Mezhebler, Ehl- İ Sünnet ve Mealcilik Üzerine
Gülistan: Kıymetli Hocam, mezheb ne demektir? Bazı kimseler, “Kur’an ve Sünnet elimizde olduğu halde mezhep imamlarının ve ulemasının görüşlerine niçin ihtiyacımız olsun?” diyerek insanların kafalarını karıştırıyorlar. Hiçbir ilmi alt yapısı olmayan insanlar yanlış telakkilere kapılarak savruluyorlar. Bu tür sorulara nasıl cevap vermek gerekir, açıklayabilir misiniz?
Ebu Bekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Mezhep, kısaca hayatı vahyin gösterdiği istikamette yaşayabilmek için, bir başka ifadeyle vahyi hakkı verilmiş bir anlama faaliyetinin konusu yapabilmek için gerekli usul ve ilkelerin adıdır.
Bunun kolay bir iş olmadığı, dahası, masa başı ve münferit birtakım faaliyetlerle yapılamayacağı, anlamamız gereken ilk husustur. Bu itibarla bir kimsenin, eline aldığı bir Kur’an mealiyle yahut Hadis kitabıyla doğrudan amel etmeye kalkışması, züccaciye dükkânına dalan filin yol açtığından farklı bir manzara doğurmayacaktır. Zira mesele sadece okuma yazma bilmekle ve Kur’an ve Hadis metnine vakıf olmakla sınırlandırılamayacak kadar hayatî ve hassastır.
Söz gelimi Kur’an ve Sünnet nasslarının yapısı, bu iki kaynağın birbirleriyle ilişkisi, kaynağını bunlardan alan diğer usul umdeleri bu noktada merkezî öneme sahip hususlardır.
Allah Teâlâ’nın ve Resulünün bizden nasıl bir hayat istediğini sahih bir şekilde anlayabilmek için, vahyin nüzulüne ve Sünnet’in vüruduna kimi zaman sebep teşkil etmiş, kimi zaman doğrudan şahit olmuş bulunan Sahabe neslinin tutumu da behemehal dikkate alınmak durumundadır. Daha önce de değişik vesilelerle vurguladığım gibi, Peygamberi (s.a.v) terk-i dünya etmiş bir ümmetin, Peygamber (s.a.v)’e arkadaşlık, yoldaşlık etmiş ilk ve tek kuşağının olaylar karşısındaki tutum ve tavrında o Peygamber (s.a.v)’in etkisinin bulunmayacağını söylemek herhangi bir kasıt söz konusu değilse cahillikten başka bir şeyin ifadesi olamaz!
Kısacası Kur’an ve Sünnet’in bizden ne istediğini tam anlamıyla kavrayabilmek için, öncelikle belli bir Usul’e ihtiyaç vardır. İşte mezhep bize bu Usul’ü ve bu Usul doğrultusunda ortaya konulmuş füruu/pratiği veren biricik sistemdir. Bu noktada yaşanan bir kafa karışıklığına parmak basmanın sırasıdır: “Kur’an ve Sünnet elimizde olduğu halde mezhep imamlarının ve ulemasının görüşlerine niçin ihtiyacımız olsun?” derler.
Bu çerçevede gündeme gelen herhangi bir soruya, “dinî cevabı ayrı, mezhebî cevabı ayrı” gibi bir yaklaşımla mukabelede bulunmak yahut herhangi bir ibadeti -mesela namazı- Kur’an ve Sünnet’e göre kılınması durumunda ayrı, mezheplere göre kılınması durumunda ayrı bir mahiyet kazanacakmış gibi takdim etmek meseleyi çarpıtmaktan, ya da cehaleti ifşadan başka bir anlama gelmez.
Zira mezhep Din’in, yani Kur’an ve Sünnet’in “alternatifi” değildir! Meseleye böyle bakıldığında mezhebi reddetmek dinin gereğiymiş veya mezhebi reddetmedikçe Din’in özüne vakıf olunamayacakmış gibi bir düşüncenin oluşmaması mümkün değildir.
Oysa dediğim gibi Din’in ve konunun kaynaklarının bizden ne istediğini mezhep olmadan anlamak ve o anlaşılan şey doğrultusunda bir hayat yaşamak mümkün değildir.
Gülistan: Kıymetli hocam, bazı kimselerin “Mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır? Mezhepler niçin vardır? Ya da “Mezhepler olmasaydı ne olurdu?” sorularına muhatap oluyoruz. Bu sorular nasıl cevaplandırılmalıdır?
Ebubekir Sifil: Aslına bakarsanız, yaygın olarak bilinen anlamda mezhepler için ‘ortaya çıkma’ tabirini kullanmak doğru değildir. Zira biz bu tabirle, önceden mevcut olmayan bir şeyin, belli bir dönemden sonra varlık sahnesine çıkmasını anlatırız.
Oysa Sahabe döneminden itibaren, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma ehliyetine sahip her alimin bir mezhebi vardı. Efendimiz (sav)’in söz, davranış ve fiilleri bizzat delil olduğu için O hayattayken tabii olarak O’na danışılmış, hüküm sorulmuş, direktif alınmıştır. Dolayısıyla “Hz. Peygamber (sav)in mezhebi neydi?” gibi bir soru, sahibinin cehaletini ortaya koymaktan başka bir anlam ifade etmez.
Hatta Hz. Mu’âz (ra)’ı Yemen’e gönderirken “Önüne bir dava geldiğinde ne ile hükmedeceksin?” diye sorduğunda Hz. Mu’âz (ra), önce Kur’an’a bakacağını, aradığı hükmü orada bulamazsa Sünnet’eitikal edeceğini, orada da bulamazsa içtihad edeceğini söylemiş, Efendimiz (sav)de onun bu hareket tarzını onaylamış, hatta ona böyle bir muvaffakiyet nasip buyurduğu için Allah Teâla’ya hamd etmiştir. Bu olay bize, Efendimiz (sav) henüz hayattayken bile alim sahabîlerin kendi mezheplerinin oluşmaya başladığını göstermektedir.
