“Namaz kılmayan kâfir değildir, Ama kafirler de namaz kılmazlar”
“Namaz kılmayan kâfir değildir, ama kâfirler namaz kılmazlar” sözü bendenizin hep içini titretmiştir. İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhe ait olan bu söz, namazın farziyetini kabul eden ama namaz kılmayanları en veciz bir şekilde ikaz ve ihtar eden bir söz. Namazın farz oluşunu inkâr edenin, iman dairesinde kalması düşünülemediği için bu sözün kapsamına girmesi düşünülemez.
Böylesine deruni manalar ihata eden bir söz ancak kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kılan yani gece ibadetini hiç terk etmemiş bir zattan sadır olabilir. Modern zamanların kalbimizi, gönlümüzü, dimağımızı tahrip eden virüsleri, ne bu sözün muhteviyatını ne de tabakat/teracim kitaplarında geçen bu tür sahih rivayetleri anlamaya ve kabullenmeye müsait!
Çünkü modernite denen kaffesi besmelesiz fikri yapı, maalesef Hz. Osman-ı Zinnureyn radıyallahu anhu başta olmak üzere, İmam-ı Azam’ın da dâhil olduğu o devasa topluluğun, geceleri uyumadan ibadet ile meşgul olduğunu değerlendirmekten uzaktır. Hâlbuki İslam’ın cadde-i nuranisi olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat uleması, sulehası, evliyası, gecelerini ibadetle, hassaten namazla taçlandırmaya hususi önem atfetmişlerdir.
Hesap gününde imandan sonra sorulacak ilk meselenin namaz olması, Allah Resulünün namazı dinin direğine benzetmesi, müminin miracı sayması ulemanın ve sulehanın namaza daha farklı yaklaşmalarını sağlamış, “Namazda ziynetlerinizi takınınız” emri, ulemayı namaza hususi bir itina göstermelerini gündeme getirmiştir.
Namaza bakışımız nasıl?
Peki ya biz? Bizim namaza bakışımız nasıl? Biz namazı nasıl yaşıyoruz? Gelin kendimizi bir namaz testine tabi tutalım. Bakalım testi geçebilecek miyiz?
Asrımızın maneviyat sultanlarından Ahıskalı Ali Haydar Efendinin “Namaz helâda kabul olmaya başlar” sözünden başlayalım isterseniz. Kaçımız istinca ve istibraya dikkat ediyoruz? Yanımızda pamuk taşıyanımız var mı? Hadesten ve necasetten taharete ne kadar önem veriyoruz? Medresedeyken bize anlatılan bir kıssa vardı. İmam-ı Azam rahmetullahi aleyhi, bir gün Dicle kıyısında oturmuş çamaşırlarını yıkıyor. Çamaşırı suya daldırıyor, sıkıyor, çitiliyor, sonra kaldırıp ışıkta bakıyor, sonra tekrar tekrar aynı işleri yapıyor.
Yanına birisi yaklaşıp soruyor; “Ey İmam; siz, bir dirheme kadar olan kuru necasete fetva vermiştiniz. Şimdi niye bu kadar eziyet çekiyorsunuz?”
İmam’ın cevabı modernistlere tokat gibidir: “O fetva, bu takva!”
Ehl-i Sünneti, Allah Resulü’nün terk-i dünya etmesinden sonra bidat fırkaların tüm çabalarına rağmen ayakta tutan işte bu anlayıştır: “Ümmeti fetva ile rahatlatırken; âlim, veli, salih zatlar, takva ile amel etmektedir.
Ehl-i Sünnetteki feyz, bereket ve muhabbetin ana membaı da Allah Resulü’nün takva ile alakalı emirlerine sımsıkı bağlanılmasıdır. Ya cemaat hassasiyetimiz? Hepimiz, insanlığın saadet asrına hasretiz. Bu hasreti, her mekânda ve her fırsatta dile getiriyoruz.
