İstanbul’da Kaç Sahabi Kabri Var?
Böyle bilmezdik biz Beyoğlu’nu
İstanbul denilince ilk akla gelen, tepeler üzerine konmuş görkemli camilerdir. Sultan Ahmed, Ayasofya, Nuruosmaniye, Beyazıt, Süleymaniye, Fatih, Şehzadebaşı, Yavuz Sultan Selim ve Mihrimah Sultan Camii gibileri… Bunlar hakikaten şehrin siluetini de oluştururlar. Adeta birer damga hatta mührü gibidirler şehrin. Bu yönüyle Fatih, Suriçi dediğimiz bölge gayet zengindir.
İstanbul’un her ilçesi adeta bir şehir ve şiir… Fatih semtinin dışında özellikle eski İstanbul dediğimiz Beyoğlu, Beşiktaş, Eyüp Sultan ve Üsküdar gibi semtlerimiz de tarihi zenginliklerle doludur. Buraların tam manası ile keşfini yapmaya bir insan ömrü yetmez. Mesela Beyoğlu’nun tarihi güzelliklerini, özelliklerini dışarıdan pek gözlemleyemeyiz. İstanbul’un Batı’ya dönük modern bir semti olarak biliriz pek çoğumuz. Oysa burada da hatırı sayılır miktarda tarihi değerlerimiz barınır. Bunlardan Kılıç Ali Paşa’nınMimar Sinan’a deniz üstüne inşa ettirdiği külliye, yanı başında bulunan görkemli Tophane meydan çeşmesi, çeşmenin karşısında yer alan Fatih’in top fabrikası Tophane-i Amire, İstanbul semalarında ilk ezan-ı Muhammediye’nin yankılandığı Arap Camii, fetihten sonra Galata’da yapılan ilk cami özelliği taşıyan Bereketzade Ali Efendi Camii, İstiklal Caddesi girişinde yer alan Galata Mevlevihanesi, yine Salıpazarı, sahilde bulunan ve son dönem mimarimizin ilginç örneklerinden olan Nusretiye Camii ilk aklıma gelen tarihi mekânlar…
Beyoğlu’nda bulunan tarihi merkezlerden bir tanesi var ki hakikaten onu tesadüfen değil, arayıp bulmak bile öyle pek kolay değildir. Çünkü ortalıkta görünmez. Minaresi apartmanların arasında kalmıştır. Adeta yer altındadır. Bu sebeple belki önünden, ardından defalarca geçmişsizinizdir lakin fark edememişsinizdir bu ilginç mabedi. Burası ismi ile müsemma Yeraltı Camii’dir. Karaköy meydanına çok yakın mesafededir. Katlı otoparkın sağ çaprazında, Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii’nin arka kısmında kalır. Karaköy Vapur İskelesi yakınındadır. Hatta bir arka sokağındadır.
İstanbul’da kitâbe üstünde
görülen en eski tuğra
Yeraltı Camii, “Kurşunlu Mahzen” olarak da bilinir. Yapım yılı tam olarak bilinmiyor. Evliya Çelebi’ye göre Hicret’in 92 (711) senesinde Abdülaziz oğlu Ömer’in yaptığı ve sonraları camiye çevrilen bir kulenin mahzenidir. Osmanlı resmî kayıtlarında padişah mülkü, “Mahzen-i Sultani” adıyla geçer. Bazı kaynaklarda ise “Kastellion ton Galatau” isimli bir hisardır. Sinan Genim’in, “Kurşunlu Mahzen ve Yeraltı Camii” isimli yazısında verdiği bilgilere göre II. Tiberios (578-582) döneminde artan Arap akınlarına karşı Haliç’in girişini kontrol amacıyla yaptırılmış bu hisardır.
Cristoforo Buondelmonti’nin XV. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilen gravürlerinde etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir avlu ve yüksek bir kuleden oluşan hisarın mahzeni aynı zamanda Haliç’e girişi önleyen ünlü zincirin kuzey ucunun da bağlandığı yerdir.
Bilindiği üzere Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri bu zincirler sebebiyle gemileri Kasımpaşa’ya karadan, yani bugünkü adıyla Kumbaracı (Humbaracı) Yokuşu’ndan yürütmek zorunda kalmıştır. Hisar üzerinde bulunan kule fetihten sonra bakımsızlık nedeniyle yıkılmıştır.
1573 tarihli Matrakçı Nasuh ve 1584 tarihli Hünername çizimlerinde, “Galata Hisarı” (Mahzen-i Sultani) görülmektedir. Mekân, İstanbul’un fethinden sonra yine cephane deposu ve su sarnıcı gibi çeşitli amaçlarla mahzen olarak kullanılmış. Semavi Eyice’nin Evliya Çelebi’den naklettiğine göre IV. Murad burada bir cami inşa ettirmek istemişse de bunu gerçekleştirememiş. Cami girişindeki kitâbelere göre 1166 (1752-53) ve 1169 (1755-56) yıllarında Çorlulu Köse Mustafa Bahir Paşa tarafından camiye dönüştürülmüş. (TDVİA, c.13, s.308) Kule şeklindeki minaresi kısa süre sonra meydana gelen depremde yıkıldığı için Sultan I. Mahmud tarafından yeniden yaptırılmıştır.
