KÂMİL MÜ’MİN OLMANIN YOLU NEFS TEZKİYESİNDEN GEÇİYOR
Nefs terbiyesinin zorunluluğu
İmamı Gazali rahmetullahi aleyh nefsi azgın bir ata, ruhu da süvariye teşbih ederek şöyle buyurur: “Atını terbiye eden süvariyi, atı istediği menzile götürür. Lakin terbiyesi ihmal edilen bir atın, süvarisini uçurumdan aşağıya atması kaçınılmazdır.”
Bu sebepledir ki, nefis tezkiyesi, her mü’min için son derece hayati bir mes’uliyettir. Bu mes’uliyeti Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenalıklara gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 9-10) şeklinde ifade buyurmaktadır. Yani nefsini terbiye edip uslandıran, selametle yolunu katetmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşiliğiyle başbaşa bırakan da ebedi bir hüsran ve ziyana duçar olmuştur.
Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “(Hakikatte) mücahid, nefsine karşı cihad eden kimsedir.” (Tirmizi, Fezailü’l-Cihad, 2; Ahmed, VI, 20)
Bir diğer hadis-i şeriflerinde ise: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır” buyurmuşlardır. (Süyuti, Camiu’s-Sağir, I, 12)
Başka bir hadisi şerifte ise “Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışan, ahmak da nefsini hevasına tabi kıldığı halde Allah’tan (hayır) umandır.” buyurulmuştur. (Tirmizi, Kıyamet, 25/2459; İbn-i Mace, Zühd, 31)
Nefs tezkiyesi için, ilahi iradeye ram olup şehevi ihtiraslara ve çirkin hallere karşı koymaya çalışmak icab eder. Her mü’min, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hiçlik ve cahilliğini idrak ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemaliyle kavramalı ve fiillerine bu idrak ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdirde, (Kur’ani tabirle “Kötülüğü şiddetle emreden nefs” (Yusuf Suresi, 53. ayet-i kerime) mezmum sıfatlardan arınıp makbul bir hale gelir.
Nefs tezkiyesi, Cenab-ı Hakk’ın üst üste yemin ederek dikkat çektiği mühim bir husustur. Nitekim Surei Şems’te buyrulur: “Zat-ı uluhiyyetim hakkı için; Güneş’e ve onun kuşluk vaktindeki aydınlığına, Güneş’i takip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de kötülük ve iyiliklerini (fücur ve takvasını) ilham edene YEMİN OLSUN Kİ; Nefsini kötülüklerden arındıran (maddi ve manevi kirlerden temizleyen) mutlaka kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrana uğramıştır.” (eş-Şems; 1-10)
Cenab-ı Hakk’ın yemin etmesi; üzerine yemin edilen varlıkların kıymet ve şereflerini bildirmekle beraber, aslında o yeminden sonra ifade edilen ilahi beyanın, azamet ve ehemmiyetini göstermek içindir. Bu ayetlerdeki yeminlerde de durum böyledir. Ancak şu farkla: Cenab-ı Hak, bu ayet-i kerimelerde üst üste tam on bir defa yemin etmekte, ardından bir de manayı daha çok kuvvetlendirmesi için (mutlaka) edatını kullanmakta ve ancak bu güçlü te’kid ve te’yidlerden sonra bildirmektedir ki: “Nefsini arındırıp temizleyen kimse, mutlaka kurtuluşa erecek; aksine onu günah ve masiyetlerle kirleten kimse de muhakkak hüsrana uğrayacaktır!..”
Calib-i dikkattir ki, Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, nefs tezkiyesinden başka hiçbir hususta, bu şekilde üst üste on bir defa yemin etmemektedir. Bu gerçek, insanın kurtuluşu için nefs tezkiyesinin ne kadar mühim ve zaruri olduğunu ifadeye kafidir.
Ebu Mücahid radıyallahu anh nefs hakkında şöyle buyurur: “Allahu Zülcelâl’in yarattığı en ahmak mahlûk nefistir. Zira o, hep kendi aleyhine olanı ister.”
Nefsin varlık hikmeti
Bir zaferin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve bedii heyecanlar neticesindedir. Âdem aleyhisselamın, bilinen zelleyi -yani gayr-i iradi hatayı- irtikab etmesi, onun Cennetten Dünya’ya gönderilmesine sebep olmuştur. Bu yeni mekânda neslinin çoğalıp bir imtihana tabi tutularak, bir kısmının ancak hak kazanma neticesinde tekrar Cennete döndürülmesi, insanın ahsen-i takvim şerefine nâiliyyeti içindir. Ancak bu şeref ve değerin artması için Cenâb-ı Hakk insanı “nefs” ile techiz etmişdir. “Nefs”, ulaşılacak neticenin şeref ve değerini arttıran muazzam bir engeldir.
Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi vesellem Efendimiz şöyle buyururlar: “Cennet, nefsin sevmediği şeylerle, cehennem ise, şehvetlerle çevrilmiştir.”
Nefsin arzularına uymanın kötülüğü
Cenâb-ı Hakk ayet-i kerimede buyurur: “Ey Rasulüm, nefsani arzularını kendisine ma’bud edineni gördün mü? Şimdi sen mi ona vekil olacaksın?”(Surei Furkan; 43)
“Ey Rasulüm, heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü?” (Surei Câsiye; 23)
Bu iki ayet-i kerime insanoğlunun kendini cehenneme mahkûm eden handikabını (engelini) ve zaaflarını hatırlatır. Demek ki, arzular mihrap ve kıble haline gelince insan, zaaflarının putperesti oluyor. Asli hakikatini, deruni istidatlarını dumura uğratıyor…
Kendini nefs canavarına teslim eden insanın acıklı akıbeti ne hazindir. Ten planında ömrünü idame ettirmek için, öteleri düşünmek istemez. Hakikatine ereceği ölüm kendisi için kâbus olur. Çünkü ölüm, bir istikbal endişesi doğurur.
Mezarlık hududunu aşamayan bir hayat yolcusunun kartondan eşyaların, nefsani yıldızların ve zilli zevallerin (biten gölgelerin) esiri olması ne hazindir. Hayat, beşik ile tabut arasındaki dar bir koridor ve yolculuktur. Dünya hayatı, sonsuz zaman şeridi içinde bir sabun köpüğünden farksızdır.
Öteden beri beşeriyeti, peygamberlerin irşadlarına rağmen ölüm meselesi çok meşgul etmiştir. Fakat türlü nefsani ifadelerle susturulmak istenmiştir.
Herkesi hayat mevzuunda daha üstün ve ateşli girdap halinde saracak olan ölüm, istisnasız başlara çökecek en çetin bir istikbal endişesi ve musibeti veya rahmetidir… Beşer tefekkürü ile kavranmasına imkân bulunmayan bu istikbal düğümünü çözebilmek, nefs engelini aşıp, vahyin sesine kulak verip, peygamberlerin ve evliyaullahın gönül ikliminin aşk, vecd ve istiğrakından nasib ve feyz alabilmekle kabildir.
Hazreti Mevlana’nın ‘İnsan
ve nefs’ benzetmesi
İnsanoğlu bu âleme kulluk imtihanı için geldiğinden, ölüm anına kadar nefs denen ve bin bir menfilik ihtiva eden bir illete mübteladır. O, velayetin en üst derecelerine de yükselse; dünya, nefs ve şeytan üçlüsünün daimi bir hile, vesvese ve tuzaklarıyla her an karşı karşıyadır. Zaten kulluğun kıymeti de, bu tehlikeleri bertaraf edip şu fâni âlemin cezbedici aldatmacalarından sıyrılarak takvaya bürünmek ve neticesinde Hakk’a yönelmekle başlar.
Mevlana Hazretleri insanın iç dünyasındaki med-cezirleri şöyle ifade eder: “Nefs sahibi olan kimse, Musa aleyhisselam gibidir. Teni ise onun Firavun’udur. Nefs sahibi bir kimse, kendi dâhilindeki nefsi bırakır da düşman nerede diye hariçte aranır durur.”
Şu ifadeleriyle Hazret-i Mevlana bizleri ikaz ve irşad eder: “Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmiş, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman olan bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur. Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsani arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor. Ruha manevi gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve ruhi gıdalar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”
Şu bir hakikattir ki, terbiye olan bir nefis, mahlûkat içerisinde insanı en mükerrem bir mevkie yüceltebilirken, bunun aksine terbiye görmemiş ham bir nefis ise onu esfel-i sâfiline düşürebilir. Yâni nefis, ıslah edildiğinde hayra; terbiye edilmediğinde ise şerre vesile olabilen, âdeta iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.
Nefis ölmeden ruh dirilmez
Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri tezkiye edilmemiş ham bir nefsin Allah ile kul arasında kalın bir perde olduğunu bildirdikten sonra şöyle der: “Nefs-i emmarelerinizi kurban ediniz. Biliniz ki gerçek hayat, ancak nefs-i emmarenin şerrinden kurtulmakla mümkündür.”
Şibli Hazretleri de şu sözlerle bu hakikate dikkat çeker: “Nefis ölmeden ruh dirilmez. Âşıklar ruhun yaşamasını, nefsin ölümünde buldular.”
Unutmamak gerekir ki, nefsin özünde bir mücevher gibi müspet bir mahiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi, onu, toz-toprak hükmündeki menfiliklerden ve süfli arzuların hoyratlığından manevi terbiye ile arındırmaktır. Bu arınma neticesinde, insanın özündeki Allah’a dost olabilme cevheri ortaya çıkar.
