“Sünnete Kıymet Vermemek, Hz. Peygamber -s.a.v.-‘in Kıymet ve Vazifesini İdrak Etmemektir”
Gülistan: Son zamanlarda Sünneti reddeden, Kur’an mealiyle amel etmek yeterlidir diyen bir kesim(Mealistler) ortaya çıktı. Bazı insanlar, sünnet-i seniyyenin vahiy olmadığını, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e isnat edilen çeşitli sözler olduğunu söylüyorlar. Böyle söyleyerek Müslüman kardeşlerimizin aklını bulandırmaya, onların itikatlarını bozmaya çalışıyorlar. Bu konuda ne dersiniz?
Seyda Muhammed Konyevî: Bismillahirrahmanirrahim
Sünneti inkâr etmek, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e dil uzatmak, Kur’an-ı Kerim’e ters gitmektir. Halbuki Allah-u Zülcelal kur’an-ı Kerimde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kendi hevasından konuşmadığını açıkça beyan etmiştir:
“O kendi hevasından konuşmaz. Onun konuşması kendisine İlka edilen bir vahy’den ibarettir.” (Necm; 3-4)
Bu ayet-i kerime açıkça ifade ediyor ki; Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in İslam şeriatıyla alakalı bütün konuşmaları vahiydir.
Yine bir ayeti kelimede Allah-u Zülcelâl şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Muhammed kendinden bazı sözler uydurup da bizim söylediğimizi iddia etseydi, elbette ki onun gücünü kuvvetini alır ve şah damarını keserdik. İçinizden hiçbiri de buna engel olamazdı.” (Hakka;44-47)
Kim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine dil uzatırsa Onun risaletine dil uzatmış olur. Onun risaletine dil uzatan Kur’an-ı Kerim’e dil uzatmış olur.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetine olan bütün emirleri, nehiyleri, geçmiş ümmetlerden, gelecekten verdiği her haber vahiy’den ibarettir.
Risalet vazifesi, Allah’ın ayetlerini insanlara tebliğ etmenin yanında, aynı zamanda beyan edip açıklamak ve tatbikatını göstermektir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an’ı indirdik.” (Nahl; 44)
“İslâm dininin esası yalnız Kur’an’dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i devre dışı bırakırız” diyerek sünneti dikkate almamak ona kıymet vermemek, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in değerini ve görevini idrak etmemektir. Kur’an’ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O’dur. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır:
“Ey Insanlar! Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman delalete düşmezsiniz. Onlar; Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetidir.” (İmam Malik)
Şunu iyi bilmeliyiz ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem son peygamber, İslam ise son dindir. Bu kıyamete kadar böyle devam edecektir. Bu şeriat nebevi sünnet ile tamam olmuştur. Kur’an-ı Kerim bizlere ne yapacağımızı, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti ise nasıl yapacağımızı gösterir. Kur’an-ı Kerimin bazı ayetleri mücmel olduğu için sünnet olmadan onlarla nasıl amel edileceği anlaşılmaz. Örnek vermek gerekirse, Kur’an-ı Kerim beş vakit namaz kılmamızı emreder. Fakat nasıl kılınacağını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti tarif eder. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim zekât vermeyi emreder. Koyunun, ineğin, devenin zekâtının ne kadar olacağı hususundaki ayrıntılarını açıklamayı ve uygulamayı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e bırakmıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bütün bu ayrıntıları hadisler yoluyla ümmetine beyan etmiştir.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa; 80)
Allah-u Zülcelâl, Peygamberine itaat edilmesini emretmektedir. Zira Peygamberler yalnızca Allah’ın emirlerini ilan ederler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dini meseleler hususunda nefsinden, hevasından konuşmaz, onun konuşması yalnızca vahiy iledir. Bu sebeple ona itaat emredilmiştir. Sünneti reddeden insanların akıbetinden korkulur. Nitekim Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Kim Allah’a ve Peygamberine karşı koyarsa, bilsin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir.” (Enfal; 13)
Bazı âlimler; Kur’an ile yetinme fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra; “Bid’at ehlinden birçoğu hadisi terk edip Allah’ın kitabını yanlış yorumlayarak hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar.” demişlerdir.
