Peygamberimiz Dünya Ve Ahiretin Efendisidir!

  • 05 Nisan 2017
  • 874 kez görüntülendi.
Peygamberimiz Dünya Ve  Ahiretin Efendisidir!
REKLAM ALANI

Tarih boyunca sufiler en büyük peygamber âşıklarını yetiştirmiş, Hz. Peygambere benzemek için ellerinden geleni yapmışlardır. İmam Rabbanî Hazretleri de bir Peygamber aşığıdır. Onun tasavvuf anlayışında Peygamber Efendimizin getirdiği sünnete uymak merkezi bir ehemmiyete sahiptir. Mektubât’ının 79. mektubu Hz. Peygamberin diğer peygamberler arasındaki yerini göstermesi açısından güzel bir örnektir.

 

İmam Rabbanî’ye göre Hz. Peygamber diğer peygamberler gibi bazı hususlarda öne çıkmamış, aksine bütün güzel hasletleri en üst derecede kendinde toplamıştır: Yüce dinimiz İslam önceki ilahi dinlerin özü ve zübdesi olduğu gibi Peygamberimiz de önceki peygamberlerin tüm güzelliklerini kendinde toplamış olan bir zübdedir: “Şurası sabittir ki Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, isimlere ve sıfatlara ait tüm kemâlâtı şahsında toplamıştır. Bütün bu üstünlükler, kula yakışacak şekilde Onda görünmekledir. Ona indirilmiş olan kitap, yani Kuran-ı Kerim, bütün Peygamberlere (a.s.) indirilmiş olan kitapların hepsinin hulâsasıdır. Hepsinde bildirilmiş olanlar, bunda da vardır. Bu büyük Peygambere verilmiş olan din, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dinin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş, alınmıştır.” (79. Mektup)

REKLAM ALANI

 

İmam Rabbanî Hazretlerine göre İslam’ı tasdik eden bir Müslüman bütün şeriatları tasdik etmiş olmaktadır. ‘İslam’ın gereği ile amel etmek’ demek, bütün diğer (peygamberlere verilen) dinlerin (indirilen şeriatlerin) gereklerini yerine getirmek demektir. Bu manada Hz. Peygamber evrensel bir peygamberdir: “İnsanların en üstünü, iyilerin seçilmişi olan Muhammed aleyhisselâma inanmayan, o büyük Peygambere dil uzatan bir kimse, Allah Teâlâ’nın isimlerinin ve sıfatlarının kemâllerine, üstünlüklerine inanmamış olur. Resûlullah aleyhissalâtü vesselâma inanmak, Onun üstünlüğünü anlamak da bütün kemâlleri anlamak ve inanmak olur.” (79. Mektup)

 

Buradan anlaşılan şu ki, İmam Rabbanî’ye göre peygambere inanmak Allah’a inanmak demektir. Öyle ki Hz. Peygambere inanmadıkları için Araplar bizzat Allahu Zülcelal tarafından şöyle yerilmişir: “Küfür ve nifak cihetinden, bedeviler daha şiddetlidir.” (Tevbe; 97)

 

Bu ayeti vermekle İmam Rabbanî hazretleri Hak Teâlâ’nın peygamberimize verdiği değeri de bizlere Kuran açısından isbat etmektedir. Zira cahiliye Araplarının pek çoğu Allah Teâlâ’ya inanmakta idiler, fakat onlar Hz. Peygambere gelen vahyin ona değil de daha varlıklı ve önde gelen birine gelmesini temenni etmekte idiler.

 

Bu yüksek hasletlerine rağmen Hz. Peygamberin büyüklüğünü anlamayanlara İmam Rabbani hazretleri aynen Mevlana’nın şiirlerinde ifade ettiği gibi şöyle der:

Arablardan olan Muhammed (aleyhisselâm),
Dünya ve âhiretin efendisidir!
Toprak altında kalsın, ezilsin, batsın,
Onun kapısında toz, toprak olmak istemeyen!
(79. Mektup)

 

Sünnete uymadıktan
sonra zerre kıymeti olmaz!

Peygamber efendimize uyularak yapılan az bir ibadet, ona uyulmadan yapılan çok ibadetten faziletlidir: “Allah Teâlâ’nın Peygamberlerine inandık. Sonsuz saadete ve hakikî kurtuluşa kavuşmak için, Peygamberlere uymak lâzımdır. Bir kimse, bin sene ibadet etse ve şiddetli riyazetler çekse, sıkı mücâhedeler yapsa, eğer yaşayışı yüce Peygamber sallallahu aleyhi veselleme uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen (serâb) gibi, hiçbir şeye yaramaz. Gün ortasında bir parça uyumak (sünnet olan kaylule uykusu), o büyüklerin emrine uyularak yapılınca, onlara uymadan yapılan, bin sene ibadetten, mücâhededen kat kat daha kıymetli olur.” (191. Mektup)

 

