Niçin Ve Nasıl Şükretmeliyiz, Biliyor Muyuz?

  • 07 Mart 2017
  • 2.250 kez görüntülendi.
Niçin Ve Nasıl Şükretmeliyiz, Biliyor Muyuz?
REKLAM ALANI

Sebepler alemini aşmak
dua ile mümkündür!

Hedeflerin gerçekleşmesinde şüphesiz sebeplere sarılmak son derece önemlidir. Ne var ki Fail-i Mutlak olan Rabbimiz, duaya eşsiz bir güç vermiştir. Kulun acziyetini idrak ederek, Rabbine hulus-i kalple yönelmesi kadar insanı başarıya götüren başka bir husus yoktur. Öyle ki bu tür dualar, sebepleri bile aşıp onları tesirsiz hale getirebilirler. Bu sebeple İmam Rabbanî rahmetullahi aleyh Hazretleri, dönemin sultanına yazdığı bir mektupta her tür maddi ve manevi zaferin duaların bereketine bağlı olduğunu açıklar.

 

REKLAM ALANI

Sufilerin ‘Leşker-i Dua’ diye isimlendirdikleri alim, sufi, zayıf ve bikeslerden oluşan dua ordusu ilahi rahmeti harekete geçirdiği için gerçek zaferlerin sahibi sayılırlar.

 

İmam-ı Rabbani Hazretleri bu konuyu şöyle ifade eder: “Herkes bir iş için yaratılmıştır ve insan ancak yaratılışına uygun olan işte başarılı olur. Zira Allahu Teâlâ’nın boş yere bir şey yapması mümkün değildir. Mücâhid askerlere düşen vazife, “Şeriat kılıçların altındadır” sözüne uygun olarak, otoritesi ile dinin yaşanmasına vesile olan devleti ayakta tutan esasları güçlendirmektir. Bu yüce iş aynı zamanda, bela ehli zayıflar ve dervişlerden oluşan dua ordusuna da bağlıdır. Çünkü fetih ve zafer iki kısımdır: Birincisi, sebeplere bağlı olan kısımdır ki bu, fethin ve zaferin savaşan orduyla ilgili olan suretidir. İkincisi, sebepleri yaratan Allahu Teâlâ’nın katından gelen, fethin ve zaferin hakikatidir. Nitekim Allah Teâlâ’nın, “Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.”(Âl-i Îmran; 126) şeklindeki ayet bu manaya işaret etmektedir ki bu da dua ordusuyla ilgilidir. Dua ordusu cehdi  ve inkisarıyla, savaşan orduyu geçerek sebepten müsebbibe (Allah Teâlâ’ya) yükselmiştir.” (c. III, 47. Mektup)

 

Padişahların dua orduları vardı

İmam-ı Rabbani rahmetullahi aleyh hazretlerine göre dua ordusunun askeri ordunun önünde olmasının sebebi, sebeplerden sıyrılıp onların sahibine sarılmadır. Bu sebeple İslam tarihi boyunca emirler ve padişahlar cihada çıkmadan önce salihlerin, gariplerin ve fakirlerin dualarını almaya çok önem vermişlerdir.

 

Bu konuda Kudüs’ün haçlılardan kurtarılması için ömrünü harcayan meşhur mücahid Nûreddîn Zengî ile bir komutanı arasında geçen şu konuşma ilginçtir: Savaş bütçesinin azlığından şikâyet eden bir adamı Nûreddîn Zengî’ye: “Ülkende fakihlere, fakirlere, salihlere, kurrâlara ve diğer bazı zevâta ihsan ettiğin maaş ve sadakalar var. Böyle sıkıntılı zamanlarda, bu paraları onlara vermeyip de orduya harcasan çok daha iyi olur” der.

 

Nûreddîn-i Zengi rahmetullah, bu sözlere öfkelenerek şöyle cevap verir: “Elde edeceğim zaferlerin ancak onlar (âlimler, sûfîler ve fakirler) sayesinde bana ulaşacağına inanıyorum. Ben yatağımda uyurken hiç şaşmayan (dua) oklarıyla benim uğrumda savaşan insanların maaşlarını kesip de ancak beni görünce savaşan, attığı oklar bazen tutan, bazen de şaşan adamlara nasıl veririm?”(İbnü’l-Esîr, İslâm Tarihi, c.XI, s.241-242.)