Hâlbuki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek ağzından çıkan her söz hak sözdür. Nitekim, Abdullah bin Amr radıyallahu anh’ın, Resûlullah’tan her işittiğini yazdığını gören Eshâb-ı kiramın ileri gelenleri, O’na: “Sen Resûlullah’tan her şeyi yazıyorsun. Hâlbuki Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bazen gazâb, kızgınlık halinde, bazen de sevinç halinde bulunup söz söylemektedir.” dediler. Bunun üzerine Hazreti Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek husûsunda tereddütte kalmış ve meseleyi Allah’ın Resûlü aleyhisselatu vesselama arz etmişti. Resûlullah efendimiz, Onu dinledikten sonra, buyurdular ki: “Yazmaya devam et! Çünkü Allah-u teâlâya yemîn ederim ki, ağzımdan hak (yani doğru, gerçek) olandan başka bir şey çıkmamıştır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 158)
Şu hale göre Kur’an ve sünnetten birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hastalıktır ve bir dalalettir.
Böyle kimseler hakkında Allah-u Zülcelâl şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. O, Allah’a ortak koşanlar hoşlanmasalar bile dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, Peygamberini hidayetle ve hak dinle gönderendir.” (Tevbe; 32-33)
Efendim, bazı kişiler Peygamber sallallahu aleyhi veselleme salâvat getirmenin dinimizdeki hükmü hususunda da münakaşa çıkarıyorlar. Salâvat getirmenin hükmü nedir?
Seyda Muhammed Konyevî: Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah ve melekleri, peygamberine salât ederler. Ey İman edenler! Siz de O’na salat edin; tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzab; 56)
Bu ayet-i kerimeden anlayabiliyoruz ki, salavat getirmeyi müminlere Allah-u Zülcelâl emrediyor. Bu ayetteki emri alimler şöyle izah etmişlerdir: bir mümin için ömürde hiç değilse bir defa salavat getirmek farzdır. Peygamber aleyhisselatu vesselamın ismi anıldığı zaman ilk seferinde salavat okumak vacip, aynı mecliste Peygamberin ismi tekrar edildikçe salavat okumak ise sünnet olduğu beyan edilmiştir.
Peygamber aleyhisselatu vesselam bize bu hidayet kaynağı Hak dinin ulaşması için çok fedakarlık yapmıştır. Buna karşı bizim de onun ismi anıldıkça ve sair zamanlarda ona salavat okumamız bir vicdan borcudur.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin torunu Hüseyin bin Ali, babası İmam Ali radıyallahu anh’den rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurduğunu bildirmiştir:
“Gerçek cimri, yanında ismim anıldığı halde bana salâvat okumayandır.”(Tirmizî, Salât 357; Da’avat 110;)
Ebû Talha radıyallahu anh’dan gelen bir rivâyete göre:
“Bir gün Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine:
“Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!” dedik.
“Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi:
“Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: “Sana salâvat okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?”(Nesâî, Sehv 55)
Dua etmek için elimizi açtığımız zaman evvela Allah’a hamd edip, sonra Peygamberine salavat getirmemiz lazımdır. Hz. Ömer radıyallahu anh diyor ki:
“Öğrendiğime göre dua yerle gök arasında bir yerde asılı kalır, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e salat-ü selam getirmedikçe onun hiçbir cümlesi göğe yükselmez.” (Tirmizî, Salât, 352)
İbn-i Abbas radıyallahu anh’dan rivayetle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
“Bana salat-ü selam getirmeyi (kasden) unutan kimse cennetin yolunda yanılır.” (İbn Mace; Salati ale’n-nebî, h. no: 908; Taberani)
“Kıyamet gününde bana halkın en yakın olanları ve şefaatime hak kazananları, bana en çok salâvat getirenleridir.” (Tirmizî, vitr, 21)
Bizim ömrümüz ne kadar çok olsa ve dilimizi de Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem üzerine salâvat getirmenin fazileti ile döndürsek yine de tam manasıyla onun menfaatini anlatmamız mümkün değildir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem üzerine salavat getirenlere Allah-u Zülcelal ve melekler de salavat getirmektedirler. Bundan kendimizi mahrum etmememiz lazımdır.
Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam’ın şefaatini ve yakınlığını isteyen, Allah’ın ve meleklerin rahmetini (merhametini) talep eden Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in üzerine çok salâvat getirmelidir.