İmam Rabbani’ye göre bir mümin Peygamberine uymakla çok yüce makamlara kolayca erişir ve Peygamberinin rengine boyanır: “Bilesin ki hakkıyla peygambere tabi olanlar, tam uyum ve aşırı derecede muhabbet sebebiyle, aslında sırf Allah Teâlâ’nın yardımı ve bağışlaması ile peşinden gittikleri peygamberin bütün kemalatını kendilerine çekerler, tamamen onların rengine boyanırlar. Öyle ki tabi olan ile olunan arasında bir fark kalmaz. Aradaki tek fark birinin asıl diğerinin tabi olması, birinin önce diğerinin ise sonra gelmiş olmasıdır… Bu ümmet, diğer ümmetler arasında tabilikleri sebebiyle bu tecelliye eren ve büyük bahtiyarlık ile şeref bulan tek ümmettir. Bu nedenle en hayırlı ümmet olmuştur. Bunun için bu ümmetin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” (248. Mektup)

 

Nübüvvet mi yoksa
velayet mi üstündür?

İmam Rabbani Hazretlerinin tasavvuf sahası için en önemli özelliği onun akide hassasiyet göstermesi ve tasavvufu her tür aşırı fikirlerden korumasıdır. İmam’a göre bazı sufilerin iddia ettiği gibi velayetin nübüvvetten üstün olması kabul edilebilir bir akide değildir.

 

“Peygamberlere tabi olanların onların rengine bürünmesi onu hiçbir şekilde peygamber seviyesine çıkarmaz. İsterse en üstün peygambere tabi olsun, en aşağı mertebedeki bir peygamberin mertebesine bile ulaşamaz. Bu nedenledir ki peygamberlerden sonra en üstün kişi olan Hazreti Ebû Bekir Sıddîk radıyallahu anhın başı en alt derecedeki peygamberin ayağının altındadır. Bunun sebebi peygamberlerin mebde-i teayyünlerinin asıl, ümmetlerin teayyünlerinin ise gölge makamında olmasındandır. Binaenaleyh gölge ile asıl arasında bir eşitlik nasıl düşünülebilir?

 

Allahu Teâlâ peygamberleri için şu müjdeyi verir: “And olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar mutlaka zafere ulaşacaktır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” (Saffat; 171-173)

 

Bu nokta saliklerin ayağının kaydığı bir yerdir. Böylece İmam Rabbanî hazretleri peygamberliğin genel olarak üstünlüğünü ortaya koymakta ve özel olarak ta Peygamber efendimizin yüce şanını gözler önüne sermektedir. Ayrıca bazı sufilerin zaman zaman sekr halinde peygamberler ile ilgili söyledikleri sözlerin bir inanç halini almasına karşı da bizleri uyarmakta ve böylece gerçek tasavvuf yolunu her tür fitne ve aşırılıklardan korumaktadır.

 

Peygambersiz olmaz!

İnsanlar hakikate ulaşmak için genelde iki yol izlerler. Ya saf akılla iş gören filozoflara bel bağlarlar, ya da Allah’ın gönderdiği peygamberlere tabi olurlar. Her ne kadar Allah’ın insana ihsan ettiği akıl hakikate ulaşma konusunda son derece önemli bir araç ise de vahyi dışlayarak sırf ona tabi olmak İmam Rabbanî’ye göre delalettir.

 

Özellikle aklın putlaştırıldığı ve dinin naslarının bile ona uydurulmak istendiği günümüzde İmamı Rabbani’nin mektubu ayrı bir önem kazanmaktadır. İmam öncelikle peygamberlerin insanlık için önemini hatırlatarak başlar mektubuna: Peygamberler alemlere rahmettirler. Allah Subhânehû, bu yüce insanlar vasıtası ile bizim gibi kıt akıllı-eksik anlayışlılara kendi zatını ve sıfatlarını bildirmiş, anlayışımız nispetinde zatına ve sıfatlarına mahsus yüceliklerden bizleri haberdar etmiştir.

 

Yine bu yüce kimseler aracılıyla nelerden razı olduğunu ve nelerden hoşnut olmadığını bizlere haber vermiş; dünyevi ve uhrevî menfaatlerimizi elde etme, zararlardan da kaçınma imkânı sunmuştur. Eğer bu yüce şahsiyetler olmasaydı beşer aklı, Allah’ın varlığını idrak etmekten aciz kalır, onun kemalatını da kavrayamazdı. Sırf bu sebepten dolayı kendilerini çok akıllı zanneden yunan felsefecileri Allah’ın varlığını inkar etmiş ve evrendeki değişimi zamana bağlamışlardır. (III, 23. Mektup)

 

İmam Rabbani sırf akıldan yola çıkarak bazı hakikatlere ulaştığını zanneden filozofların da zannedildiği gibi bunu akılla değil aslında peygamberlerin ışığından istifade ile başardığını düşünür. Ne var ki bu tür filozoflar peygamberlerden iktibas ettikleri hakikatleri saf halinde korumak yerine onları kendi heva ve hevesleri ile sulandırmışlardır: Sonuç olarak akıl Peygamberlerin aracılığı olmadan Allah’ın zatını ve sıfatlarını anlamakta yetersizdir.