Efendimiz (sav) terk-i dünya ettikten sonra, Sahabe’nin ileri gelenleri içtihad edip fetva vermeye devam ettiler. Sahabe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan yedi kişi bulunduğu belirtilmiştir: Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (Allah hepsinden razı olsun).
Bu demek değildir ki Sahabe arasında onlardan başka müçtehid yoktu. Aksine Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Übeyy b. Ka’b, Ebû Musa el-Eş’arî… (r.anhum) gibi alim sahabîler de içtihad edip fetva veriyordu. Ancak ilk grupta yer alanların fetvaları, ikinci gruptakilerin fetvalarına oranla daha büyük bir yekün oluşturmuştur.
Bir de sınırlı sayıda fetva vermiş olanlar vardır. Onların sayısı daha fazladır. Fetvaları bize kadar intikal etmiş bulunan sahabîlerin toplam sayısı 130 kadardır.
Bütün bunlar şunu gösteriyor: Sahabe arasında içtihad edip fetva verenler bulunduğuna göre, onların her birinin, içtihad edip fetva verdikleri hususlarda kendilerine ait mezhepleri vardı. Her ne kadar Usul’üyle füru’uyla müesses hale gelmemiş olsa da, -ortada bir içtihad faaliyeti bulunduğuna göre- buradaki ‘mezhep’ vakıasını görmezden gelmek mümkün değildir.
Tabiûn ve Tebe-i Tabiûn Dönemleri
Tabiun zamanına geldiğimizde, ictihad faaliyetinin artarak devam ettiğini görürüz. Ortaya yeni meselelerin çıkması, bilhassa Irak ekolünün benimseyip uygulamaya koyduğu “farazî fıkıh” sistemi, hadislerin derlenmesi… gibi birtakım faktörler sebebiyle,Tabiun dönemi, içtihad faaliyeti bakımından Sahabe dönemine kıyasla daha bir zenginlik arz etmektedir. Medine’de ünlü “Yedi Fakih” (Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, EbûBekr b. Abdirrahmân, Ubeydullah b. Abdillah, Süleymân b. Yesâr, Hârice b. Zeyd b. Sâbit); Mekke’de Atâ b. Ebî Rabâh, Mücâhid, İkrime; Basra’da el-Hasenu’l-Basrî, İbn Sîrîn, Katâde; Kûfe’de İbrahim en-Neha’î, Alkame b. Kays, Şurayh b. el-Hâris, Mesrûk b. el-Ecda gibi her biri alim sahabîler elinde yetişmiş ünlü fakihler,bu dönemde içtihad faaliyetini yoğun bir şekilde devam ettirmiş, fetva verip talebe yetiştirmişlerdir.
Onlardan sonra aralarında Dört Mezhep imamının da bulunduğu kuşak gelir. Bunlar da Tabiun’un alimlerinin elinde yetişmiş, Sahabe ve Tabiun’un fıkhının üzerine kendi müktesebatlarını da ekleyerek, günümüze kadar varlığını devam ettiren mezheplerin kurucuları olma payesine ulaşmışlardır.
İçtihad faaliyeti Sahabe kuşağından itibaren hoca-talebe ilişkisi içinde mezhep imamlarına kadar kesintisiz biçimde sürüp geldiğine göre, “mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır?” sorusunu doğru kabul ettiğimizde, cevap “Sahabe döneminden itibaren” şeklinde olmalıdır.
Ancak, Sahabe ve Tabiun fakihlerinin içtihad usulleri ve çözüme bağladıkları fer’î meseleler, detaylarıyla kitaplarda kaydedilmek suretiyle, müesses bir şekilde nesilden nesile aktarılma imkânı bulamadığı için ‘mezhep’ olgusu genellikle Dört Mezhep imamı ve onların dönemi ile başlatılır.
Şu halde sorunun ilk kısmını şöyle toparlayabiliriz: ‘Mezheb’i, içtihad faaliyetinin oluşturduğu vakıası nazara alındığında, mezhep olgusu sahabe döneminden beri mevcuttur. ‘Mezhep’ dendiğinde Usul’ü tam anlamıyla ortaya konmuş, fer’î alanda Fıkıh bablarının tümünü ihtiva eden içtihadları temayüz ve bize kadar intikal etmiş bir sistemi anlayacaksak, evet ‘mezhep’ hadisesi Dört Mezhep imamı ile başlatılabilir.
Sorunun ikinci kısmına, yani “Mezhepler niçin vardır?” sorusuna gelince, buna kısaca şöyle cevap verilebilir: Birincisi, Nass’lardan kaynaklanan sebeplerden, İkincisi de hakkında nass (ayet ve hadis, temel alınacak delil) bulunmayan meselelerde nasıl hareket edileceği konusundaki anlayış farkından dolayı.
Birçok nassın farklı anlaşılmaya müsait yapıda olması dolayısıyla her bir müçtehid, ayet ve hadisten farklı bir şey anlamıştır. Burada genellikle verilen örneği tekrar edecek olursak, Kur’an’da boşanmış kadınların beklemesi gereken iddet süresi, “üç kur’” olarak ifade edilmiştir. (el-Bakara; 228)
Ulema, buradaki ” kur’” kelimesinin hem “hayız”, hem de “temizlik” dönemi hakkında kullanılan “müşterek” bir kelime olduğunu belirtmiştir. Kelimenin yapısındaki bu durum sebebiyle Sahabe döneminden itibaren bu ayetin ne ifade ettiği konusunda ihtilaf vaki olmuştur. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbnMes’ûd vb. sahabîler (Allah hepsinden razı olsun) bu kelimenin “hayız”ı anlattığını söylerken, Hz. Aişe validemiz, İbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve daha başkaları da (Allah hepsinden razı olsun) “temizlik dönemi”ni anlattığını söylemişlerdir.
