Tasavvuf, Kalbi Saf Yapmak, Demektir
Efendim, bazı kesimler, “Mürşide niçin ihtiyaç vardır? İnsan kendisi tevbe edemez mi?” diyor. Cemaatler ve tarikatlar İslam’da gerekli müesseseler midir?
Seyyid İbrahim Hakkı -K.S-: İslam iman işidir. Muhatabına der: “Sana kurtuluş yolu! Gönderdiğimize iman et ve tereddütten kurtul! Hiçbir insan veya cemiyet bizim getirdiklerimizin ufacık bir nüshasını dahi ortaya koyamaz! Bu âleme boşa gelmedin, boşa gitmemelisin” Yine muhatabına der: “Seni kurtuluşa davet eden her şeyi de apaçık ortaya koymuştur!”
İşte İslam insanı imana davet eder ve icabetten sonra insanı yalnız bırakmaz. Her şeyi apaçık gösterir. Zira iman, dışı olmayan bir daire, dolayısıyladır ki, her şeyin apaçık olması da zorunluluk kesbeder. Bu itibar ile Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de bize her şeyi göstermiş yahut fikir nüvelerini vermiş ve ashap kadrosuyla da yeryüzünde İslam’ın nasıl yaşanılacağının örnekliğini sunmuş. Tövbe etmek meselesi de buna dahil…
Tövbe, insanın kendi iç muvazenesinin yerli yerine konulması için her şeye yeniden başlanması manasına gelir. Yani bütün kötülüklerden pişmanlık, onları terk ve gönül âlemini inşâ hamlesi… Peki bu mevzunun Allah nezdindeki değeri?.. Allah insanın sîretine bakar. İnsandan istediği, O’nun huzuruna arınıp gelmesidir. Yani kul olmasıdır… İnsan arındıkça ötelere muhatap olmaya doğru yol alacağına göre tövbe de, ötelere muhatap olma işinin başlatıcısı demek oluyor. O yüzdendir ki, Allah-u Zülcelâl ayeti kerimede: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.’ (Nisa, 64) buyurarak, böyle bir bidayeti (yani tövbe ederek yola revan olmayı) tek değil de, Peygamberi eşliğinde yapılmasının kıymetinden bahsediyor. Çünkü insan, Sahibine muhatap olacağı yola çıkacak. Ve Sahibi böyle kıymetli bir anın da, kıymetli bir iklimde gerçekleşmesini istiyor. O yüzden bunu Peygamberinin yanında yapılmasını istiyor. Bu mesele diğer tarafı da şöyle görünür: Allah, kulunu en değerli olarak gördüğü Peygamberinin yanına gönderip kulun, başlangıcını yani tövbe edişini Peygamberiyle yapmasını istiyor. Böylece kulun tek başına elde edemeyeceği manayı Peygamberinin yanında alacağını işaret etmiş oluyor. Kula bahşedilen büyük şeref… Mananın ne derece yüksek olduğu buradan sezilebilmeli.
Peki Efendimiz aleyhisselatu vesselamın vefatından sonra vaziyet nasıldı?
Allah-u Teala yeryüzünü Peygamberleri vasıtasıyla nuruyla doldurmuş olur da, Efendimizden sonra nursuz bırakır mı? Yeryüzünde hiç Allah’ın nurunu taşıyanların olmadığı bir an tahayyül edilebilir mi?.. Efendimizden sonra din kemâle erdiği için Peygamberlik tamamlanmış olur da, ondan sonraki insanlar kendi başlarına bırakılır mı? Peygamberimizi görenler şanslı olup ondan sonrakiler bahtsız kalabilir mi? O yüzden Allah, yeryüzünü her zaman ve mekanda kendi nuruyla dolduran insanları var edecektir. Efendimizin varisleri olan sevgililer her yerde olmak mecburiyetindedir. Bu sünnetullahtır. İşte tarikatlere bu zaviyeden bakmak gereklidir. Bu noktalar anlaşılınca tövbe de dahil diğer meseleler de daha iyi idrak edilecektir.
Muhakkak Allah celle celaluhû yolu sadece kuru bilgi ve aç kalmak, eğilip kalkmaktan ibaret değildir. Tavır, duruş, ahlak, dert edinme ve muhabbeti kapsayan hayatın bütünüdür. Bütün bunlar da ancak ve ancak görerek, yaşayarak elde edilir. Yaşayanı görerek yaşanır, seven sevilerek sevenin sevdiği sevilir.
Bu ise yüzyıllardır böyledir ve gidenler hep bu yoldan gitmişlerdir. Mesela Türk Tarihini tetkik edelim. Nice büyük insanlar çıkmış. Mevlana, Yunus, Fatih, Osman bey, Akça Koca, Yavuz Han… Ve yine o devirlerde çıkmış büyük şahsiyetler, Nabiler, Fuzuliler, Zembilliler, Mimar Sinanlar, Hayrettin Paşalar, Sokullular, Evrenoslar, Zağanoslar, Akşemseddinler? Bunlar işte tasavvuf cemiyetinin verimlerinden sadece üç beş tanesi. Tasavvufun bu meyveleri inkar edilebilir mi?
