SÜNNET OLMADAN KUR’ANI ANLAMAK MÜMKÜN MÜ?
“Ümeyye İbni Abdullah İbni Halid, Abdullah ibni Ömer’in (radıyallahu anhum ecmeıyn) yanına gidince şöyle bir soru sordu:
– Biz Kuran-ı Kerim’de hazar namazı ile (mukimlerin, normal kıldığı namaz) ile (savaş esnasında düşman saldırısı endişesi esnasında kısa kılınan) korku namazını görüyoruz. Fakat sefer (yolculuk sebebiyle kısa kılınan) namazı Kur’an’da göremiyoruz. Nasıl oluyor bu?
Sahabenin âlimlerinden Abdullah İbni Ömer radıyallahu anh:
– Yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi Peygamber olarak gönderdi. Biz, Hz. Muhammed aleyhisselatu vesselamı, neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız, diye cevap verdi.” (Nesaî, Taksîru’s-salât, 1)
Birçok sahabenin de buna benzer ifadeleri vardır. Onlar “Bizler cahiliyye karanlıkları içindeyken, Allah’ın bizi neden yarattığını, bu hayatın neyle değerli olacağını bilmezken, Allah-u Zülcelal bize bir rehber gönderdi ve O’nun sayesinde hayatımız mana ve değer kazandı” diye düşünüyorlardı. Çünkü Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede, yaratılış gayemizi açıklarken: “Hanginiz daha güzel amel yapacak diye imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. Ve O; el-Aziz’dir, el-Ğafûr’dur.” (Mülk; 2) buyuruyor.
Bir başka ayet-i kerimede ise en güzel amel için örnek alacağımız kulluk modelini beyan ediyor: “Andolsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı ümid eden ve Allah’ı çokça zikreden kimseler için, Resûlullah’ta güzel bir örnek vardır.” (Ahzab; 21)
Ashab-ı kiram hazeratı, bu gerçeği çok iyi kavradığı için, amellerinin makbul olmasının ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak bu dünyadan ayrılmanın tek yolunun Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetini öğrenip, tatbik etmek olduğuna biliyorlardı. Çünkü Allah-u Zülcelal pek çok ayet-i kerimede “Peygambere itaat ediniz” (Nisa, 59; Mâîde, 92; Muhammed, 33; Teğâbün, 12) buyurarak, Efendimiz aleyhisselatu vesselama ittiba etmeyi, yani O’nun sünnetini bir kural ve hikmet bilmeyi emretmişti.
Vahyi gayri metluv
(Sünnetin okunmayan vahiy olması meselesi)
Yine Rabbimiz Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin dinî hususlardaki emir ve nehiylerinin vahiy kaynaklı olduğuna garanti vererek: “Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız Muhammed sapmadı, azmadı. O, arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri, kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir.” (Necm; 1-4) buyurmuştu.
Bu sebeple alimler sünnetin, “Vahy-i gayr-i metluv” yani Kuran-ı Kerim ayetleri gibi, kelimesi kelimesine Allah’ın kelamı olan ve namazda tilavet edilen vahiyden başka; mana olarak Peygamber efendimizin gönlüne nakşedilen bir başka tür vahiy olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim bu hususta hazırlanmış kitaplarda Peygamberimize Kur’an ayetlerinden başka bir vahiy geldiğinin delillerine genişçe yer verilmiştir.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin sünneti, namazlarımızda okumakta olduğumuz ayetlerin beyanı yani iyice açıklanması ve tatbikatının öğretilmesidir. Kuran-ı Kerim’deki birçok hüküm, ancak Peygamberimizin beyanı ve tatbiki ile anlaşılabilir, hatta dinin direği olan namaz dahi…
Kuran-ı Kerim’de “Namaz kıl” buyrulur. Namazı belli vakitlerde kıl” diye emredilir. Ve yine namazda yerine getirdiğimiz amellerin isimleri ayrı ayrı olarak geçer, “Allah’ı tekbir et”, “Elbiseni temizle”, “Abdest al”, “Secde et” gibi.. Ama özet halinde ismi geçen bu ameller nasıl tatbik edilecek, sırası usulü nasıl olacak, hangi şartlara uyulacak, bunların detaylarını Kuran-ı Kerim’den değil, Sünneti Rasulullah’tan öğreniriz. İşte bunlar Hazreti Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin örnekliğinde öğrenilir. Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme de nasıl ibadet edeceğini vahiy meleği insan suretine girerek göstermiştir. Efendimiz aleyhisselatu vesselam buna işaretle: “Cebrail bana namaz kıldırdı.” (Buhârî, Mevâkıt, 1; Nesâî, Meuâkıt, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 11) buyurmuştur.
Aynı şekilde Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de ashabına; “Benden gördüğünüz şekilde namaz kılınız,” (Buhârî, Ezan, 18) “Hac menasikini (ibâdetlerini) benden öğreniniz, ”(Nesâî, Menâsik, 220; Müsned, III. 318. 366) buyurarak, tatbiki bir şekilde yani göstererek öğretmiştir.