Burada, sanki Yüce Allah, mü’minlerin içtihadda ihtilaf etmesini murad etmiştir. Zira bu ayette böyle müşterek bir kelime yer alırken, mesela aynı surede, iki ayet yukarıda şöyle buyrulmuştur: “Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için ancak dört ay (bekleme hakkı) vardır.” Dikkat edilirse burada, “ay” kelimesi geçmektedir ve bu kelimenin neyi anlattığı konusunda Araplar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah dileseydi, iki ayet sonrasında yer alan “kur’” kelimesi yerine de “ay” kelimesi yer alabilirdi. Ancak durum görüldüğü gibidir.
Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Kimi durumlarda, aynı hadisi delil olarak kullandıkları halde, Müçtehid İmamlar’ın, söz konusu hadisin neyi anlattığı konusunda ihtilaf ettiklerini, yani aynı hadisten farklı sonuçlar çıkardığını görürüz. (Muhammed Avvâme hocanın, “İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü” isimiyle dilimize çevrilen muhtasar çalışması, konuyla ilgilenenler için güzel bir derlemedir.)
Bir de hadislerin kabul şartlarındaki görüş ayrılıklarını buraya eklememiz gerekir. Bu bağlamda, ravilerde aranan şartların mezhepten mezhebe değişmesi de önemli bir ihtilaf sebebidir. Yani bir imamın/mezhebin sahih kabul ettiği bir rivayeti, bir diğerinin sahih kabul etmemesi sonucu ortaya çıkan ihtilaflar vardır. Kimsenin herhangi bir imama “Sen niye bu şartı koydun da şu şartı koymadın?” gibi bir soru sormaya hakkı ve haddi olmadığına göre, bu noktadan kaynaklanan ihtilaflar bulunması da son derece tabiidir.
Dolayısıyla herhangi bir mesele hakkında ayet veya hadis bulunması, o meselede ihtilaf edilmemesini tek başına sağlamaz. Ya da şöyle diyelim: Bir meselede ayet ve hadis var diye o meselede içtihad farklılığı olmaz, demenin hiçbir ilmî kıymeti ve pratik karşılığı yoktur.
Mezhebler olmasaydı ne olurdu?
Hakkında Kur’an ve Sünnet’te hüküm bulunmayan hususlarda ne şekilde hareket edileceği konusuna gelince. Müçtehid İmamlar’ın mezheplerini birbirinden farklı kılan önemli unsurlardan birisidir. Özellikle “tali deliller” dediğimiz; İstihsan, İstıslah, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi’, Medine Ehli’nin uygulaması gibi unsurların bir kısmının bir kısım imamlar tarafından benimsenmemesi sonucu farklı içtihadların ortaya çıktığını görüyoruz. Mesela İmam eş-Şâfi’î, Hanefîler ve hatta Malikîler tarafından benimsenen “İstihsan”ı kabul etmemiş, Hanefîler, Şâfi’îler ve Hanbelîler Medine Ehli’nin uygulamasının delil teşkil etmeyeceğini söyleyerek İmam Mâlik’ten ayrılmışlar, Hanefîler mürsel hadisi delil kabul ederken İmam eş-Şâfi’î, Sa’îd b. el-Müseyyeb’in müselleri hariç, diğerlerini reddetmiştir… Örnekleri uzatmak mümkün. (Bu konu hakkında Mustafa Sa’îd el-Hınn’ın, dilimize “İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları” adıyla çevrilen kapsamlı çalışması son derece aydınlatıcı ve tavsiyeye şayandır.)
Sorunun “Mezhepler olmasaydı ne olurdu?” diyen üçüncü kısmına gelince, bunun yanlış bir soru olduğunu söylemeliyim. Zira yukarıdan beri yapılan izahatın şu noktayı ortaya koymuş olması gerekir: Mezheplerin varlığı eşyanın tabiatındandır. Zira farklı anlaşılmaya müsait nasslar ve farklı anlayış biçimleri var oldukça, farklı mezheplerin var olması kadar normal ve hatta “kaçınılmaz” bir şey olamaz. Eğer nasslar farklı anlaşılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayışı aynı olsaydı, işte o zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.
Burada şunu da söylemek mümkün: Evet bu zorunlu durum, Ümmet-i Muhammed’e bir “rahmet” olarak yansımıştır; bu doğrudur. Ama unutmayalım ki, bu bir “sonuç”tur. Yani mezhepler “Ümmet’e kolaylık olsun diye” özellikle oluşturulmuş değildir. Onların zorunlu varlığı, Ümmet’e kolaylık ve rahmet olarak yansımıştır…
Gülistan: Mezhepsizlik fikrinin kaynağı nedir? Bir mezhebe uymak zorunlu mudur?
Ebubekir Sifil: Aslına bakarsanız “Mezhepsizlik” diye bir şey yoktur. Mevcut mezheplerden birisini benimsemeyenlerin dahi bir mezhepleri olmak zorundadır ki bu, ya yeni ve müstakil bir mezheptir, ya da mevcut mezheplerin içtihadlarından meydana getirilen karma bir oluşumdur. Zira baştaki sorunun cevabını verirken mezhep olgusunun niçin “zorunlu” olduğunu belirtmiştik.
Mezhepsizlik Nedir?
O halde “mezhepsizlik” diye ifade edilen şey nedir?Bu sorunun en kestirme cevabı şudur: Mevcut mezheplerden birisiyle ameli kabul etmeyip, yeni bir oluşuma gitmek mezhepsizlik olarak ifade edilmektedir. Buradaki “yeni oluşum” eğer yeni ve müstakil bir mezhebi anlatıyorsa, söylenecek bir şey yoktur.
Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak yetkinlikte, yani “mutlak müçtehid” olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Zira “yeni içtihad” çağrısı yaklaşık iki buçuk asırdır dile getiriliyor; buna rağmen ortaya yeni bir Usul-i Fıkıh konmuş değil! Usul-i Fıkıh olmadan mezhep olur mu? Mezhep dediğiniz yapı, Usul-i Fıkıh sistemi üzerine kurulur. Bu yoksa, o da yoktur.
