TARİH ve TOPLUM / Birlik Olalım, Oyunları Bozalım
TARİH VE TOPLUM
Birlik Olalım, Oyunları Bozalım
Gülistan Araştırma
İslam aleminin iç ve dış problemlerle kuşatıldığı çok zor bir zamandan geçiyoruz. Bu olayların da etkisiyle ülkemize gelen göçmenlerin sayısında da artış olduğu görülüyor. Aslında bu yeni bir şey de değildir. Sovyetler dağıldığından beri başlayan bu süreç gittikçe artmaktadır.
Ülkemiz kalkınmasıyla, altyapı hizmetlerini sağlamasıyla, her türlü hizmete ulaşılabilirliği ile cazip bir yer haline gelmiştir. Bazı ülkelerden üniversite okumak için, bazı ülkelerden turizm ve alışveriş için, bazı ülkelerden ise çalışmak için çok sayıda insan ülkemize gelmektedir.
İşin tuhaf tarafı Arap ülkelerinden seyahat için gelen veya diğer İslam ülkelerinden okumak veya çalışmak için gelen kardeşlerimize tepki gösteren bir kısım ırkçı kafalar, Rus, Ukraynalı, Litvanyalı, Sırp, Hırvat ve benzeri gayri müslimlerin gelmesinden rahatsızlık duymaz. Hele Yunanlıları, İngilizleri, Fransızları, Amerikalıları vb. pek sever. Halbuki bu ülkeler yıllarca bize açıkça düşmanlık yapmış, hala da yapmaktadır.
Biz yıllardır onların Avrupa Birliği kulübüne girmek için bekleyip dururken bizi almaz ve iç siyasetinde açıkça Türkiye düşmanlığı söylemini kullanır. Ama Arap kardeşlerimize düşmanlık yapan bu kesimlerin, gayr-i müslim yabancılara düşmanlık beslediklerini görmeyiz.
Bunların yabancı düşmanlığı aslında İslam düşmanlığıdır. Bu kafadakiler kendi ülkesinin başörtülü, sakallı cübbeli, dindar insanına da nefret kusar. Gerçek milliyetçilikle ilgisi olmayan, kendi özüne yabancılaştırılmış işbirlikçi hain kafa yapısıdır bu.
Son zamanlarda bir kısım medyada ve bazı sosyal medya adreslerinde ülkemizde yabancı düşmanlığının arttığı söylentisi çıkarılmaktadır. Aslında yabancı düşmanlığını kışkırtmak isteyenler, küçük bir azınlığın örgütlü medya çalışmalarıyla yaydığı iddialardır. Türkiye halklarının büyük bir çoğunluğu ırkçılığa eğilimli değildir.
Tarihte yabancı seyyahlar daima bu ülke insanlarının misafirperverliğinden bahsetmişlerdir. Ülkemiz insanları her devirde bilhassa savaş mağduru mültecilere kucak açmış ve yardımını esirgememiştir. Tarih boyunca bu topraklar Balkanlardan, Kafkaslardan veya başka coğrafyalardan gelip sığınan Müslümanları şefkatle bağrına basmıştır. Her toplumda olduğu gibi, ülkemizde de münferit olaylar olabilir ama bunlar yaygın bir görüş değildir.
Tarihten İbret Alalım
Kavmiyetçilik yani etnik kökene dayalı ayrımcılık İslam tarihinde her zaman zayıflamanın ve çöküşün sebebi olmuştur. Osmanlı da bu İslam kardeşliğine aykırı sapkın ideoloji sebebiyle dağıldı.
Kuruluş ve yükseliş döneminde Osmanlıda iki milletli bir yapı bulunuyordu. Asli unsur olan “Millet-i İslam”; hangi etnik kökenden gelirse gelsin Sünni Müslüman olan herkesi kapsıyordu. Bunlar yönetim işlerini üstlenme konusunda asıl yetki sahibiydiler. Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar da “Zimmet ehli” konumundaydı; din ve vicdan özgürlüğüne sahip olarak kendi cemaat yapılarını sürdürüyor, eğitim faaliyetlerinde de devletten bağımsız hareket edebiliyorlardı.
Osmanlı eyaletlerinde her Müslüman boy ve topluluk da kendi beylerinin idaresi altında, kendi dil ve kültürlerine göre yaşardı. Osmanlı coğrafyasının her yanına yayılmış olan medrese, dergah ve vakıflar; dini- tasavvufi eğitim, yaşantı ve yardımlaşma faaliyetlerini düzenlerdi. Her toplum kendi içlerinden yetişmiş alimlere saygı duyardı.