Hatta, Efendimiz aleyhissalatu vesselam, sünnetinin bağlayıcı olduğunu göz önünde bulundurarak bazı amelleri emretmekten kaçınmıştır. Eğer bir amelin daha faziletli olduğunu bilmemizi isterse tavsiye mahiyetinde şöyle ifadelerde bulunurdu: “Ümmetimi meşakkate sokacağından endişe etmeseydim, yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim” (Buharî, Mevakît, 24)
Bundan anlaşılıyor ki Efendimiz aleyhisselatu vesselamın kesin emrettiği sünnetleri bağlayıcıdır. Ancak Allah-u Zülcelâl’in ve Resulünün engin merhameti gereği, ümmetin yükünü ağırlaştırmamak için onun sünneti, müekked sünnet, gayr-i müekked sünnet, mendup, müstehab gibi derecelere ayrılmıştır. Daha sonra gelen âlimler, gerek Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ifade ve uygulamasından, gerek ashabın telakkisinden bunların hükümlerini ayırt etmişlerdir. İşte bizim amellerimiz, bu temel kaidelere uygunlukları ile Allah katında değere kavuşmaktadır.
Ahiret saadeti Rasulullah’a
uymadan kazanılmaz!
Bir Müslüman için dünya hayatının yegâne değeri, ahiret için sermaye olmasıdır. Bunun için de akıllı bir Müslüman hayatının her sahasını ve her anını sevap kazanacağı şekilde yaşamak istemelidir.
Nasıl ki bir miktar para ile kendisine dükkan açmak isteyen insan, her kuruşuyla iyi kâr getirecek bir mala yatırım yapmak isterse hayatın her saniyesini ahiret kârı için değerlendirmek isteyen kişi de her an, bir salih amel işleme gayretinde olacaktır. Ancak ne yazık ki insanın bedenî hayatı ve nefsanî ihtiyaçları buna mani olur. Çünkü insan ister istemez, yemek, içmek, uyumak, dinlenmek gibi ihtiyaçları için zaman ve imkânını harcar. Yine ihtiyaçlarını elde etmek için çalışıp, maişetini kazanır. Bunun yanında aile kurmak, insanlarla beşeri münasebetler yaşamak da insan için bir ihtiyaçtır. Bütün bunlar, hiçbir insanın tamamen kaçınamadığı ihtiyaçlardır.
İşte Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, sünneti insanın bu çaresiz durumunda imdadına yetişir. Çünkü Sünnet-i Seniyyeye uymak, hayatımızın her sahasına uyulacak edebler ve incelikler ile sevap kazanmaya vesile olur. Hem de insan gücünü aşmayan suhuletli bir yolla…
Bugün dünyanın çeşitli yerlerindeki insanlar, maneviyat açlıklarını tatmin etmek için çok zor, çileli uygulamalar yapıyorlar. Kimisi hiç hayvanî gıdalar yemezken, kimileri saatlerce meditasyon yapıyor. Bu ve benzeri yöntemlerle nefislerine eziyet ederek, ruhani yönlerini geliştirmeye çalışıyorlar. Bunlar, sahih bir itikatla ve peygamberimizin yoluna uymakla yapılan bir amel olmadığı için Allah-u Zülcelal katında bir kıymeti olmuyor.
Halbuki Müslümanların, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin getirdiklerine iman ederek ve Sünnetine uyarak yaptıkları amellere ebedi bir mükafat vaad ediliyor. Biraz düşünecek olursak ne kadar büyük bir nimete mazhar olduğumuzu anlayabiliriz.
Düşünün ki; zengin bir kişi, bize bir sipariş verse veya emri altında çalışmamızı teklif etse ‘para kazanacağız’ diye seviniriz. Hele bir de en kabiliyetli çalışanını bize o işin inceliklerini öğretmek için vazifelendirse, bu bize büyük bir iyilik olur. Çünkü hem sanat öğreneceğiz hem de öğrettiği o işi yapmamız karşılığında para alacağız. Bu fani dünyada, bir zengin adamın müessesinde işçi olmanın menfaatine seviniyorsak, Âlemlerin Rabbinin bize kulluğunu teklif etmesi ve en sevdiği kulunu, Hazreti Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemi bize eğitici ve rehber olarak tayin etmesi çok daha fazla sevindirmelidir. Çünkü bu şekilde O’nun razı olduğu bir kul olmanın bütün inceliklerini öğrenme fırsatına sahip olacak ve ebedi mükafatına kavuşacağız.