Allah-u Zülcelâl hepimizi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in üzerine çokça salavat-ı şerife getirenlerden eylesin…
Seydam, son asırlarda Peygamber aleyhisselatu vesselamın İsra ve miraç mucizelerini inkar eden kesimler ortaya çıktı. Bu mucizelere inanmanın dinimizdeki hükmü nedir?
Seyda Muhammed Konyevî: Allah-u Zülcelâl Peygamberlerine, onların peygamberliğine delil olarak mucizeler vermiştir. Mucizelerin bazısı manevîdir; mesela Kur’an-ı Kerim manevi bir mucizedir. Bazısı ise hissî ve maddîdir. Şakk-ı kamer mucizesi gibi, Peygamber aleyhisselatu vesselamın eliyle işaret ettiği bazı ağaçların, taşların onun peygamberliğine şehadet getirmesi gibi… Bazıları da haberî mucizedir, yani bazı şeylerin Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin haber verdiği şekilde gerçekleşmesidir.
Mucizeleri inkar eden bir kimse, aklını putlaştırmış demektir. Hakiki iman eden kimseye, ancak aklına yatan şeylere iman edip, aklına yatmayan şeyleri inkar etmek yakışmaz.
İmanın şartlarından biri de, Allah-u Zülcelâl’in kitaplarına imandır. Allah’ın kitabında açıkça bildirilen bir mucizeyi inkar etmek, küfürdür.
İsra, yani Allah-u Zülcelâl’in, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i gece vaktinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürmesi mucizesi, Kur’an-ı Kerim’de ayetle sabit olduğundan onu inkar eden kimse küfre girer.
Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
“Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (İsra; 1)
el-Hülasa isimli kitapta şöyle denilmiştir:
“Kim Miracı inkâr ederse o kimseye bakılır. Eğer Mekke’den Beyt-i Makdis’e kadar olan İsra’yı inkar etmişse o kimse kafirdir. Eğer Beyt-i Makdis’ten itibaren vuku bulan Mirac’ı inkar ederse, o kimse kafir olmaz. Çünkü Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar olan İsra ayetle sabittir. Beyt-i Makdis’ten itibaren vuku bulan Mirac Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisiyle sabittir. Bu hadisler mütevatir değil Meşhur ve Âhad olduklarından Mirac’ı inkar eden kimse kafir olmaz, fakat bid’at ehli olur.”
Seydam, bazı kesimler şefaati de inkar ediyorlar. Şefaat hakkındaki doğru inanç nedir, nasıl iman etmeliyiz?
Seyda Muhammed Konyevî: Şefaat kelime olarak; birinden, başkası adına bir ricada bulunma, kusurlarının bağışlanmasını dileme, bir suçlu veya ihtiyaç sahibinin af ve iyiliğe kavuşması için diğeri tarafından vâsıtalık etme ve yardım isteme gibi mânâlara gelmektedir.
İslâmî ilimler ıstılâhında ise şefâat, buna ehil olan bir zâtın, Allah-u Zülcelal’den, günahkâr bir mü’minin affını niyaz etmesi demektir.
Şefaati inkar eden bazı kimseler şu ayet-i kerimeleri delil getirerek şefaatı kabul etmiyorlar.
“Artık şefaat edicilerin şefaati onlara fayda vermez.” (Müddessir; 48)
“O gün zalimler için müşfik bir dost ve sözü dinlenecek bir şefaatçi de yoktur.” (Mü’min; 18)
Yukarıdaki ayet-i kerimelerin kâfirler hakkında olduğu çok açıktır. Kâfirler hakkında hiçbir şekilde şefaat yoktur. Ama Mü’minler için şefaat vardır.
Bilindiği gibi, bazı insanlar herhangi bir şer’î delile dayanmadan, şahsî te’villerle şefaati inkar cihetine gitmişlerdir. Ehl-i Sünnet uleması şefaatın hak olduğunda ittifak eder. Bu mevzu üzerine Nevevî, Kâdı Iyaz’dan şu açıklamayı kaydeder:
Ehl-i Sünnet’e göre şefaat aklen câizdir. Nakli deliller açısından da vacibtir, çünkü:
“O gün Rahmân’ın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ; 109) ayeti ile:
“Allah’ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler…” (Enbiya; 28) ayeti ve emsali ayetler açık bir surette şefaatten bahsetmektedir. Ayrıca Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem de pek çok hadiste şefaatten bahsetmiş, haber vermiştir. Ahirette günahkâr müslümanlar hakkında şefaatin sıhhati hususunda gelen rivayetlerin toplamı tevatür derecesine ulaşır. Selef-i salihin ve ondan sonra gelen ehl-i sünnet uleması bu hususta icma etmiştir. Mü’minler hakkında şefaati inkâr eden küfre girer.