Devlet daha çok asayişin temini ve cihad için umumi bir çatı mahiyetindeydi, halkına dayattığı bir ideolojisi yoktu. Bu sebeple İslamî esaslara dayalı bir yönetimin uygulandığı dönem boyunca kendi iç dinamikleriyle teşekkül eden bir şuubi hareket ortaya çıkmamıştı.
İşin doğrusu İslam tarihinde şuubiyye hareketi Hulefâ-yi Râşidîn döneminden sonra, mevâlîyi yani Arap olmayan Müslümanları hakir görme eğilimine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Fetihler sonucunda Farslar, Berberîler ve Türkmenler gibi farklı kökenden toplumlar müslüman olunca, Araplar’la eşit sayılmadılar. Bu da bilhassa İslam’a zorla boyun eğmiş olan İran asıllı mevâlînin asabiyet duygularını harekete geçirdi ve için için besledikleri husumeti daha güçlü bir hale getirdi.
Türkler ise İslam’a, ülkeleri işgal edilerek, zorla boyun eğdirilerek girmemişti. İslamiyeti siyasi bir baskı altında değil, kendi aralarından çıkan dervişlerin sevgi ve maneviyat telkin edici hikmetleriyle tanıdılar. Bu sebeple şuubiyye ve unsuriyye kavgaları Anadolu Müslümanlığını doğrudan etkilemedi.
Avrupa’da ise Roma İmparatorluğu dağıldıktan sonra yerini krallıklar ve cumhuriyetler almıştı. Bunlar kendi halklarına birlik duygusu aşılamak için, din esası yerine koyacak başka bir birleştirici güç arıyorlardı. İnsanlarda fıtri olarak bulunan, kendine benzeyen, kendi soyundan olan, aynı dili konuşan kişilere karşı hissedilen sevgi abartılıp ideoloji haline getirildi. “Nasyonalizm” adı verilen bu cereyan, Osmanlı yurdunda bir arada yaşayan şubelere yani etnik gruplara da sirayet etti.
Osmanlı unsurları arasında kavmiyetçi ayrılıkçılık cereyanları yaygınlaşmaya başlayınca, âlimler ve İslam kültürünü benimsemiş münevverler bu anlayışın ümmetin birliğini bozacağını görmekte gecikmediler. Ayrıca batının hususi bir gayretle, başta gayr-i müslim azınlıklar, ardından Müslüman unsurlar arasında fitne ve tefrika tohumları serptiği de aşikardı. Bunlar kendiliğinden meydana gelmiyordu.
Osmanlı ne kadar dirense de ayrılıkçı fikirlerin yayılmasını engelleyemedi. Öte yandan, biraz da bu olup bitenlere tepki olarak, “Artık imparatorlukların sonu geldi. Ümmetçilik fikrinde ısrar etmenin manası yok” fikriyatı temel buldu.
Aslında bu bir sebepten çok sonuçtu. Genel olarak İslam’a bağlılık zayıfladığı için, İslam kardeşliği duyguları da zayıflıyordu. Yüzyıllarca haçlı seferlerinin önünde göğsünü siper edip İslam alemini müdaafa etmek üzere ve İ’layı Kelimetullah için Avrupa içlerine kadar sefer eden alperenlerin torunları arasında özenti fikirler yayılıyordu. Öte yandan İslami siyaset ve ümmetin birliği fikrinin de taraftarları vardı. Ancak asıl keskin kopuş bilindiği gibi I. Dünya savaşından sonra dünyaya nizamat verenlerin elleriyle gerçekleşecekti.
Bilindiği gibi, I. Dünya savaşı Mondros ateşkes anlaşmasıyla bittiği zaman, İtilaf devletleri Osmanlı’nın elinde kalan son İslam yurdunu parçalayıp müstemleke haline getirmek için adeta üzerimize çullandı. Anadolu halkı uzun zamandan beri gerikalmışlık, yoksulluk ve cehalet içindeydi.
