Kalbî Zikir Ve Fazileti
Kalble yapılan gizli zikir
Zikir, kalbî (kalp ile yapılan) ve lisânî (dil ile yapılan) olmak üzere iki kısımdır. Her birinin Kitap ve Sünnet’ten delilleri vardır. Zâkir (zikreden) ses ve harflerden oluşan lafızlarla yapılan lisanî zikri, her vakit kolaylıkla yerine getiremez. Zira alışveriş gibi iş durumları, zakiri mutlaka oyalar. Ama kalbî zikir böyle değildir. Ses ve harflerden arınmış olan bu zikri hatırda tutmak suretiyle yerine getirmek mümkündür. Bu sebeple, zâkiri kalbî zikirden alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Nitekim şair şöyle der:
Kalbinle Allah’ı gizlice zikret,
İnsanların dedikodusundan uzak,
Bu zikir, zikirlerin en faziletlisi,
Böyle dediler bu yolun erleri…
Bu sebepten dolayı, Nakşibendi şeyhleri kalbî zikri tercih etmişlerdir. Çünkü kalp, Allah-u Zülcelal’in nazargâhı, imanın mekânı, sırların kaynağı ve nurların pınarıdır. Peygamber Efendimizin sallallahu aleyhi vesellemin de beyan ettiği gibi kalbin düzelmesiyle tüm beden düzelir. Bozulmasıyla da tüm beden bozulur. Kul, ancak kalbinin iman edilmesi gereken hususlara tam anlamıyla bağlanması durumunda gerçek mümin sayılır. İbadetler de ancak kalpteki niyet sayesinde geçerlidir. Bu sebeptendir ki kalbin düzeltilmesi, tezkiye ve tasfiye edilip temizlenmesi elzemdir (olmazsa olmaz).
Âlimler, azaların fiillerinin ancak kalbin ameli sayesinde kabul edilebileceği konusunda icma etmişlerdir. Kalbin ameli ise azaların ameli olmasa da geçerli sayılmıştır. Şayet kalbin amelleri kabul edilmeseydi, o zaman imanın da kabul edilmemesi gerekirdi; zira iman, kalp ile tasdiktir. Nitekim Yüce Allah: “Onların kalplerine imanı yazdı” (Mücadele; 22) buyurmakta; Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de: “Zikrin en hayırlısı hafi (gizli), rızkın en hayırlısı kâfi (yeterli) olanıdır.” buyurmaktadır. (Sa’d b. Ebu Vakkas)
Diğer bir hadis-i şerifinde ise Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Koruyucu meleklerin duymadığı bir zikir, onların duyduğu bir zikirden yetmiş kat daha faziletlidir.” (Beyhakî,) Bu konuyla ilgili hadisler pek çoktur.
Bazı arifler şöyle demişlerdir: “Kalbî zikir, müridlerin kılıcıdır; onunla düşmanlarına karşı savaşırlar.”
Şeyh Ebu Said el-Harrâz şöyle der: “Eğer Allah, kullarından birini kendine dost edinmek isterse, ona kendini zikretme kapısını açar”.
İbn Ma’dân da şöyle demektedir: “Her kulun mutlaka, dünya işlerini gören iki baş gözü ve ahiret işlerine bakan iki kalp gözü vardır. Eğer Allah, bir kul için hayır murad ederse, kalbindeki gözlerini açar ve kendisine vaad ettiği şeyleri gösterir. Eğer o kul için bundan başkasını dilerse, o zaman onu olduğu gibi bırakır.”
İbn Hadraveyh şunları söyler: “Kalpler birer kaptır. Eğer rahmanın feyziyle dolarsa, nurların fazlası dışa akseder, azaların amellerinde belirir. Ama eğer batılla dolarsa, o zaman da karanlığın ziyadesi aza amellerine yansır.”
Zünnûn-u Mısri de şöyle der: “Kalbin bir saat boyunca doğru ve iyi olması, insanların ve cinlerin ibadetinden daha hayırlıdır. Eğer bir melek, içerisinde resim yahut heykel bulunan bir eve girmiyorsa, hakkın delilleri, içerisinde Allah’tan gayrisinin vasıfları bulunan bir kalbe nasıl girsin ki?”
Ebu’l Hasen eş-Şâzeli ise şöyle demiştir: “Kalp amellerinin bir zerresi, azaların dağlar kadar büyük amellerine denktir.”
Hak dostlarından Abdullah bin Hubeyk’e;
– Salih insanları nasıl ayırt edebiliriz? Diye sordular. Cevaben buyurdu ki:
– Salih insanların güzel âdetlerinden birisi, Allah Teâlâ’yı gece gündüz anmalarıdır. O’nu anma, kalp ve dil ile olur. Ancak kalbin zikri daha üstündür…
Gerçek zikir nasıldır?
Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri der ki: “Ağızla, dille, duymadan, düşünmeden (papağan gibi) edilen zikir, noksan bir hayaldir. Padişahça, yani can u gönülden, hayranlık duyarak yapılan zikir ise sözlerden de, kelimelerden de azadedir… Ey O’nu bulamadan, sadece, O’nun adını yeterli bulan kişi! ‘Hû’ kadehinden içmeden, nasıl olur da benlik arzularından kurtulabilirsin?”
Yani, Allah’ı zikretmek, sırf “Allah” lafzını tekrarlamaktan ibaret değildir. Zikir, ancak his ve duyguların merkezi olan kalpte mekân bulduğu zaman, niyet ve amellerin düzelip seviye kazanmasına vesile olur. Bunun içindir ki; “Zikrin başı tevhid (Hakk’ı birlemek); ortası, tecrid (Hakk’ın dışındaki varlıklardan kalbi arındırmak); nihâyeti ise tefrid (sadece Allah ile baş başa kalıp her an Allah’ın rızasını arayabilmek)tir.” denilmiştir.
Peygamber Efendimiz de tefrîd ehli (daimi zikri ve rıza-i ilahiyi gözetenler) hakkında; “Müferridler yarışı kazandı” buyurmuştur. Ashab:
– Müferridler kimdir, ya Rasulallah? Diye sorduklarında da:
– Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlardır.” buyurmuştur. (Müslim, Zikir, 4)
Hazret-i Ali radıyallahu anhu sahabe-i kiramın zikir hâlini şöyle vasfetmiştir: “Onlar, Allah’ın ismi zikredildiği zaman, fırtınalı bir günde ağaçların rüzgârdan etkilendikleri gibi sarsılırlar, gözyaşları elbiselerinin üzerine süzülürdü.” (Ebû Nuaym, Hilye, 1/76)
Demek ki zikir; kuru kuruya bir tekrarlama faaliyeti değildir. Bilâkis gerçek bir zikir, Hakk’ın azametini tefekkür etmek, ilâhî kudret akışları karşısında duyguları derinleştirmek, gönlü masivadan arındırıp Hak’ta fanî olmak ve daimâ Allah ile beraberliği temin ederek zikretmektir. Ancak böyle bir zikir, maddî-manevî belalara karşı bir zırh olabilir. Bunun içindir ki; “Yeryüzünde ‘Allah, Allah’ denildiği sürece kıyametin kopmayacağı” yönündeki nebevî beyanı, böyle bir kalbî incelikle zikredenler var oldukça kıyametin kopmayacağı şeklinde anlamak da mümkündür.
Rabbimiz, kendisini nasıl zikretmemiz gerektiğini şöyle bildirmektedir: “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma!” (A’râf, 205)
“Zikir ehline sorunuz!”
“Kalplerinizi, Allah Teâlâ’yı anmakla diriltiniz. Onun korkusuyla doldurunuz. O’nun sevgisiyle nurlandırınız. O’na kavuşma arzusuyla sevindiriniz ve biliniz ki; O’na olan sevginiz derecesinde yükselir, niyetlerinizin doğruluğu ile nefsinizi kahreder, şehvetlerinizi yenip amellerinizi temiz kılabilirsiniz…”
Öte yandan, zikrullah anahtarları olan Hak dostlarının kalpleri, zikirle ihya olup hakkı batıldan, doğruyu eğriden ayırt edebilecek bir nura kavuşmuş olduğundan, hakkın ve hayrın en şaşmaz pusulası durumundadır. Bu sebeple, ihtilaf ve tereddütlerin hâllinde, böylesi kâmil kimseleri arayıp bulmak ve onların görüşlerine îtibar etmek îcâb eder. Nitekim ayet-i kerîmede buyrulur: “Şayet bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz!” (Nahl, 43; Enbiyâ, 7)
Bununla birlikte, namaz, oruç gibi ibadetleri ifa etmekle zikir vazifesini tam olarak yerine getirmiş olduğu düşüncesine kapılıp bunların dışında hiçbir ezkâr ve evrâda lüzum görmemek de büyük bir nakıslıktır. Zira Rabbimiz, bizim çok çok zikretmemizi istemektedir. Bu ise ibadetlerden sonraki hâllerimizin de hatta her nefesimizin, zikrin ruhaniyeti içinde olmasının çok açık bir telkinidir. Bu sebepledir ki kâmil müminler, bütün bir ömrü: “Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et.” (Hicr, 98-9) emrine tâbî olarak yaşamaya gayret ederler.