Demek ki, şefaate izin verip vermemek asıl itibariyle Allah’a aittir. Allah-u Zülcelâl Teâlâ, şefaat edene ve şefaat edilene izin vermedikçe, hiç kimse şefaat edemez. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ümmetine şefaat edeceği hususu hadis-i şeriflerle sabittir.
Enes radıyallahu anh’dan rivayetle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Her peygamberin duası vardır ki, onunla ümmetiyle ilgili olarak dua etmiş ve duası kabul edilmiştir. Ben ise, duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmeye ayırdım.”(Buharî, Daavat, 1, Müslim, İman, 340)
Ashab-ı kiram, Peygamber aleyhisselatu vesselamın şefaatine iman ediyorlardı ve ona nail olmak için ne yapmak lazım geldiğini soruyorlardı. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh şöyle buyurur:
“Bir defasında:
“Yâ Rasûlallah, Kıyamet gününde senin şefâatinle en ziyâde mes’ûd olacak kimdir?” diye sordum.
Şöyle buyurdular:
“Ey Ebû Hüreyre, hadis öğrenme hususundaki hırsını gördüğüm için bu hadisi senden evvel kimsenin bana sormayacağını zâten biliyordum. Kıyamet gününde insanlardan şefâatime en ziyâde mazhar olacak kimse kalbinden veya içinden ihlâsla “Lâ ilâhe illallah” diyen kişidir.” (Buhârî, İlim, 33)
Yine bir gün Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Müezzinin ezan okuduğunu duyduğunuzda, söylediklerinin aynısını siz de tekrar edin. Sonra bana salevat getirin. Çünkü kim bana bir salevat getirirse, Allah buna karşılık ona on defa salât eder. Daha sonra benim için Allah’tan ‘Vesîle’yi isteyin. Vesîle, cennette Allah’ın kullarından bir tek kişiye nasîb olacak bir makamdır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Kim benim için Vesîle’yi isterse, ona şefaatim vâcip olur.” (Müslim, Salât, 11)
Câbir ibn-i Abdullah’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem vesileyi istemek için okunacak duayı bize şöyle beyan etmiştir:
“Kim ezanı işittiği zaman:
‘Ey şu mükemmel davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem’e Vesîleyi ve fazileti ver. Onu, kendisine vaad ettiğin “Makâm-ı Mahmûd”a ulaştır,’ diye dua ederse, kıyamet gününde o kimseye şefâatim vacip olur.” (Buhârî, Ezân, 8; Tefsîr, 17/11)
Bu hadis-i şerifler de ispat ediyor ki Peygamber aleyhisselatu vesselam, müminlerin hatalarının bağışlanması veya cennetteki derecelerinin yükselmesi için Allah-u Zülcelâl’e dua ve niyaz edip, bu hususta ricacı olacaktır.
Şefaat inancı, “Nasıl olsa Peygamber aleyhisselatu vesselam bize şefaat edecek,” diye tembellik etmeye sebep olmamalıdır. Çünkü hiç kimse son nefeste iman üzere öleceğini bilmez.
Eğer Allah’a karşı kulluk edebini terk edip gazaba uğrar da Allah ona iman nasip etmezse Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ona şefaat etmesi mümkün olmayacaktır –Neuzubillah-.
Ancak imanı olduğu halde, nefsine mağlup olup bazı hatalar işleyen kişilerin ümitsizliğe düşmemesi için Peygamber aleyhisselatu vesselamın şefaati bir ümit kaynağıdır. Bilhassa ümmetin aklı zayıf, cahil ve kötü alışkanlıklara kapılmış kişileri bu hadis-i şerifler ile ümitvar olup imanlarını kurtarsınlar diye Allah-u Zülcelâl Peygamberine ikramda bulunmuş, ona şefaat hakkı tanımıştır.
Enes radıyallahu anh’dan rivayetle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 20; ayrıca bakınız; Bezzar, Taberani, Ibn Hıbban, Beyhaki)