O devrin şartları içinde başımızdaki belayı def etmek için, Amerikan Başkanı Wilson’ın adıyla anılan prensiplerden faydalanmak oldukça makul görünüyordu. Wilson İlkeleri’nin bizimle ilgili maddesi: “Osmanlı Devleti’nde Türklerin yoğunlukta olduğu bölgelerin egemenlikleri sağlanacak, diğer bölgelerdeki uluslara da kendi kendini yönetme hakkı tanınacaktır” diyordu. O zamandan itibaren, “Ümmetçilikten ve İslam’dan vazgeçelim de kendi başımızı kurtaralım” fikri yaygınlık kazandı. Bahanesi de hazırdı; zaten yanımızda duran da yoktu.
Bundan sonra kurulan yeni devlette toplumu bir arada tutan asıl unsur din değil, “ulus kimliği” olarak planlandı. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” gibi söylemler gelişti. Laiklik ve ulusalcılık en katı şekliyle uygulandı.
Milliyetçilik adı altında telkin edilen, “kavmiyetçilik” farklı safhalardan geçti. Bazı dönemlerde dinine bağlı kişiler arasında da taraftar buldu. Bilhassa soğuk savaş döneminde Sovyetlerin gençler arasında yaydığı komünist fikirlere ve anarşi olaylarına karşı, “Milliyetçi muhafazakar siyaset” gelişti. Çünkü Rus emperyalizmi, komünizm ideolojisini ihraç edebilmek için, “Bütün toplumların emekçi sınıfını birleştirme” adı altında, toplumların din ve maneviyat bağlarını yok etmeye çalışıyordu. Bu dönemde gençlerin kendi öz kültürlerini muhafaza bilinci kazanması için ecdadına karşı sevgi ve bağlılık duygularının canlandırılması yoluna gidildi.
Esasen böyle bir gayrete ihtiyaç vardı. Çünkü yeni devleti kuranlar, geçmişi körü körüne kötülüyorlar, düşmanla birlik olmuş, bu halkın tarihine, ecdadına dil uzatıyorlardı. Batı özentisine kapılmış, kendi özünden habersiz bir gençlik yetişiyordu. Bu gençlik her türlü ideoloji empozesine açık vaziyetteydi.
Bir toplumda kavmiyetçiliğin tırmanmasına sebep olan önemli bir sebep de, ‘Dış tehditlerin sürekliliği’dir. Üzerinde devamlı oyunlar oynanan bir coğrafyada yaşamak, toplumda bölücü fikirlerin kasten ve en kötü şekilde tahrik edilmesi, bitmeyen terör olayları, yurdun her köşesinde şehit ailelerinin evinden yükselen ağıtlar hep kavmiyetçi milliyetçiliğin değirmenine su taşıdı.
Ülkemizde siyasi irade ne zaman İslam kardeşliğini tesis etmek için gerek içeride gerek İslam coğrafyasıyla sıcak ilişkiler kurmaya çaba sarfettiyse komplolara kurban gitti. Terörü bitirmek için çözüm sürecine girişildiği zaman da fitne çıkarıldı. Gerek dış mihrakların tahrik ettiği fitneler, gerekse ümmetin birikmiş iç meseleleri yüzünden sorunların çözümü kolay olmadı, olmuyor. Ancak yılmamamız gerekiyor.
Eğer düşman bizim gittiğimiz yoldan razı değilse doğru yoldayız demektir. Bu sebeple birlik beraberlik ve kardeşlik inancımızdan hiçbir zaman vazgeçmememiz gerekiyor.
Örneğimiz Ashabın Kardeşliği
Bu zor zamanda en çok ihtiyacımız olan, yine Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi ve Ashabını anlamak, onları örnek almak, onların yolunu takip etmek. Çünkü farklı zannetsek de aslında onlar da bugünkü şartlara çok benzer zorluklarla mücadele ederek İslam davetini sürdürmüştü. Bugün bize düşen en önemli görev, o Altın Neslin iman kuvvetini, o kuvvetten gelen tevekkülünü ve azmini kuşanmak…
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin davet hayatına baktığımız zaman O’na en çok zorluk çıkaran kişilerin kendi kabilesinin önde gelenleri olduğunu görüyoruz. Hatta amcası Ebu Lehep bile Ukaz, Mecenne ve Zülmecâz panayırlarına gelen kabilelere tebliğde bulunduğu sırada arkasından koşarak Efendimiz kiminle konuşsa hemen gidip “İnanmayın ona. O benim yeğenimdir, ben onu sizden daha iyi tanırım” dediği ve bazen de mübarek vücudunu kanatacak şekilde taş attığı rivayet edilmiştir.