 

Allah Teâlâ, duaya öyle bir güç vermiştir ki makbul bir dua kazayı bile geri çevirme gücüne sahiptir. Zira insan dua ile kaza ve kaderin sahibi ile direkt bir iletişime geçmektedir.

 

İmam Rabbanî bu konuda şöyle söyler: “Üstelik dua, kazayı bile geri çevirebilir. Nitekim doğru haberci Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, “Kazayı duadan başka hiçbir şey geri çeviremez.” (Tirmizi) buyurmuştur. Kılıç ve cihadda ise kazayı geri çevirme gücü yoktur. Dolayısıyla zafiyet ve inkisar hallerine rağmen dua ordusu, savaşan ordudan daha güçlüdür. Ayrıca dua ordusu savaşan ordunun ruhu gibidir… Savaşan ordu onun bedeni mesabesindedir. O halde savaşan ordunun ardında mutlaka bir dua ordusunun da bulunması gerekir. Zira ruhsuz bir beden, ilahi teyide ve zafere ulaşmaya ehil değildir.

 

İmam bu konuda peygamberimizin gazaya çıkarken muhacirlerin fukarası ile Allah’tan yardım istemesini kendisine delil gösterir: “Demişlerdir ki: Bundan dolayı Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem savaşan bir ordunun varlığına ve savaşçıların üstün gücüne rağmen, muhacirlerin fukarası hürmetine fetih talep ederdi. Fukara zillet ve meskenet ehli olup kendilerine itibar edilmediği halde dua ordusu olmuştur. Nitekim derler ki: “Fakirlik hem dünyada, hem ahirette yüzkarasıdır.” Bu zayıf durumlarına rağmen bazı durumlarda onlara ihtiyaç duyulur ve itibarlı bir konumda yer alırlar… Düşmanla cihad gibi kendilerine ihtiyaç duyulan bu durumlarda onlar önem açısından başkalarını geride bırakırlar.

 

Zafer için duaları alınmalı!
Aynı şekilde İmam’a göre duası makbul olan diğer bir kesim ise ilmiyle amil alimlerdir. Onların mürekkebi şehidlerin mürekkeplerinden de kıymetlidir: Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanıyla tartılacak; âlimlerin mürekkebi ağır basacaktır.”(Suyûti, el Câmiu’s Sağir, nr 10026; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l- İlm, nr. 139)

 

Subhânallâh! O mürekkep ve (madden) zayıflık onları yüceltmiş ve izzetli kılmıştır. Onları eteklerden alarak zirvelere çıkarmıştır.

 

İmam da bu vasfıyla zamanın idarecilerine dua etmekten geri kalmaz ve şöyle der: Bu fakir her ne kadar, dua askerlerinden sayılmaya layık değilse de yalnızca fakirlik adıyla ve duanın kabul olması ihtimali sebebiyle, muhteşem devlete dua etmekten geri kalmamaktadır… Öyle ki, hali ve diliyle dua etmekten ve fatiha okumaktan dolayı dili hep ıslaktır.

 

Bu sebeple nusret-i ilâhiyyeye mazhar olmak isteyen her toplum maneviyat ehli din büyüklerinin, ulemanın, sulehanın ve fakir fukaranın duasını almaktan geri durmamalıdır. Özellikle toplumun idaresini ele alanlar bu duruma dikkat etmeli, zaferi sadece maddî güçte değil onların dualarında aramalıdır.

 

Niçin ve nasıl
şükretmeliyiz?

Allahu Zülcelal’in emirlerini yapıp yasaklarından sakınmak; Allahu Zülcelal’in verdiği nimetleri yerinde sarf etmek, günahlardan kaçınmak anlamına gelen şükür alimlerce, “Her nimetin Allah’tan geldiğini bilip dil ile de hamd etmek demektir” diye tanımlanmıştır. Bu bağlamda şükür de duanın kısımlarındandır. Peki ama niçin ve nasıl şükretmeliyiz?