Dolayısıyla geriye ikinci şık kalıyor: Mevcut mezheplerin içtihadlarından elde edilen “karma” bir mezhep. Bunun caiz olmadığını ise muhakkik alemler açıkça belirtmişlerdir.
Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki başlık altında toplanabilir:1. Doğrudan Kur’an ve Sünnet’le amel etme iddiası. 2. Mevcut mezheplerin içtihadlarının yetersiz/eskimiş olduğu ve yeni içtihadlar yapılması gerektiği düşüncesi.
Birinci düşünceyi benimseyenler, tamamen dinî endişelerle hareket ederler. Onlara göre mezhep imamlarının taklid edilmesi, kişiyi şirke kadar götüren gayri meşru bir tutumdur. Müslümanlar başkalarını taklid etmekle değil, Kur’an ve Sünnet’le amel etmekle mükelleftir.
Ne kadar iyi niyetle dile getirilirse getirilsin, bu düşüncenin, ayakları yere basan bir yaklaşımın ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira herkesin müçtehid olmasını istemek, herkesin doktor ya da avukat olmasını istemek kadar, hatta ondan daha fazla abestir, “uçuk”tur! Tarih içinde İbn Hazm, bilahare de eş-Şevkânî tarafından dillendirilen “taklidin haramlığı” iddiası, günümü de de kendisine “Selefî” diyen bazı kardeşlerimiz tarafından tekrar edilmektedir.
İkinci yaklaşım ise dinin modernizasyonu/reformizasyonu düşüncesini savunanlar tarafından dile getirilmektedir. Onlara göre “Din” ile “Fıkıh” birbirinden ayrı şeylerdir. “Din”, değişmezler sahasını oluştururken “Fıkıh” çerçevesine giren hususlar değişime tabidir; zaman ve zemine göre değişiklik gösterir.
Bu düşüncelerin her ikisi de “Fıkıh” sistemini, bilhassa Usul ve Kavaid sahalarını tam anlamıyla kavrayamamanın ya da dikkate almamanın ürünüdür. Zira Usul ve Kavaid’e hakkıyla işlerlik kazandırıldığında, Müslümanlar’ın çözemeyeceği, içinden çıkamayacağı mesele yoktur.
Bu saikle hareket edenlerin genellikle, “genellikle” diyorum, çünkü hepsini aynı kefede değerlendirmek doğru değildir, ideolojik bir zeminde, İslam’ı bir yerlere, bir şeylere uydurma çabasıyla hareket ettiği görülüyor. Ana dilde ibadet gibi, miras paylaşımı ve çok eşlilik gibi modern çağın değer yargılarına uymayan bütün ahkâmın red ve ilgasını hedefleyen bu yaklaşımın temsilcileri, genellikle dinin rasyonelleştirilmesi zemininde hareket eder; hadislerin reddi ya da en azından “hafife alınması”, Kur’an ayetlerinin yorumunda keyfîlik… gibi tavırlarla dikkat çeker.
Bidat ehli
Burada bir noktaya dikkat çekmeden geçmek eksiklik olacaktır; Ehl-i Sünnet bir toplumda yaşadığı halde, Ehl-i Sünnet’e aykırı itikadî bir çizgi benimseyen, fer’î alanda da birtakım yeni içtihadlarda bulunan, ama bütün bunları “yeni içtihad yapıyorum” ya da “Ehl-i Sünnet’i beğenmiyorum/yetersiz veya yanlış buluyorum” demeden yapan bazı kişilerin bulunduğuna bilhassa dikkat etmelidir.
Bunlar sizinle benimle aynı ortamları paylaşan, bizlerin okuduğu gazetelerde/dergilerde yazı yazan insanlardır. “Müslümanların mağduriyeti”, “Filistin ve Çeçenistan sorunu”, “Başörtüsü meselesi” gibi birtakım hassasiyetlerimizi de paylaşır, hatta sahiplenirler. Ama öte yandan gerek itikadî, gerek Fıkhî sahada tarih içinde var olmuş hiçbir İslamî oluşumun söylemediği şeyler söyler, fetvalar verirler. Ama nedense bunların varlığı kimseyi rahatsız etmez! İnsanımızın bu noktaya çok dikkat etmesi lazım.
Hak mezheplerin dışındakiler “bid’at” oluşumlardır. Kaynakları okuma biçimleri ve hüküm çıkartma tarzları Ehl-i Sünnet ile örtüşmez. Yani “Din tasavvurları” farklıdır. Dolayısıyla hemen yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım kimse ve kesimler de dahil olmak üzere, bu tarz yönelişlerin sahip ve temsilcilerinin söylemlerine -ne kadar süslü, cazip ve içten olursa olsun- aldanmamak durumundayız.
Gülistan: Şiiler, Bahailer, İsmaililer, Reşat Halifeciler, Vahhabiler, Hariciler, Mutezile, Cebriye ve reformist-modernistlerin hükümleri nedir? Bunlardan küfrüne hükmolunan mezhepler var mıdır? Varsa niçin? Küfrüne hükmedilmeyenlerin hükmü nedir? Bir süre cehennemde yanıp sonra cennete girmeleri gibi bir şey mi söz konusu?
Ebubekir Sifil: “Bid’at fırka” kavramını hayata tetabuk ettirerek ele alan yaklaşımından ötürü kutladığımı belirteyim. Zira “bid’at fırka” kavramı yaygın olarak tarih içinde olup-bitmiş olgular ve devrini tamamlayıp tarihe mal olmuş oluşumlar için kullanılır, günümüze tatbik edilmez ve tabii ki bu eksik bir değerlendirmedir.
Yukarıda adı aynı bağlam içinde anılan fırka ve oluşumlara gelince, bunları mutlak surette kategorize ederek ele almak gerekir. İlke şudur: “Dinden olduğu zaruretle sabit olan hususlar”ı inkâr etmeyenler İslâm dairesi içinde, edenlerse dışında değerlendirilir.