Sahabe-i Kiram, Efendimiz aleyhisselatu vesselamın ahirete irtihalinden sonra çok büyük badirelerden geçtiler ama O’nun sünnetini asla hiç ihmal etmediler. Birçoğu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetini iyi bilen ezvac-ı tahirata ve âlim sahabelere sorular sorardı. Uzak diyarlarda vazifeli sahabeler, hac mevsiminde mukaddes beldede toplandığı zaman ilim öğrenirdi. Bazen de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir konudaki sünnetini öğrenmek için ashab-ı kiram birbirlerine mektup yazarak, soru sorar veya uzun yolculuklar yaparak ilim öğrenirlerdi. Çünkü onlar biliyorlardı ki, Peygamber aleyhissalatu vesselama tabi olmadan yapılan amellerin bir kıymeti yoktur.
Ashab-ı kiramın yolunu takip eden âlimler ve Allah dostları da Allah’a kulluk yolunda ihtiyaç duyduğumuz her türlü bilgi ve feyz kaynağının Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olduğuna tam bir teslimiyetle kabul etmişlerdi.
Bilinmelidir ki Sünnet-i Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, bütün İslamî ilimlerin dayanağıdır. Alimler ve Allah dostları, hem dinin zahiri hükümlerinde hem de Batıni edeblerinde sünnete bağlılığı kurtuluşun yegane çaresi olarak görmüşlerdir.
Sünnet ve hadis karşıtlığının sebebi
Allah Resulünün siyer ve sünneti, Kur’an-ı Kerim’in tefsir edilmesinde ilk metottur. Kur’an-ı Kerim’de çoğu zaman hükümlerin detayları bildirilmemiştir. Bunun yanında ayetlerde bahsi geçen konunun ne olduğunu ve tatbikini, siret ve sünnet sayesinde anlarız. Yani sünnet, Kur’an-ı Kerim ifadelerini somutlaştırır ve en doğru şekilde anlaşılmasına vesile olur.
Son zamanlarda bazı türedi ilahiyatçılar, İslami ilimleri batılı müsteşriklerin ifsat niyetiyle yazdığı kitaplar üzerinden okumaya kalktıkları için hadis-i şerifleri küçümser bir tutuma girmişlerdir. Halbuki onların akıl hocası olan Goldziher gibiler, sadece hadislere değil bütünüyle İslam’a eklektik bir kültür yığını gözüyle bakarlar. Onlar Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğuna da inanmazlar. (TDV, Goldziher mad.)
İlk dönem âlimler, fıkıh ilminin hüküm istinbat yöntemlerinden icma ve kıyas usulünün müdaafasını yapmak için deliller ileri sürdülerse de hiçbir zaman hadis ve sünnetin delil olma değerini izaha ihtiyaç hissetmemişlerdir. Çünkü bu savunmaya gerek olmayacak kadar açık ve ümmetin arasında maruf bir husustur.
Sünnete uymak asla Müslümanların aklını kullanmasına mani değildir, aksine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem aklını kullanmak konusunda da ümmetin rehberidir. Bir örnek verecek olursak, mesela Kuran-ı Kerim’de “hamr” yani şarabın, “şeytan işi pislik olduğu, ondan sakınmak gerektiği” bildirilir.
Bu ayetin manası ve kapsamını doğru şekilde anlamak için Peygamberimizin uygulamasına baktığımız zaman “Şarap size haram kılındı” ilanını görürüz. Ardından içki sofralarındaki kadehler, tulumlar hemen boşaltılmıştır. Demek ki ayetteki ifade, haram kılmak manasına gelmektedir.
Günümüzde bazı kesimler hadislerden bağımsız olarak Kuran kelimelerini inceleyerek tefsir yapabileceklerini iddia ediyorlar. Malumdur ki, hamr kelimesi ekşiyip köpüren, kabaran şeylere denilmektedir. Bu anlamda alınırsa mesela esrar, eroin, extazy ve benzeri uyuşturucular, ekşiyip köpürmekle elde edilmediği için şaraba benzememektedir. Ama Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin, “Ben her sarhoşluk veren şeyi yasaklıyorum” (Buhârî, Megazî 60, Müslim, Cihâd 7, (1733), Eşribe 70) buyurduğunu görünce hamr kelimesinden asıl kastedilenin “sarhoşluk vererek aklı örtme illeti” olduğunu anlarız. Bu durumda şeklen şaraba benzemese de bütün sarhoşluk veren uyuşturucu maddeler haram olur. Görüleceği gibi Allah Resulünün açıklamaları, vahyi beyan ederken, aklımızı nasıl kullanmamız gerektiğine dair güzel bir rehberlik yapmakta ve ayet-i kerimenin kapsamının yanlış yorumlardan korunmasını sağlamaktadır.
Kur’an-ı Kerim’i hadis-i şeriflerden bağımsız olarak kendi aklıyla yorumlamaya kalkanlar nefsani hevanın yorumlarına kapı aralamış olacaklardır.
Buradan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sünneti, itikad, amel ve ahlakımızın bozulmaması için sağlam bir sığınaktır. Nitekim Allah Resulü aleyhisselatu vesselam: “Size, iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe, asla sapıtmayacaksınız; onlar da: Allah’ın Kitabı ve benim sünnetimdir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16) buyurmuştur.