 

Peygamberlerin Allah’a çağrısı her tarafa yayılıp, davetleri itibar görünce her dönemin sefihleri kendi çirkinliklerini görüp istemeden de olsa Allah’ın varlığını kabul etmek zorunda kaldılar ve eşyanın yaratılışını Allah’a dayandırdılar. Bu, ebediyete kadar yanacak olan peygamberlerin meşalesinden alınmış bir nurdur.

 

Aklı yegane kaynak
görme sapkınlığı

Aynı şekilde; Allah’ın yüce sıfatları, peygamberlerin gönderilişi, meleklerin masum oluşu, haşir-neşir, cennet-cehennem, ebedi nimet veya ebedi azap gibi sadece duymaya dayalı diğer dini esaslar (sem‘iyyat) da peygamberlerin tebliğiyle bize ulaşan hakikatlerdir. Akıl tek başına bunları kavramaktan ve varlığını idrak etmekten acizdir…

 

Aklı yegane bilgi kaynağı görerek onun ötesinde bilgi aracı kabul etmeyen kimse aslında peygamberlik müessesesini inkar etmiş ve apaçık hakikatlere savaş açmış olur. İmam pratik olarak filozofların büyük çoğunluğunun özellikle de Yunan filozoflarının hidayeti bulamamasını gündeme getirerek şöyle der: Eğer akıl tek başına yeterli olsaydı aklı yegane rehber kabul eden Yunan filozofları sapkınlık çukurlarına düşmez ve herkesten önce Allah’ı tanırlardı. Oysa Allah’ın zatını ve sıfatlarını bilme konusunda insanların en cahili onlardır. Zira onlar Allah’ın boş ve atıl bir vaziyette beklediğini, kendisinden sadece bir şeyin çıktığını ve bunun da Allah’ın iradesiyle değil, zorunlu olarak gerçekleştiğini savunmaktadırlar.

 

Felsefeciler akl-ı faal diye bir şey hayal etmiş ve her şeyin ona dayandığını iddia etmişlerdir. Böylece kainattaki olayları, göklerin ve yerlerin yaratıcısı olan Allah’a isnat etmemiş ve eserin gerçek sanatkara değil de hayali bir şeye ait olduğuna hükmetmişlerdir.

 

Onlara göre malul (sonuç) yakın illetin (sebebin) eseridir. Uzak sebebin bunda herhangi bir tesiri yoktur. Cehaletleri sebebiyle eşyanın Allah’a ait olmamasının, Allah için bir kemal olacağını düşünmüşler ve Allah’ın boş kalmasının aslında bir yücelik olduğunu zannetmişlerdir. Halbuki Cenab-ı Allah kendisini Kurân-ı Kerim’de, yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve doğunun ve batının Rabbi olarak övmektedir. Bunların, kendi felsefelerine göre, Allah’a ihtiyaçları bulunmamakta ve asla Allah’a sığınmaları gerekmemektedir. Şu halde zorda kaldıklarında da akl-ı faala yönelmeleri ve ne isteyeceklerse ondan istemeleri gerekir. Ama onların inancına göre akl-ı faalin hareketi de mecburi olduğu için ondan da isteyememeleri gerekir.

 

Peygambere uymayan
keşife de itibar edilmez

İmam hakikate ulaşma konusunda ikinci olarak sadece keşif ve ilhama güvenenleri de eleştirir, her ne kadar kendisi bir sufi olsa da sufilerin de bu konudaki hatalarını ortaya çıkarmaktan geri durmaz. Peygamberlerin önderliği dışında, akıl hakikati bulmamızı sağlayamadığı gibi riyazet ve mücahede de nihai anlamda tek başına Allah’a vuslatı mümkün kılamaz.

 

İmam bu durumu şöyle ifade eder: Sözünü ettiğim bu felsefecilerden bir grup da riyazet ve mücahede yolunu seçmiş, kendilerine peygamberleri değil de her asırda bulunan büyük sufileri öncü kabul etmişlerdir. Bunlar hallerinin safiyetine, gördükleri rüya ve hayallere aldanarak hayali keşiflerini diğer halleri için de ölçü kabul etmiş ve böylece hem kendileri sapıtmış hem de başkalarını saptırmışlardır. Bu kimseler yaşadıkları huzur ve safa halinin aslında insanı sapkınlığa götüren nefsin safası olduğunu; bunun hidayetin ölçüsü olan kalbin safasıyla bir alakasının bulunmadığını fark edememişlerdir.

 

Netice olarak; ister kalp ister ise akıl olsun insanı Rabbe vasıl kılan her vasıta peygamberlerin rehberliğine ve onların kontrolüne muhtaçtır. Onları dışlayanlar ister tasavvufun isterse de felsefenin metotlarını kullansın hakikate ulaşamazlar. Özellikle de peygamberlerin irşadı kendilerine erişenler ve kasten hak dinden uzak duranlar sapıklıktan kurtulamazlar. Rabbimizden niyazımız, bizleri Peygamberimizin sünneti çerçevesinde akıl ve kalbimizle beraber hidayete ulaştırması, aşırılıklardan muhafaza buyurmasıdır. Amin…

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