindi vaktine kadar, gittiğimiz bütün adreslerden geri çevrildik ve Bursa’da yapayalnız kalıverdik.
‘Kusura bakmayın,
burada kalamazsınız’
Yanımdaki arkadaşıma:
– Valla insanlara güvenip gelmenin cezasını çekiyoruz. Bu bize ders oldu, insanlara değil Allah’a güvenmek lazımdır, bunu hücrelerimizle anladık elhamdülillah, dedim.
– İyi de abi! Şimdi ne yapalım, nereye gidelim? Akşam olacak, kalacak yerimiz de yok, nasıl bir şey düşünüyoruz?
– Şimdi, hele elimizde dergimiz var, biz dergi satalım, sonra da kalacak bir yer ayarlamaya çalışırız, dedim.
O sırada, zaten akşam namazı okunmaya başlamıştı. Namaz kılmak için Ulu Cami’ye girdik. Namazdan sonra, rabıta yapan var mı diye, camiye baktık. Bir direğin kenarında oturmuş akşam dersiyle meşgul olan tarikat ehli birisini gördük. Onun arkasına oturarak, dersini bitirip kalkmasını bekledik.
Dersten kalktığında, yanına yaklaştık. Hoşbeşten sonra, kalabilecek bir yer olup olmadığını sorduk. Dışarı çıktığımızda yağmur yağıyordu. Gündüzki bulutlu hava, kendini gösteriyordu.
O arkadaş, bizi alarak bir vakıf dergâhına götürdü.
Dergâha vardığımızda, tam da çorba vaktiydi. Akşama kadar yemek yememiş olmamızdan mı, yoksa çorbanın lezzetinden mi bilemedik ama arkadaşımla beraber, iki kez çorba alarak, ekmekle bi güzel yedik.
Yatsı namazı kılındı, bir hoca efendi çok güzel sohbet etti.
Bu arada, bizi getiren sofi binayı gezdirdi. Çok güzel, üç katlı bir bina idi. En üstünü yatakhane yapmışlar, ranzalar koymuşlar; orta katı mescit, onun altını da oturma ve sohbet odası yapmışlar.
Sohbet bittikten sonra, bizi getiren kardeş müsaade isteyerek ayrıldı. Biz de bir müddet daha oturduk. Herkes gitmeye başladığında, yanımıza birisi gelerek, ‘Nerden gelip, nereye gittiğimizi…’ sordu. Biz de durumuzu detaylıca anlattık. Bursa’ya hizmet için geldiğimizi, yarın sabahtan itibaren hizmete başlayacağımızı anlattık.
– Kusura bakmayın burada kalamazsınız, dedi görevli.
Bir kez daha pazarda annesini kaybeden sabiler gibi mahzunlaşmıştık. Bir taraftan dışarıda yağan yağmuru düşünüyor, bir taraftan da nerede kalabileceğimizi hesap ediyordum ama ne yağmura ne de kalacak bir yere çözümüm yoktu.
– Neden kalamayız kurban, diye sordum, titrek bir sesle.
– Biz buraya referans olmadan kimseyi alamıyoruz, zaten alsak da yatacak yerimiz de yok. Burası yatmaya müsait değil, dedi.
“Referans olarak Seyda Hazretleri yetmiyor mu yukarı kattaki ranzalarda kuşlar mı uyuyor?” demek istedim ama anlaşılan burada kalmamız istenmiyordu, lafı uzatmadan çıkmak en güzeli idi.
‘Şimdi ne yapacağız!’
Saat gece on bir sularında, kendimizi sıcak dergâhtan, yağmurlu puslu Bursa sokaklarına atıvermiştik. Ne kendimize, ne birbirimize, ne de başkalarına söyleyecek sözümüz yoktu. Allah’tan gelene razı olmak gerekiyordu…
Sokaklarda yürürken, kendimden çok yanımda sürüklediğim arkadaşıma karşı mahcup olmama ve Allah’a değil de insanlara güvenmiş olmama üzülüyordum…
– Şimdi ne yapacağız? Dedi arkadaşım.
– Allah’a şükredeceğiz, dedim. O gülerek:
– İyi de abi, nerde şükrederiz! Dışarıda kaldık; kalacak yerimiz yok, paramız yok, otele de gidemeyiz, dedi.
– Terminale nasıl gidilir, soralım inşaallah hele bir terminale gidelim; olmazsa orada kalırız bu gece… Sonrası Allah Kerim, dedim.
“Neyse ki çorbayı çok içtik, sabaha kadar acıkmayız” diyerek, beraberce gülüşerek yürüdük.
O gece terminalde kalmaya karar verdik. Sabah olduğunda, tekrar şehir merkezine giderek, o günü, dergi satarak ve emril bil ma’ruf, nehyi ani’l münker yaparak geçirdik.
Birkaç kişi ile beraber tevbe etmek de nasip olmuştu. O gün akşam, otobüse binerek İstanbul’a geçtik.
Daha sonraki aylarda, Bursa’ya tekrar tekrar gitmiş ve her defasında hoş hatıralar ve misafirperverlikle karşılanmıştık. Çünkü Bursa’ya yerleşen Ahmet abimiz ve diğer sofiler, vesilesi ile Bursa’da hizmet çoğalmıştı ve artık Bursa’ya gittiğimizde kalabileceğimiz çok yerimiz vardı.