Cami ve cemaatle namaz
Tamam ama Asr-ı Saadet devrinde hayatın merkezi camiyken, bugün cami ile bizim bağımız ne kadar? Hadi camiyi yaşantımızın merkezine taşımaktan da vazgeçip daha farklı bir soru soralım: Namazları cemaatle kılmaya ne kadar özen gösteriyoruz? Cemaatle kılınan namazın münferiden kılınan namazdan yirmi yedi (kimi rivayetlerde yirmi beş) kat daha faziletli olduğu beyan edilmesine rağmen, cemaate müdavemet ediyor muyuz?
Çıtayı biraz daha indirelim; Allah Resulü’nün münafıkların sabah ve yatsı namazlarını camide cemaatle kılmaya güç yetiremeyeceklerine dair haberlere rağmen; bu namazlarda cemaate müdavemet ediyor muyuz? Evde eşimizle bile cemaat yapabilecekken tek başımıza mı kılıyoruz? Cep telefonunuzu evde unutuyor musunuz? Eminim ki çok nadir cep telefonları bir yerlerde unutuluyordur, ya takkeniz? Allah Resulünün başı açık namaz kıldığına dair, kitaplarımızda hiç rivayet yoktur!
Ya takke ile kılmıştır ama çoğunlukla sarık ile kılmıştır. Hatta ulemanın çoğu, “Namazda ziynetlerinizi takının” emrini sarık olarak tefsir etmişlerdir. Hanefi mezhebinde baş açık namaz kılmak, mekruhken bugün artık camilerde -bırakın sarık ile namaz kılanı- takke ile namaz kılanlar azınlıkta kalmışlardır.
Tamam, camide sarık sarmak bugün pek çoğumuzun nefsine ağır gelebilir ama evde kimse yokken Müslümanların şiarı haline gelmiş sarığı kullanmak çok mu zor? Cep telefonu sürekli yanımızdayken beş on gram bile gelmeyecek takkeyi taşımaktan neden bu kadar uzağız?
Namaz saatlerinden haberiniz var mı?
Namaz vakitlerinden ne kadar haberdarız; tam tamına mı biliyoruz yoksa yaklaşık olarak mı biliyoruz?
Üstad Said Nursi merhumdan nakledilen bir mesele, bizim namaz ile münasebetimizin nasıl olması gerektiğini çok güzel özetliyor. Namaz vakitlerini, bir kâğıda yazdırıp taşırmış. Üstad merhum, yolculuk esnasında sürekli saatine bakar. Nerede namaz vakti girerse, orada aracını durdurup seccadesini yere serer ve namaza durur. Üstelik Emirdağ’a on kilometre kalsa bile, yağmur, çamur veya kar demeden namaz vakti girer girmez aracı durdurup, namaza başladığını talebesi Bayram Yüksel merhum anlatıyor.
Şimdi kendimize soralım: Namaz vakti girer girmez biz ne yapıyoruz? Namazları müstehab vakitlerinde mi kılıyoruz yoksa geçmesine ramak kala, alelacele yetiştirmeye mi gayret ediyoruz? Atalarımız ne güzel söylemişler: “Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz.”
“Ezan ile münasebetimiz nasıl?” diye sormaya korkuyorum da namaz vakitlerine riayetimiz nasıl? Sabah ezanını duymamak için yorganı, başımıza mı çekiyoruz yoksa günün en bereketli ve en feyizli zamanında ezanı zikrullah ile mi bekliyoruz?
Namazdaki haliniz nasıl?
Namazdaki ahvalimiz nasıl? Küçükken bizlere namazda huşuyu anlatmak için hocamız, Hz. Ali kerremallahu vecheden anlatılan bir kıssa ile örnek verirlerdi. Bir savaş esnasında İmam-ı Ali (kv)’nin ayağına ok saplanır. Okun çıkarılması gerekmektedir. Hazreti Ali, “Ben namazdayken çıkarın” der ve namaza başlar. Yanındakiler oku çıkarırlar ve namazın hitamında Hazreti Haydar radıyallahu anh döner ve sorar “Oku çıkardınız mı?”
Şimdi modernistlere bu kıssayı anlatsanız, hani bunun kaynağı diye bir ton soru sorarlar!