Burada bir hususa dikkat çekmek gerekiyor: el-Kevserî merhum, el-Melatî’nin et-Tabsîr’ine yazdığı takdim yazısında, fırkalar hakkında hüküm verirken son derece dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerektiğinin altını çizmiş ve şu hususlara dikkat çekmiştir: Fırkalar hakkında eser veren ulemadan kimi sadece bu fırkaları ve görüşlerini zikretmekle yetinip, görüşlerini tartışmazken, kimi de bu tartışmayı alabildiğini sert bir şekilde yapar ve her fırkayı, kendi görüşlerinin gereği saydığı hususlarla ilzam eder. Bu fırkalar hakkında konuşurken, onları, sadece kendi eserlerinde yer alan görüşlerle ilzam etmek ve muarızlarının onlar hakkında yazdığı eserlerde zikrettikleri her görüşü onlara nisbet etmekten sakınmak gerekir…
Bu değerlendirmeler ışığında gerek mezkûr fırkaları, gerekse bunların alt dallarını birbirinden ayrı tutmak durumundayız. İslâm dairesi içinde bulunanlara Şia’nın “gulat/aşırılar” dışındaki alt dallarını, Vehhabiler’i, ve yine Hariciler’in –Necdât gibi– bazı kollarını örnek verebiliriz. Mu’tezile, Cebriye ve diğerleri de böyledir. Bunların her birinin alt dalları, liderleri ve kendine mahsus görüşleri vardır. Aynı durum Modernist/reformistler için de böyledir. Aralarında son derece aşırıya gidenler olduğu gibi, ılımlı olanlar da vardır. Bahailer, Reşad Halifeciler… gibi “yalancı peygamberlere inananlar”a gelince, bunların durumu tıpkı Müseylimetü’l-kezzâb’a inananların durumu gibidir. Gerek ona, gerekse diğer yalancı peygamberlere inananlarla yapılan savaşlara “Ridde Savaşları” dendiği malumdur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sonra peygamber gelmeyeceği, dinde zaruretle sabit olduğu halde bunlar, sahte peygamberlere iman etmekle bu zarureti inkâr etmişlerdir.
Bütün bu fırkalar içinde küfrüne hükmolunanlar, yukarıda da belirttiğim gibi “dinden olduğu zaruretle sabit olan hususlar”dan herhangi birini red/inkâr ettiği için bu hükme muhatap olmuştur. Kur’an veya mütevatir Sünnet ile sabit olan hususlardan herhangi birini inkâr edenlerin durumu böyledir.
Tekfir edilmeyenlere gelince, bunlar Ümmet-i Muhammed’in günahkârlarından olarak cehennemde belli bir süre azap çekerler. Zira bid’atleri küfre varan aşırılıkta değildir. Dolayısıyla bunlar esas olarak “mü’min”dir.
Gülistan: Mezheblere karşı olanların yâda hadisleri inkâr edenlerin “Kur’anın özüne dönelim” şeklinde bir takım sloganvari cümleleri kendilerine kılıf edinerek ortaya çıktıklarını görüyoruz. Kur’an’ın beyan edicisi olan Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Kur’an’dan ayrı tutulmaya çalışılıyor gibi tehlikeli bir durum söz konusu… Meal okuyarak insanların Kur’an ayetlerini anlayıp yorumlayabileceğine kadar uzanan iddiaları da var. Bu kimseler, “İmam-ı Azam’da benim gibi bir insandı. O bir yorum yapmışsa ben de yaparım.” diyebiliyorlar. Ne diyorsunuz bu hususta?
Ebu Bekir Sifil: Modernistlerin Kur’ana dayanmaya çalışmaları sebepsiz değil. Bir kere şu tesbiti ortaya koyalım; zaman zaman ben “hâziruna'” şöyle bir soru soruyorum, “Bir insan, Kur’an okuyarak sapıtır mı?” İnsanlar şaşırıyor, sonra cevabı ben veriyorum, “Evet, sapıtabilir.” Kur’an okuyan herkes sapıtır anlamına gelmiyor bu, ama Kur’an okuyan insanlar sapıtabilir. Allah (cc), Bakara Sûresi’nin başında bir sivrisinek misali zikrediyor, “Allah, bir sivrisineği ya da ondan daha ötesini misal vermekten çekinmez.
Kalplerinde maraz bulunanlar derler ki, Allah bu sivrisineği misal vermekle neyi murad etti? Allah Teâla, bu misalle pek çoğunu dalalete sevkeder pek çoğunu da hidayete erdirir; dalalete sevk ettikleri sadece fasıklardır.” Kur’an’ın böyle bir özelliği var yani; Mü’minler için bir şifadır Kur’an, “Kur’an, zalimlerin hüsranını artırmaktan başka bir şey yapmıyor.” buyruluyor.
Onun için Kur’an okuyan her insanın teorik olarak hidayet bulacağı anlayışı yanlış bir kabuldür. Tarih içerisinde, ehli bid’at dediğimiz fırkalara baktığımızda, Mu’tezile’ye baktığımızda, Şi’a’ya baktığımızda vs. bunların hepsi Kur’an’a dayanmıştır. İstisnasız hepsinin Kur’an’dan delilleri vardır; sapmalarının nedeni ise sünnetten sarfı nazar etmeleridir. Biz onun için Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat diyoruz.
Çünkü Allah’ımızın muradını bize sünnetten daha kâmil biçimde ulaştıran başka bir kaynak yoktur. Allah c.c bizden ne murad etmiş? Bu sorunun verebileceğiniz bir tek doğru cevabı var, o da sünnettir. Onun için Kur’an, kendi beyanını açıklamasını sünnete havale etmiş, “Biz sana bu zikri indirdik ki, ne indirdiğimizi insanlara beyan edesin.” buyruluyor.
Gülistan: Kuran’a bizzat başvurmak söylemini dillendirenlerin genelde, başta mezhep imamlarımız olmak üzere adeta âlimlerin ve ariflerin varlığını yok saydıklarını görüyoruz. Onları sıradanlaştırmaları gibi bir durum söz konusu… Bu çabalarını nasıl anlamalıyız? Münferid olarak sadece Meal okuyarak din öğrenilir mi?