Hat sanatının İstanbul’da beş asırdan fazla bir zaman boyunca bıraktığı eserler arasında tarihî İstanbul binalarının kitâbeleri, önemli bir yer tutar. Uğur Derman, tuğraların kitâbeler üstüne yerleştirilmesi geleneğinin ne zaman başladığının bilinmemekle beraber İstanbul’da kitâbe üstünde görülen en eski tuğranın Yeraltı Camii’nin kapısı üstünde bulunan Sultan I. Mahmud’a ait tuğra olduğunu ifade eder. (TDVİA, c.23, s.268) Maalesef kitâbe ve tuğraların birçoğu buradaki kadar şanslı olamadı. Pek çoğu 15 Haziran 1927’de yürürlüğe giren “Türkiye Cumhuriyeti Dâhilinde Bulunan Mebânî-i Resmiyye ve Milliyye Üzerindeki Tuğra ve Medhiyelerin Kaldırılması” hakkındaki 1057 sayılı kanun gereği sıvayla kapatılmış, büyük bir kısmı ise kazınarak veya kırılarak yok edilmiştir.
Yeraltı Camii niye ünlü?
Dikdörtgen planlı bu mahzenin içinde 54 adet kalın paye, yapının üstünü örten tonozları taşımaktadır. Cami gün ışığını sadece deniz tarafındaki duvarında açılmış pencerelerden alır. Üstünde, ahşap bir Türk konağı mimarisinde olan ve 1985’te restorasyonu yapılan Sahiller Sağlık Merkezi Müdürlüğü binası bulunmaktadır. Caminin müezzin mahfili vardır. İki giriş kapısı bulunur. Birincisine Kemankeş Caddesi’nden, diğerine Karantina Sokağı’ndan girilir. Karantina Sokağı’ndan kot farkı nedeniyle merdivenlerle girilir. Camiye girilince diğer hiçbir camiye benzemeyen bir ortam hemen müşahede edilir. İstanbul veya Osmanlı cami mimarisi bakımından tamamen farklı ve alışılmadık bir örnekle karşı karşıyasınızdır.
Yeraltı Camii, tarihi bir mekânın işlevsel hale getirilerek yaşatılması ve günümüze kadar ulaştırılması bakımından da iyi bir numune ve zenginliktir. Hâlihazırda faaliyettedir. Hatta Cumartesi ve Pazar günleri hariç hafta içinde selâtin camiler kadar cemaati ve ziyaretçisi vardır. Önemli gün ve gecelerde, özellikle Cuma günlerinde ise adım atacak yer bulunmaz camide.
Yeraltı Camii’nin ünü mimari özelliklerinden değil, halk nezdinde önemi bir ziyaretgâh olarak kabul edilmesindendir. Sahâbeden Amr bin el As radıyallahu anh, Vehb B. Huşeyre radıyallahu anh ve Tebeu’t-tâbiîn’den Süfyân B. Uyeyne radıyallahu anhın makam veya kabirlerinin burada olduğuna inanılır. Kabirlerin bir rüya üzerine keşfi rivayetlere göre XVII. yüzyıla rastlar. Bu tarihten önce burada cami veya bir ziyaretgâh izine rastlanmıyor.
İstanbul’da sahâbe niyetiyle ziyaret edilen 29 mezar veya makam biliniyor. Bunlardan 7’si Eyüp Sultan sınırları içinde, 19’u sur içinde, 3’ü de Karaköy’de bulunuyor. Ebu Derda radıyallahu anhın ise hem Eyüp Sultan’da hem de Üsküdar’da ayrı ayrı iki makâmı mevcut! Hadis doktoru ve sahabeler konusunda uzman bir isim olan Mehmet Efendioğlu, “İstanbul’da Var Olan Sahabi Kabirlerinin Dünü/Bugünü” başlıklı yazısında şehirde bulunan sahabe ziyaretgâhlarını beş gruba ayırır:
- Sahâbi olduğu, İstanbul’a geldiği ve burada şehîd düştüğü kesin olanlar.
- Sahâbi olduğu kesin olarak bilinmekle beraber İstanbul’a hiç gelmemiş olanlar.
- Sahâbeden sonraki dönemlerde yaşamış olanlar.