 

İnsan olarak bu dünyada bize en küçük bir iyilikte bulunana bile teşekkür eder, onu kendimizden memnun etmeye çalışırız. Medeni ve kibar bir insan olabilmenin asgari şartı budur. Öyle ki atalarımız bir fincan kahveye kırk yıllık hatır, gönül kıymeti biçmişlerdir. Hâlbuki o kahveyi de onu ikram edeni de yaratan yüce Rabbimizden başkası değildir. Bu durumda acaba o Yüce Yaratıcıya karşı nasıl şükretmemiz gerekir? İmam Rabbani Hazretleri Mektubât’ında bizleri bu manada bir tefekküre çağırarak şöyle buyurur: “Şunun bilinmesi gerekir ki Allah Subhânehû kesintisiz olarak bizlere nimetlerini bağışlamaktadır. Varlığımız onun mevhibesi, varlığımızın devamı da onun ihsanıdır. Şüphesiz onun gücü çok büyüktür. Hayat sahibi olmak, bilmek, işitmek, güç yetirmek ve konuşmak gibi kemal sıfatlarımızın hepsi bize onun rahmetiyle bağışladığı şeylerdir. Üzerimizde saymaya güç yetiremeyeceğimiz ne kadar nimet varsa hepsi O’nun ihsanıdır. Üzerimizden bela ve sıkıntıları kaldıran O’dur. Duamızı kabul eden, sıkıntılarımızı gideren O’dur. Rezzâk yani; rızkı çok çok ve kesintisiz olarak bağışlayan O’dur, bu yüzden işlediği günahlar dolayısıyla kullarından rızkını kesmez, O, Settâr yani kusurları örtendir; affetmesinin çokluğundan dolayı işledikleri günahları ifşa ederek kullarının onurunu çiğnemez. O, halîmdir; suçluları cezalandırmada acele etmez. O çok cömerttir; kereminin çokluğundan dost-düşmandan (dünyalıkları) herkese verir.” (III, 17. mektup)

 

Bütün bu nimetler arasında ise Allah Teâla’nın biz kullarına en büyük nimeti bizi İslam ile şereflendirmesi, Peygamberine ümmet yapmasıdır. Eğer tefekkür eder isek İslam nimeti yanında tüm maddi ihsanlar küçük kalır: Onun nimetleri arasında en önemlisi, en büyüğü ise; bizleri İslam’a çağırması, insanlığın Efendisi olan Peygamberimize tabi olmamızı istemesi ve böylece bizlere selam yurdu olan cennetin yolunu göstermesidir. Salat ve selam Peygamberimizin üzerine olsun. Zira ebedi hayat ve sonsuz nimetlere layık olabilmek, ancak bu davete tabi olmaya bağlıdır. Allah’ın bizden razı olması buna bağlıdır. Ne var ki bugün insanların hatta Müslümanların bile çoğu bu nimetlerin farkında değildir. Ayette belirtildiği üzere çok cahil olan insan, Rabbinin bu nimetleri karşısında zulüm işlemekte, güneşten bile daha açık olan bu ihsanları görmezden gelmekte, onları kendi gibi aciz başka kullara atfetmektedir!

 

Netice olarak iyi düşünürsek Allah’ın kullarına olan ikramı ve ihsanı güneşten daha aşikâr, ayın nurundan daha açıktır. Allah’tan başkasının bize yapacağı iyilikler de aslında Allahu Zülcelâl’in güç vermesi ve mümkün kılması iledir. Bizim kullardan bir şey istememiz emanetçiden yanına bırakılan emaneti istemek veya dilenciden bir şey dilenmek kabilindendir. Bu yediden yetmişe alim olsun, cahil olsun, zeki olsun, ahmak olsun herkesin kabul ettiği apaçık bir gerçektir. İmam-ı Rabbani rahmetullahi aleyhe göre sağlam bir akıl hiç tereddüt etmeden nimet verene teşekkürün ve hürmetin gerekli olduğunu kabul eder. Bununla birlikte, Allahu Teâlâ’nın noksanlıklardan uzak olması ve biz kulların da noksanlıklarla kuşatılmış aciz varlıklar olmamız O’nunla doğrudan münasebet kurmamıza engeldir. Bu da O’nu nasıl tazim edeceğimizi bilememeye sebep olmuştur. Nitekim insanlar çoğu defa Allah’ı yüceltmek için bazı işler yapmaktalar; ama bunlar Allah katında yakışıksız şeyler olabilmektedir.