Ebubekir Sifil: Kur’an’a bizzat başvurmak, sadece âlimlerin, ariflerin varlığını reddetmekle değil, bütün bir İslamî anlayış ve birikimi reddetmekle eşanlamlıdır. Meselenin “Kur’an’ı anlama çabası” gibi masum söylemlerle perdeleniyor olması kimseyi aldatmamalı. Zira bu tavır bir “farklılık arayışı”nın, daha doğrusu “farklı din arayışı”nın ürünüdür. Sahabe’den bize intikal eden İslam, Kur’an’a bizzat başvurma ihtiyacı hisseden çevreleri rahatsız ediyor. Farklı, yeni ve “çağa uygun” bir din arayışı peşindeler. Bunu bulabilirler mi? Teorik olarak evet. Ama buldukları o şeyin “İslam” olma şansı yok.
Herkesin kendi heva ve hevesleri doğrultusunda hüküm koyacağı “ben böyle anlıyorum” demenin hazzını tepe tepe yaşayacağı bir ortam arayışı var. Allah Teâla’nın muradını yakalamanın peşinde olmakla çağdaş değerlerle çatışma teşkil etmeyen bir din peşinde olmak arasındaki fark, İslam’a teslim olmakla İslam’ı teslim almak arasındaki fark kadardır.
Türkiye’de uzun yıllar Hasan Basri Çantay merhumun meali gibi birkaç meal vardı sadece. Sonra bir şeyler oldu, meallerin sayısı akıl almaz bir hızla arttı. Ne oldu da böyle oldu? İnsanlar Çantay mealinde ne bulamadı da yeni meal arayışları gündeme geldi? Mesele Kur’an’ın muhtevasından haberdar olmak ise Çantay meali bunu pekâlâ yapıyor?
Demek ki burada bir “farklılık arayışı” var. Bilhassa meal okumayı teşvik eden çevrelerde önerilen mealin hangisi olduğuna da dikkat etmek lazım. Niçin Çantay meali ya da Bilmen yahut A.F.Yavuz meali değil de Esed meali veya Y. N. Öztürk meali yahut İslamoğlu meali?
Bu, gerçekten iyi okunması gereken bir süreç. İnsanlara “Allah kelamı” diye bir kısım meal yazarlarının sakat din tasavvurları, yetersiz ve nahif Kur’an anlayışları ve bozuk itikatları pazarlanıyor. Söz konusu Allah kelamı olunca da akan sular duruyor tabii.
İnsanımız şunu anlamalı: Meal okuyarak din öğrenilmez. Öyle olsaydı, meal olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaştığı modern zamanlara gelinceye kadar bu ümmetin dininden-imanından habersiz yaşadığını söylememiz gerekecekti!
Elbette Kur’an’la irtibatımız daim olmalı. Elbette Rabbimizin bizden ne istediğini bilmek durumundayız. Ama bunun yolu meal okumak değildir. Bunun yolu “ilahî kelam”ı olabildiğince bütün yönleri ve anlam katmanlarıyla dikkatimize sunun İslamî ilimler ve onların vücut verdiği eserlerdir. Akaid’den fıkha, tefsirden hadise ve bunların usullerine kadar devasa bir dünya var önümüzde. Cihan devletlerine ve evrensel medeniyetlere vücut vermiş bir müktesebattan bahsediyoruz. Ufkuyla, cesaret ve cesametiyle, derinlik ve dirayetiyle büyük insanlar ve büyük toplumlar inşa etmiş olan bu müktesebat, bugünün insancıkları ve toplumcukları söz konusu olduğunda kifayetsiz kalıyor?
Bedbaht âna derler ki, elinde cühelanın
Kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler
Bedbaht olan biz miyiz, bize ağır gelen o sıklet mi, onu da varın siz dillendirin…
Efendimiz (s.a.v) bu dini insanlara “tebliğ” yanında “beyan” göreviyle de muvazzaftı. Demek ki O’nu görmezden gelerek, O’nun beyanlarına ve rehberliğine kulak tıkayarak Allah’a kul olmak mümkün değil.
Meal Müslümanlığı bize –kendisini öyle takdim etmese de– fiilen Kitabullah’ın, Peygamber olmadan da anlaşılabileceğini telkin ediyor. Hatta bunun “en sağlam” iş olduğunu, bir “vecibe” olduğunu söylüyor. Yahudilerin Peygamber’e (Hz. Musa -a.s-) rağmen bir Yahudi şeriatı ortaya koymalarını ve Hz. Musa’dan sonra gelen peygamberlerle bu şeriatı muhafaza adına mücadele etmelerini çağrıştıran bir durumla karşı karşıyayız.
Meal olgusu bizi hadisten, tefsirden, fıkıhtan, akaidden uzaklaştırdığı ölçüde tehlikelidir. Çünkü meal olgusu bütün bu ilimleri dünyamızdan uzaklaştırarak kocaman bir boşluk oluşturuyor. Bu boşluğu kim/ne doldurur? Kaygım bu sorunun cevabının nasıl verileceği noktasında…
Bu ülkede yıllardır bir kesim, bir kesimin halkı İslâm adına sömürdüğünü, aldattığını söyler durur. Hatta o kesim, bütün varlık sebebini bu söylem üzerine bina etmiş durumdadır. Bütün kariyerini, şöhretini, “servetini” bu söyleme borçludur.
Vakıa bu ülkede halkı “Allah” diyerek, “Din” diyerek aldatan, sömüren, yüce değerleri menfaat aracı olarak istismar eden bir kesim mevcuttur ve bu kesim de aynı şekilde servetini bu söyleme borçludur. Ancak bu arıza, asla bir başka arızanın “meşruiyet” sebebi olamaz.