Bunu neden yapıyordu? Güya akıllı olduğu için. Kız kardeşi ona yeğenini desteklemesi yönünde tavsiyelerde bulunduğu zaman onu kıt akıllılıkla suçluyordu. Çünkü ilk müminlerin çoğu gençler, köleler, kadınlar gibi yönetici noktalarda olmayan kişilerdi. Onların aklı ticaret işlerine ermezdi.
Kureyş kabilesi Beytullah’ın hizmetlerini görmeyi ve ziyaretçilerini ağırlamayı kendileri için en büyük şeref addediyor ve bu arada geçimlerini de ticaretle karşılıyorlardı. Çünkü Mekke yalçın kayalarla ve çöllerle çevrili, ziraata elverişsiz bir yerdeydi. Kureyş’in önde gelenleri, “îlâf” adı verilen ticaret antlaşmaları sayesinde Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinden temin ettikleri ürünleri, Suriye ve Irak’a götürerek satar ve onlardan bölge halkının ihtiyacı olan ticarî metalar alarak Hacca gelenlerin alışveriş yapması için kurulan panayırlarda satışa sunarlardı. Bu da onları yeni bir din getirmiş olan bir Peygambere tabi olmakta tereddüte düşürüyordu. Çünkü mevcut putperestlik düzenini, kendileri için bir ticaret vasıtası haline getirmişlerdi.
Birçok kabilelerin kendilerine mahsus putları vardı ve onlardan birer numune Kabe’ye doldurulmuştu. Böylece üç yüz altmış kadar putla dolu olan Kabe’yi ziyarete gelenler, Mekke’de ticari canlılığa vesile oluyorlardı. Yeni bir din getirmek demek, hem Araplar arasındaki putperestliğe karşı çıkarak onlarla menfaat sağlayan ilişkileri koparmak, hem de ticari ilişkiler yürüterek dünyevi menfaat elde ettikleri Hıristiyan, Yahudi ve Mecusilerle dini bir rekabete girişerek, düşmanlıklarını celbetmek demekti. Halbuki mevcut cahili düzende, kimsenin onları düşman olarak ciddiye aldığı yoktu. Aksine onlar kabile düzeninde yaşayan, yol kesip eşkiyalık yapan, zaman zaman birbirleriyle savaşan başıbozuk gruplardan ibarettiler.
İşte Kureyş’in ileri gelenlerinin birçoğunun ilk müminlere dudak bükmesi bundandı. Onlara nasıl bir yola çıktıklarını anlamayan zavallılar nazarıyla bakıyorlardı. Medine devrinde de münafıkların önde gelenleri benzer sözlerle moral bozuyorlardı. “Sen Rumlarla savaşmayı oyun mu zannettin?” diyorlardı.
Bugün de fazla bir şey değişmiş değildir. Dikkat edilirse bugün de dünyevi menfaat gayesiyle gayr-i müslimlerle münasebet içinde olanlar, Müslümanların birlik beraberlik içinde dünyada etkili olmasını mümkün görmüyorlar, kendi dinlerini tavizsizce yaşayabileceklerine ve hatta dünyaya adaletli bir barış getirebileceklerine inanmıyorlar. Bunu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal gibi görüyor, mevcut durumu korumak için yabancı müttefiklerle iş birliklerini sürdürüyorlar. Müslüman kardeşiyle işbirliği yaparak tek bir yumruk olup etkili olmaya cesaret edemiyor, mevcut zillet ve meskenetin sürüp gitmesine aldırış etmiyorlar. Ama ne yazık ki mevcut durum gösteriyor ki eski durumun korunmasının da mümkün olmadığı bir noktaya gidiyoruz.
Gazze’den İbret Alalım
Gazze’de yaşanan felaket ümmet için bir yüz karasıdır. Bundan önce de Irak’ın işgaliyle başlayan, ‘Müslüman’ı Müslüman’a kırdırma fitnesi,’ Suriye’de devam eden insanlık dışı dram ile devam etti. Ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar malum. Civarındaki mazlum coğrafyalardan kaçan muhacirlere ensar olmaya çalışan halkımız, iç savaş girdabına sürüklenmek isteniyor. Kısacası ateş çemberi daralıyor.