- Sahâbe ile ilgili kaynaklarda ismi geçmeyen, sahâbi olup olmadığı ve hayatı hakkında bilgi bulunmayanlar 5- Ya birine ait iken sonradan sahâbe kabrine dönüşmüş veya hiç yok iken zamanla görülen rüyalara dayanarak ihdâs edilmiş olanlar. (Din ve Hayat, sayı, 9 s.79)
Bir de tamamen uydurma kabir veya makam olduğu anlaşılanlar var. Bu sınıfa verilebilecek en manidar örnek Fatih’te Sulukule surları dibinde üzerindeki kitabede “Eshâb-ı Kiramdan Abdurrahman Paşa ve Refiki” yazılı kabirdir. Doğan Pur’un Wolfgang Müller Wiener’den aktardığı bilgilere göre burası “Sakabaşı Abdullah Paşa Mezarı”dır.
İstanbul’da gerçekte
kaç sahabi kabri var?
Yeraltı Camii’nde makamı veya kabri olduğu söylenen isimleri incelediğimizde Hz. Amr bin el As radıyallahu anhın, İstanbul’un ilk kuşatma tarihinden altı sene önce H.43/M.663’te vefat ettiği bilgisine ulaşıyoruz. Kaynaklar Araplar’ın meşhur dört dâhisinden biri kabul edilen Amr b. Âs radıyallahu anhtan son derece cesur, iyi bir hatip-şair ve kabiliyetli bir idareci diyerek bahseder. Hatta onun bu yönlerini takdir eden Hz. Ömer radıyallahu anhın, “Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır” dediği rivayet edilir. Sahabe hakkında çalışma yapan Yrd. Doç. Dr. Adem Apak, Amr bin el As radıyallahu anhın Mısır’da valilik yaptığını, ilk İstanbul kuşatmasından 6 sene önce vefat ettiğini, Kahire’de adına türbe-cami olduğunu ve İstanbul ile hiçbir ilgisinin olmadığını ifade eder. Mehmet Efendioğlu da bu görüşü destekler.
Süfyân B. Uyeyne, Tebeu’t-tâbiîn neslinden olup hadis âlimi ve hâfızdır. Süfyân B. Uyeyne radıyallahu anh hakkında makalesi olan İbrahim Hatiboğlu’nun verdiği bilgilere göre Süfyân B. Uyeyne radıyallahu anh, “1 Receb 198’de (25 Şubat 814) Mekke’de vefat etmiş ve Harem-i şerif’e 1 km. mesafedeki Hacûn bölgesine defnedilmiştir.” (TDVİA, c.38, s.29) Mehmet Efendioğlu da bu bilgiyi teyit eder.
Vehb B. Huşeyre ise Mehmed Efendioğlu’nun bahsettiğimiz yazısında sahabe ile ilgili kaynaklarda ismi geçmeyen, sahâbi olup olmadığı ve hayatı hakkında bilgi bulunmayanlar kategorisinde gösterilir. Dr. Mehmet Efendioğlu, 29 civarı sahâbiden sadece Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallahu anh ve Ebû Şeybe el- Hudrî radıyallahu anhın gerçekten sahâbi olup İstanbul’a gelmiş, burada şehit düşmüş ve buraya defnedilmiş olduğunu bildirir. (Efendioğlu, a.g.d, s.78)
Kaynaklarda açık bir şekilde İstanbul’da şehit düştüğü belirtilen Halid Bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari radıyallahu anhın (EsüpSultan) mezarı Akşemseddin hazretleri tarafından keşif yoluyla tespit edilmiş, Fatih Sultan Mehmed ise tepit edilen yere bir türbe yaptırmıştır. Kaynaklarda İstanbul’da şehit düştüğü belirtilen ikinci sahabi, Peygamber Efendimizin sütkardeşi olduğu rivayet olunan Ebu Şeybe el-Hudri radıyallahu anhtır.
Eyüp Sultan hazretlerinin türbesinin tamamlanmasının ardından Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’da kabir yeri bilinen başka sahabi olup olmadığını araştırır. Kabir yeri bilinmemekle birlikte Ebu Şeybe el-Hudri radıyallahu anhın da burada medfun olduğu tespit edilir. Bütün fetih şehitlerinin topluca defnedildiği yere bir makam ve bir türbe yaptırılır. Burası Ayvansaray’da, Tokludede Sokağı bitiminde surlar arasında bulunan Toklu Dede Haziresi’dir. Ancak bu ziyaretgâh Eyüp Sultan türbesi gibi çok bilinen bir yer değildir.
Türbelerle koruma altına alınan, adlarına vakfiyeler düzenlenen, ziyaretler tertip edilen ve yanlarında dualar yapılan bu ziyaret yerleri, milletimizin ashâb-ı kiramı sevdiğini ve onlara muhabbet besleyerek saygı duyduğunu göstermesi bakımından son derece takdire şayandır. Bununla birlikte Yeraltı Camii örneğinde de görüldüğü üzere konu ciddi kaynaklar ışığında incelendiğinde bunların hepsinin sahâbi olmadığı ve farklı birtakım özellikleri bulunduğu anlaşılmaktadır. Türbeler ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere ilgili kurumların bir araya gelip bu ziyaretgahlarla ilgili gerekli araştırma-incelemeleri yapıp en güvenilir bilgileri ziyaretçilere sunması gerekmez mi?!