Halkı “Allah” diyerek”, “Din” diyerek aldatanlar bulunduğunu söyleyenler, bu yanlışlığın “Kur’an’dan uzaklaşma”nın sonucu olduğu tesbitinde birleşirler. Onlara göre halk Kur’an’la amel etse, bu arızaların hiç birisi vücut bulamayacaktır.
Meselenin can alıcı noktası işte bu tesbitte yer alıyor. Halkı Kur’an’a çağıranlar bunu, “Kur’an’ın korunmuşluğu”na dayandırarak yapıyor: Başta Sünnet olmak üzere diğer delillerin böyle bir koruma altına alınmamış olması (!) onlara göre yalnızca Kur’an ile yetinme tavrının en temel gerekçesidir. Madem ki İslâm’ın bu tek ve ana kaynağı her türlü tahriften masundur; o halde problemlerimizi sadece ona götürerek çözmekten daha makul ve gerekli bir şey yoktur. Mantık bu!
Burada Sünnet’in, Sahabe’nin, Fıkh’ın ve fukahanın niçin devre dışı bırakıldığı sorusunun cevabı elbette önemlidir. Fakat bunlardan daha öncelikli bir mesele var ki, ona dikkat etmediğimiz zaman eninde sonunda varacağımız nokta, halkı Kur’an ile aldatanların bulunduğu nokta olacaktır. Kasdettiğim mesele şudur: Kur’an’ın korunmuş olmasının, onların Kur’an’dan çıkardığı hükümlerin doğru olup olmamasıyla en küçük bir ilgisi yoktur. Bir başka şekilde söylersek, Kur’an ayetlerinin sübutunun kat’î olması, onların Kur’an ayetlerine yüklediği anlamın da kat’î olmasını gerektirmez. Bu ikisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.
Halkı Kur’an’a çağıranlar, aslında Kur’an’dan kendi anladıkları şeye, Kur’an ayetlerine kendilerinin yüklediği anlamı kabule davet ediyor. Bir yanlışlığa parmak basarken, onun çaresinin kendi Kur’an tasavvurlarında, Din anlayışlarında olduğunu söylüyorlar. Oysa söz konusu yanlışlığın “yanlışlık” olduğunu söylemek için farklı bir Din tasavvuru inşa etme gayretkeşliğine soyunmanın gereği de yok meşruiyeti de? Tarih içinde, uygulamada zaman zaman aksaklıklar olsa da, en azından kitabî olarak mevcudiyetini sürdürmüş ve günümüze kadar öylece gelmiş olan sahih çizgi, hakkı hak, batılı batıl olarak görmüş, doğruya doğru, eğriye eğri olarak hak ettiği hükmü vermiştir.
Hal böyleyken yeni bir Din tasavvuru inşasına soyunmak, yeni bir bid’at mezhep inşa etmektir. Bu bid’at oluşumun Kur’an anlayışında Sünnet ?ismen mevcut olsa da cismen ve fiilen? yok. Onların Kur’an anlayışında külfet yok, “imtihan” yok, ahiretin dünyaya öncelenmesi yok? Hele Ümmet’in tarih içinde ortaya koyduğu müktesebatın esamesi bile okunmaz. Oysa neyi kaybettiğinin farkında olmayan, neyi arayabilir?!
Bu noktada kendilerine karşı herhangi bir itiraz vuku bulduğunda, durumu “Kur’an’a itiraz ediliyormuş” gibi takdim ediyorlar büyük bir el çabukluğuyla. Oysa aynı Kur’an’dan hareketle tarih içinde ortaya konan müktesebat ile bunların davet ettiği şey arasında uçurumlar mevcut.
Bütün mesele, Sünnet’e söyletemediklerini Kur’an’a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur’an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid’at fırkaları, davalarını Kur’an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, Ümmet’in 70 küsur fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste “kurtuluşa eren fırka”nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerinde bulunduğu yolda yürümek” olarak tayin ve tarif buyurmuştur.
Bunun anlamı, Kur’an’ın, muradullaha uygun biçimde ancak ve ancak Sünnet’in ve Sahabe’nin rehberliğinde anlaşılabileceğidir. Kur’an ile aldatanlar bunun farkında olduğu için Sünnet’le ve Sahabeyle başları pek hoş değildir.
GÜLİSTAN: Hocam, İslâm Tarihi boyunca ortaya çıkmış birbirinden farklı bütün Fırkalar oluşumlar kendilerinin Fırka-i Naciyye olduğunu deklare etmektedir. Bu bağlamda Ehl-i Sünnet’in Fırka-i Naciyye olduğunu ortaya koyan deliller nelerdir, yani Ehl-i Sünnet’i Fırka-i Naciyye yapan özellikler nelerdir? Ehli Sünnet deyince ne anlamalıyız?