Tasavvuf da bu şekilde ham vasıftan kurtulup kâmil insan olabilme sanatıdır. Böyle kâmil mü’minler ise, hayatlarını güzel ahlak ve faziletlerle tezyin etmeye muvaffak olabildiklerinden adeta canlı bir Kur’an haline gelirler. Kur’an’ın sır ve hikmetlerine aşina olurlar.
Nitekim Kur’an’ın sır ve hikmet dolu mana iklimine girebilmenin, nefis tezkiyesiyle kemale ermeye bağlı olduğunu Mevlana Hazretleri şöyle ifade buyurur: “Kur’an’ın manasını Kur’an önünde kurban olmuş, benliğinden geçmiş, alçalmış, adeta ruhu, ayn-ı Kur’an kesilmiş kişiden sor.”
Nefsin terbiyesi ancak
bir mürşidle mümkündür
İnsanları, istihkak ile (hak ederek) kendi rızasına ve Cennete dönmenin cehdine (gayretle çalışmasına) me’mur eden Cenâb-ı Hakk, onların önüne koyduğu nefis engelini aşmanın imkân ve vasıtalarını da lütfetmiştir. Nefs bazı vesilelerle terbiye edilebilir.
Nefs engelini aşabilmek, Peygamberlerin ve inkıtasız (silsile yoluyla kesintisiz) gelen ve varisleri olan evliyaullah’ın elinden tutmak, onlara bey’at etmek ve onların terbiyelerine teslim olmakla mümkün olur. Nitekim Kur’ân’ı Kerim’de: “Allah’ın eli, onların eli üstündedir.” (el-Fetih; 10) ayetindeki “onların eli”nden maksad, Allah’a -celle celâluhu- bey’at eden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ile ashabının elleridir. Aynı şekilde ehlullahta, hatta aciz bir dervişte bile, elden ele Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme ve o vasıta ile Allah’a -Celle Celâluhu- yed-i kudretine ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yed-i bey’atine vasıl olan kâmiller de fevkalade işler görülebilir. Fail-i Mutlak (Mutlak Hakiki Fail), Cenâb-ı Hak’dır. Evliyaullah’da bu tasarrufa mezun ve selahiyeti olanlardır.
Mevlânâ kuddise sirruh, şöyle der: “Cenâb-ı Hakk, bir yudumcuk ilâhi muhabbete öyle bir hassa vermiştir ki, ondan nasip alan, iki âlemin endişesinden kurtuluşa erer.”
Yani, ilâhi muhabbet ile mest olan kimse, âleme haset etmekten, halkın ayıp ve kusurunu görmekten azâd olur. Böylece kâmilleşir. Ve menzil-i maksuduna erer. İşte bu da, aşk-ı safi, hubb-i ilâhidir. İşin ehli “Bu ise ancak bir Mürşidi kâmilin nezaretinde tahsil edilebilir” denilmiştir.
Bir mürşid-i kâmil, ilâhi tasarrufla müridlerini kendine bağlar, onları süfli alakalarından kurtarıp ulvi bağlantılarda derinleştirir. Böylece kendisi, ilâhi aşkın basamağı olur.
Nefs ve şeytan, ölünceye kadar insanın peşini bırakmamaktadır. O halde daima uyanık ve mücahede halinde olmak, bir de Rabbimizin muhafazasına sığınmak îcab eder. Ayet-i kerimede buyrulur: “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (el-Hicr; 99)
Evliyaullahın büyüklerinden Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri, zahirî ilmin kemaline vardıktan sonra “hîçlik hali”ni elde edebilmek, yani benlik ve nefsin desiselerinden korunmak, kalbini Hak’tan uzaklaştıran her şeyden muhafaza edebilmek için uzun bir müddet Bağdad harabelerine çekilmişti. Şah-ı Nakşibend Hazretleri, intisabının ilk yıllarında, nefsini terbiye edip gurur ve kibrin zıddı olan “hîçlik hali”ne ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, sahipsiz, yaralı hayvanlara hizmet etmiş, onlara sahip çıkmış, hatta insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi sene kabına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır. İşte nefs tezkiyesinin zorluğu ve bunun karşılığında lütfedilen muazzam mükafatın neticeleri böyledir..
Unutmayalım ki, hepimiz Allah’tan geldik ve yine O’na döndürüleceğiz. Bu dünyada asıl felâket, nîmetleri sırf nefsine tahsis etme hırsıyla nefsânî arzularını putlaştırarak Hak’tan gâfil kalma bedbahtlığıdır. Asıl saadet de ecel gelip çatmadan evvel nefsi tezkiye edip onun gaflet perdelerini aralayarak Hakk’a yakınlığın hazzını tatmaktır. Çünkü bu yakınlık, ebedî âlemde ilâhî rahmete ve yakınlığa mazhariyetin en büyük vesîlesidir.