Şimdi Müslümanlar olarak bir yol ayrımındayız. Ya Ebu Leheb’lerin gittiği korkaklık ve dünyaperestlik yolundan gideceğiz, mevcut durumumuzu korumak adına; gittikçe yaklaşan tehlikeye karşı hiçbir şey yapmayacağız. Yahut Ebu Bekir radıyallahu anh başta olmak üzere Ashab-ı kiram gibi, inanacağız, Allah’ın vaadinin hak olduğuna güveneceğiz, tevekkül edeceğiz ve bu fani varlığımızı Allah yolunda kullanıp, harcayarak önce kendi ebedi saadetimizi temin edecek sonra dünya mazlumlarının kurtuluşuna vesile olup kat kat mükafat alacağız.
Bugün de her zaman olduğu gibi en fazla ihtiyacımız olan tam bir iman ile Allah’a teslim olmak!
Eğer samimi bir kalple teslim olursak Allah’ın hidayeti ve yardımı bizimle olacaktır. Esasen bizim vazifemiz elimizden geldiği kadar çaba göstermektir. Biz zaferden değil; seferden sorumluyuz, netice Allah’a aittir. Elbette imtihanlara uğrayacağız ama önemli olan o anlarda da inancımızı muhafaza etmektir.
Kardeşliğe İnanalım
Bir söz vardır, “Yiğit düştüğü yerden kalkar” derler. Osmanlı, mecburen bir ricat hareketi yapmış, bu topraklara çekilmiştir. Yaralı bir aslanın iyileşip güç kuvvet toplamak için kendi sahasına çekilmesi gibi…
Artık yeniden ayağa kalkmanın zamanı gelmiştir. Biz kardeşliğe inanmaya ısrarla devam edelim. Gerçekten ecdadımızı seviyorsak onların yolundan gidelim. Yoksa onlarla övünmekten bir fayda gelmeyeceğini unutmayalım.
Irkçı milliyetçilik, göçmen düşmanlığı bir Müslümana yakışmaz. Bugün Bulgaristan gibi bazı ülkeler sürekli dış göç veriyor, adeta tükeniyor. Biz de ülke olarak yıllarca beyin göçü verdik, emek göçü verdik, gençlerimizi gurbet ellere gönderdik. Şimdi elhamdülillah bir cazibe merkezi olduk. Bunu istemeyenler var.
Eğer ülkemize suç işlemek, terör faaliyeti yapmak ve benzeri amaçlarla gelenler varsa bunlarla mücadele edilecektir. Düzensiz, kaçak göçmenlikle gereken mücadele yapılmaktadır. Bunlar ayrı bir konudur ve devlet elbette bu konuda tedbirini alacaktır. Halk da bu konularda devletine yardımcı olmak istiyorsa kanunlara uygun hareket eder. Evini kiraya verirken, iş verirken kanunlara uyarsa bu mücadele etkili bir şekilde yapılır.
Devlet gerekli tedbirleri alacaktır ancak sivil insanlar kardeşliği ve merhameti unutmamalı. Elbette farklı kültürlerden gelen insanların arasında anlaşmazlıklar olabilir. Şahısların münferit hataları da olabilir. Geldiği ülkenin kurallarını bilmeyebilir, görgü kuralları farklı olabilir veya mizacından kaynaklanan davranışları olabilir. Bunlar da husumet beslemeye gerekçe yapılmamalıdır.
Ülkemizde müslüman göçmenlere karşı düşmanlık yaygınlaşırsa dünyada nasıl lider ülke olabiliriz? Bu bizi ümmetin birliği inancından uzaklaştırır, batının kuklası siyasetine mahkum eder.
Kurtuluşumuz İslam’a uymaktadır. Yolumuzda sebat edelim, tutarlı ve kararlı olalım. Biz sebat edersek Allah’ın yardımı yetişecektir. Eğer kararsızlığa düşer, zikzaklar çizersek, yeniden kavmiyetçi reflekslere dönersek, talip olduğumuz lider ülke rolüne uygun hareket etmiş olmayız. Bu tuzağa düşmemek için kardeşliğe inanmaktan vazgeçmemeliyiz.
Zaten biz ne düşünürsek düşünelim, kader bizi çağırıyor. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki ya İslam’ın emrettiği gibi kardeşler olacağız, İslam’ı yüceltmek için omuz omuza vereceğiz; ya da aramıza serpilen fitnelere kapılıp yok olacağız.
Allah-u Zülcelâl, bizleri Peygamberimize layık bir Ümmet eylesin, onun üstün ahlak ve faziletlerinden bir hisse bizlere de nasip eylesin. Amin.