Ebubekir Sifil: Ehl-i Sünnet deyince, Peygamber Efendimiz’in (sav) sahabe-i kirama bu dini tebliğ bağlamında aktardığı her ne varsa onlara olduğu gibi iman eden, sahabe-i kiram kendilerinden sonraki kuşağa din diye ne naklettiyse ona din diye inanan, itikat eden, itikadıyla, ameliyle, edebiyle, her şeyiyle din diye onu kabul eden, onunla tedeyyün eden topluluklara Ehl-i Sünnet diyoruz. Neden “topluluklar” dedik, Ehl-i Sünnet kavramı şemsiye bir kavramdır. Ehl-i Sünnet’in içinde bu ana gövdeyi oluşturan fakat birbirlerinden tarz, tavır farklılıklarıyla -temel noktalarda değil ama füruat diyebileceğimiz noktalarda- ayrılan gruplar var. Hicri 8. asır âlimlerinden, Şafi mezhebine mensup Tâcüddîn Sübkî diyor ki: Ehl-i Sünnet dört gruptan oluşur: “Maturudî ve Eşarici kelamcılar, ehl-i hadis, fukaha ve usûlcüler bir de ehl-i tasavvuf.” Ehl-i Sünnet’i Ehl-i Sünnet yapan temel koordinatlar noktasında herhangi bir aykırı duruşu, itirazı olmayan herkes Ehl-i Sünnet kabul edilir. Günümüzde genellikle şöyle bir yanlış algı oluyor: Az önce birtakım mesleklerden söz ettik; fukahalar, usûlcüler, kelamcılar, ehl-i hadis ve tasavvuf ehli. Teknik tabiriyle bunlar meslektir, mezhep olarak bunların hepsi Ehl-i Sünnet’tir. Fukaha, usûlcüler ya da tasavvuf diye bir mezhep yoktur, bunlar meslektir. Bunlar Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat olma noktasında birleşmiştir, mezhepleri Ehl-i Sünnet’tir. Fakat bu, ehl-i tasavvuf olan herkesin mezhebi Ehl-i Sünnet’tir veya ehl-i hadis olan herkesin mezhebi Ehl-i Sünnet’tir anlamına gelmez. Meslek başka, mezhep başkadır. Meslekleri farklı olabilir, mezhepte bir sıkıntısı yoksa Ehl-i Sünnet içinde değerlendirilir. Görüşleri bize kadar intikal etmiş ama isimleri ehl-i tasavvuf diye tanınmış pek çok insan ve fırka var ki bunlar Ehl-i Sünnet değiller…
Keza ehl-i hadis diye tanınmış ama Ehl-i Sünnet olmayanlar da var. Kelamcılar, usûlcü ve fıkıhçılar için de bu böyledir. Mutezile diye bir akım var, bunlar kelamcıdır; birçoğu fıkhî mezhep olarak Hanefiliği benimsemiştir ama itikadî mezheb olarak Muteziledir, ehl-i bid’attır. Tasavvuf ehli içerisinde Kerramiye diye bildiğimiz, Salimiye diye bildiğimiz, müşebbiheye, mücessimeye kayan fırkalar vardır.
Bunlar meslek olarak tasavvuf ehlidir ama mezhep olarak ehl-i bid’attır. Dolayısıyla genel bir çerçeve çizecek olursak Kur’ân ve sünnet algısı konusunda itikat ve amel konusunda sahabe-i kiramdan devraldığımız her ne varsa onlara olduğu gibi inanan, itikat eden, iman eden insanlar Ehl-i Sünnet’tir ve Ehl-i Sünnet ana gövdeyi oluşturur. Ehl-i Sünnet bir fırka değildir, tarih içinde oluşmuş gruplardan bir grup değildir; meselenin aslıdır, özüdür, kendisidir. Eğer bir fırkadan bir gruptan bahsedeceksek onlar tarih içerisinde bu ana gövdeden ayrılanlardır; Şia’sıyla, Mutezile’siyle, Cebriyesi’yle bu ana gövdeden ayrılıp sağa sola kayan gruplardır.
Gülistan:Günümüzdeki İslami toplulukların kendine “Ehl-i Sünnet” diyebilmesi için hangi İslamî kriterler göz önünde bulundurulmalıdır?
Ebubekir Sifil: Temel Amentü ilkelerinden herhangi birinde sıkıntısı varsa o insan Ehl-i Sünnet değildir. Mesela kadere iman noktasında bir insanın sıkıntısı varsa Ehl-i Sünnet değildir. Hadislerle sabit olmuş ve ulemanın mütevatir olduğunu söylediği hususlar hakkında insanın problemi varsa bu insan Ehl-i Sünnet değildir, ehl-i bid’attır. Fıkhî mezheplere itirazı olan ya da mevcut Ehl-i Sünnet tasavvufî ekollerinden herhangi birine itirazı olan ya da bir kurum olarak tarikata tasavvufa karşı olan insan ya da gruplar Ehl-i Sünnet değildir. Bunlar zaman içerisinde sonradan ortaya çıkmış birtakım ideolojilerdir; kendilerine Ehl-i Sünnet, ehl-i Kur’ân, ehl-i tevhid demeleri hiçbir şeyi değiştirmez; bunlar ehl-i bid’attır. Tarih içerisinde ulema, ehl-i bid’at olan grup ve kişilere nasıl muamele etmişse biz de öyle muamele etmek zorundayız. Bunları farklı kılan herhangi bir unsur yok.
Bunların içinde çok samimi insanlar var, İslamî hizmet sahasında büyük boşlukları dolduranlar var. Veya “Ben Allah yolunda cihad ediyorum.” deyip gözünü kırpmadan ölüme gidenler var. Biz samimiyet testi yapmıyoruz, böyle bir şey yapacak durumda değiliz, elbette herkes kendisini nasıl tarif ediyorsa öyle kabul etmek lazım. Ama samimi olmak bir insanın müstakîm olmasını garanti etmez. Samimi bir hizmet ehl idir ama itikadı bozuktur. Tarih içinde bid’at fırkaların tabakât kitaplarına baktığınız zaman çok çarpıcı örnekler görüyoruz. Mesela Mutezile’nin kurucularından Ma’bed el-Cüheni veya Amr bin Ubeyd bu tür insanlar, samimi ama istikametleri bozuk… Dolayısıyla günümüzde de falan hizmet ehlidir, böyle gayretlidir, şöyle heyecanlıdır, böyle hassastır deniliyor. Tamam, bunlara bir itirazımız yok ama meselemiz zaten bu değil. Bir insanın hizmet ehli ya da samimi olup olmadığını konuşmuyoruz, itikadını konuşuyoruz. O zaman samimiyet ile itikadı birbirine karıştırmayalım. Çok hizmetler etmiş olabilir, gerçekten bu ümmete çok hayırlı işler yapmış olabilir. İtikadı bozuksa ona nasıl hitap edilmesi gerektiği, onunla nasıl muamele edilmesi gerektiği konusunda da tereddüt yaşamamamız lazım.
Gülistan: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun. Son olarak bize söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Ebubekir Sifil: Teşekkür ederim. Sa’yiniz meşkûr, ameliniz makbul olsun. Müstakim yürüyüşünüzde muvaffakiyetlerinizin devamını temenni ederim.