 

Bu durumda İmam Rabbânî rahmetullahi aleyh Hazretleri, Allah’a nasıl hürmet edeceğimizi yine Allah’tan öğrenmemiz gerektiğini şu sözleri ile ifade eder: “İşte bu hususlarda yegâne hakikat olan şeriatımız Allah’tan alınan hürmet ve ibadet şekillerinin ta kendisidir. Onu bize getiren peygambere salat-u selam olsun. İster kalple yapılan tazim, ister dille yapılan övgü, isterse de diğer uzuvlarımızla icra edilen ibadetler olsun; bunların hepsinin kuralları dinimiz tarafından belirlenmiş ve şeriatın sahibi yani dinimizi tebliğ eden Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem tarafından bizlere detaylı olarak açıklanmıştır. Bu durumda özellikle maneviyat yoluna girerek Yüce Rabbimize layıkıyla kul olmaya çalışanlar, tüm ibadetlerinde Kur’an ve sünnete uymalı, kendi başlarına yeni ibadet şekilleri uydurmamalıdır.”

 

Farzları yapmadan
nafilelerle aldananlar

İmam bu durumu ifade için özellikle kalbî ibadetler ibaresini kullanmıştır. Zira bilindiği üzere sufilerin ileri seviyedeki ibadetleri daha çok tefekkür, zikir gibi kalbi olanlardır. Hem zahiri ve fiziki ibadetlerde hem de batıni ve kalbi olanlarla da durum aynıdır, hepsinde yegâne rehberimiz yüce Muhammedî şeriattır: “Gerek kalple gerekse bedenle, gerek inançla gerekse amelle ilgili olan her türlü şükür ifadesi dini hükümlerle sınırlıdır. Şeriatın tarif ettiğinin dışında ifa edilen hiçbir ibadet ve ihtiram makbul değildir. Bilakis böyle bir ibadet ters sonuçlar doğurur. Kulun bu manada iyilik kabul ettiği bir şey gerçekte kötülüğün ta kendisi (olabilmekte)dir. Allah’a şükretmek aklen her kula gereklidir, ne var ki şeriatın belirlediğinin dışında Allah’a şükretmek de mümkün değildir.

 

Bu durumda bugün bazı sufi gruplarca terviç edilen ve şeriata uymayan şükür şekilleri makbul değildir. Hatta Bahauddin Nakşibend Hazretleri sırf tartışmaya mahal bırakmamak için cehri zikri hafi zikre tebdil etmiştir. Nitekim bizden önceki dinlerin saliklerinden özellikle Hristiyan rahip ve rahibeler Allah’ın koyduğu kolaylık yolunu bırakıp zor yollara sapmışlar ve bu sebeple Kuran’da, “Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadid; 27) şeklinde eleştirilmişlerdir. Bugün de yapılması gereken tasavvuf adına farklı yollara sapılmamasıdır. Tasavvufun amacı Rabbimizin emrettiği farzların içini doldurmaktır, yoksa yeni ibadet türleri icat etmek değildir. Bu manada zikir ve tefekkür gibi sufilerin ehemmiyet verdikleri ameller ancak farzları samimi olarak yerine getirenlere fayda verir.”

 

İmam bu konuda aldanan, farzları yapmadan nafilelerle uğraşanları şöyle uyarır: “Keşke nafilelerin farzlara oranla sevabı Okyanusa göre bir damla kadar olsaydı (bu kadar bile değeri yoktur). Melun şeytanın hilelerinden biri de, insanları farz ibadetlerden alıkoyup, bunun yerine onları nafile ibadetlere teşvik etmesidir.”

 

Rabbimiz bizleri İslam şeriatının nurlu yolundan ayırmasın, zahir ile batını beraberce götürmemizi bizlere nasip etsin.

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