Ama ecdadımız bu tür kısa anekdotlar ile insanların zihinlerine prensipleri kalıcı bir şekilde yerleştirme yolunu tercih etmişlerdir. Modernist akıl ise; evhamların pençesinde bulanık bir zihni, tercih ediyor ve bu tür kıssaları inkâr yoluna gidiyor. Hâlbuki prensiplerin belleklerde daha kalıcı ve tesirli olması için anlatılan bu kıssaları inkâr etmek bazen aslı prensiplerinde gözden kaçırılmasına yol açıyor.
Namazdaki ahvalimizden bahsediyorduk; namazda dimdik duruyor muyuz yoksa yaprağın rüzgârda sallanması gibi biz de bir sağa, bir sola mı sallanıyoruz? Sabah namazının sünnetinde elli-yüz ayet okuma sünnetine riayet ediyor muyuz?
Harflerin mahreçlerine ve tecvid kaidelerine dikkat ederek mi kıyamı ikame ediyoruz yada bir an önce bitsin diye hızlı hızlı mı okuyoruz? Ya rükûlarımız? Belimiz ile başımız bir hizaya gelmeden rükû tespihlerine başlıyor muyuz yoksa eklemlerin yerine oturmasını mı bekliyoruz? Tesbihatı hayret makamında doya doya beşer yedişer defamı zikrediyoruz yoksa “Sub… Sub…” şeklinde hızlı hızlı mı okuyoruz? Secdelerimiz horozun yem için eğilip kalkması gibi mi, yoksa kulun rabbine en yakın olduğu anın şuuru ve bilinci dâhilinde Ehadiyyette seyran makamında mı?
Ya ka’delerimiz? Oturuşta okuduğumuz tahiyyatın Mevla Teâlâ ile Resulullah’ın Miraç’ta “kabe kavseyn ev edna”da aralarındaki harfsiz, sessiz, zamansız bir mülakeme olduğunun farkında mıyız? Hele hele tahiyyatın sonundaki şehadeteynin (iki şehadetin) tüm gök ehlince Miraç gecesi söylendiğinin şuurunda mıyız? Meleklerin hissiyatına dahil olmak için bir gayretimiz mevcut mudur? Namazdan sonraki tesbihlerin hakkını vererek eda ediyor muyuz mesela?
Namazlardan sonra dua
Farz namazlardan sonra edilen duaların reddolunmadığını bildiğimiz halde ne kadar dua ediyoruz? Namazda kalp dünyamıza hiç girmeyelim isterseniz. Kimimiz kalbi işyerinde kimimizinki başka başka yerde. Ya nafileler? Ya kazalar? İşrak, kuşluk, evvabin, teheccüde ne kadar bağlıyız? Her gün kılmak için özel çabamı sarf ediyoruz yoksa boş vakitlerimizde ve katılaşmış kalbimizin müsaade ettiği zaman dilimlerinde mi kılıyoruz?
Hasılı kelam; yukarıdaki sorulara verdiğiniz cevaplar sizin namazı ne kadar ikame ettiğinizin de göstergesi olacaktır. Namazı ikame etmeden hiçbirimizin bir mesafe kat etmesi düşünülemez. Çay kaşıklarının şangırtıları eşliğinde, sigara dumanı kaplı sohbetlerde İslam Dünyasını kurtaran kardeşlerimiz namazlarını ikame etmedikçe Ümmet’e faydalı olmaları beklenemez. Yukarıda yazdıklarımız, zihinleri modernizmin realist ve menfaatperest yaklaşımları eşiğinde bulanmış arkadaşlara gereksiz gelebilir.
Ancak Hazreti Fatih’ten bir anekdot ile meseleye son noktayı koyalım.
Hazreti Fatih; İstanbul’u fethettikten sonra Fatih Camii’ni inşa ettirir. Camiye atanacak imamda bir şart arar: “İkindi namazının sünnetini terk etmemiş” olacaktır. Malum ikindi namazının gayr-i müekked sünnettir. İşte, ecdadın namaza bakışındaki en önemli amil. Gayr-i müekked de olsa sünnetlerin terk edilmesine rıza göstermemektedir.