Ruhunu idealleştiren ve kendisini ulvi bir gayeye bağlayan insan modelini ortaya koyan tasavvuf nesli ile, nefsini idealleştiren insan modeli yani günümüz insanı arasındaki fark buradan sezilebilmeli. Misalen Ankara muharebesinin her tarafı çöl sıcağına boğduğu Anadolu’da nasıl bir ruh vardı da, elli yıl sonrasında İstanbul’u fethedecek çapa ulaşmayı başardı? Bunun ardındaki muazzam imanı görmek şart. O imanın tasavvuf teknesinde pak bir maya halinde sürekli canlı tutulduğunu anlamak şart.
İnsan tek doğar, tek ölür. Hesabı da bu iki tek arasındaki hayatına dairdir. İşte bu iki tek arasındaki hayat, insanı hep temas alan ve temas eden mevkiinde tutar. O yüzden insan içtimai bir varlıktır ve en basitinden aile kurması dahi onun içtimai oluşunu yani tekliği terk ederek yaşama devam edişini ihtar eder… Allah insanı yaratır da, onun ihtiyaçlarını bilmez mi? O yüzden inancımız cemaat olunuz, şeytan yalnızlara daha çok musallat olur, rahmet birliğe doğar gibi bir çok hakikat pırıltısıyla insanın yalnız başına yolunu bulmaya muktedir olamayacağını, yalnızlığın azap olduğunu, rahmetin ve şefkatin yekpare bir ruhi birlikte olduğunu işaretliyor.
Tarih tecrübe demektir. Tecrübe de ilimdir. Bir hekim nasıl ki, sürekli acillerde, ameliyathanelerde çalışarak işi öğrenir, tecrübe ehli olur ve o şekilde ihtisasını sürdürür, işte tarih de milletimize tecrübe sunan bir ilimhanedir. Hastanedeki tecrübeyi almayıp kendi başına iş yapmaya kalkan bir hekim tahayyül edilebilir mi?..
Mürşid de bu noktada anlaşılmaya başlanır. Bilmeyen nasıl bilebilir? İnsan Allah’a nasıl vasıl olacağının yolunu biliyor mu? Biliyor ise bugünkü halimiz nedir?.. Dolayısıyla insan bilmediğini itiraf etmeli. Bilmiyor ise bu, muallimlere, yol gösterenlere ihtiyacımızın itirafı manası gelmiyor mu?..
Mesele manada…
Kendisini bilen Rabbini bilir ölçüsünde olduğu gibi, kendini bilmenin kıstası nedir? Namaz kılmak mı? Oruç tutmak mı? Bunları beraber yapmak mı? Yoksa bunların hepsinin toplandığı bir manayı, işin ehlinin göstereceği bir istikamette ruhlara sindirmeye çalışmak mı? Stajyerliğini yapmamış bir hekim kitaptan okuduğu bilgilerle hastayı tedavi edebilir mi?
Mesele keyfiyette. Her kemiyet bir keyfiyete tabi olduğu için, malumat işin ehlinde manasına erer.
İşte mürşid de, irşad eden, karanlıkları aydınlatan manasında olduğuna göre, onlar birer muallim mevkiindeki keyfiyet ehlidir. İnsana bilmediklerini gösterir. İnsana kendi iç muvazenesini kurması için yol gösterir. Nasıl ki, inşa kitabı okuyarak bir ev inşa etmeyi başaramayız, bunun için bir muallime ihtiyacımız şarttır; mana inşamız için de durum aynıdır. Onun için de işin ehli lazımdır. Onun elinde pişmek gerekir.
Tasavvufta insanın düşmanları aleni olarak gösterilmiştir. Bunlar nefis, heva-i nefis, şeytan ve dünyadır. Mürşid ise kendi müridliği devrinde kendi mürşidi vasıtasıyla zaman içinde pişip bu düşmanlarla mücadele ederek sonsuzluk yolunda kendisini terbiye etmiştir. Ve kendisi de mürşid olarak insanın bu manevi düşmanlarla mücadele etmesine yardımcı olur. Çünkü kendisi ihtisas yapan bir hekim gibi o basamakları bizzat yaşayarak görmüş ve nerede ne yapılması gerektiğini tecrübe etmiştir. İnsanın gayesi de sonsuza doğru arınarak gitmek olduğuna göre bu arınışı yoluna ışık tutan birisinin eşliğinde yapmasının doğruluğu da hemen sezilir.
Allah insana bilmediğini öğretendir. Bu bilmek sadece ilim manasında mıdır? Bir Hristiyan da İslami bilgileri öğrenebilir. Fakat gayeye eremez. O halde mesele bilmenin ötesindekileri bilmektir. O da ehlinden talim edilir. İşte mürşidin bu gibi manalardan ötürü lüzumluluğu idrak edilmelidir.
Metin içinde de geçtiği gibi, Allah yeryüzünü nursuz bırakmayacağına göre kendi dostlarını her zaman ve mekana gönderecektir. İşte mürşidler bu dostlardandır. Tövbe de onlarla yapılır. Zira kitabımızda, ashabın Peygamberimizin yanında tövbe etmesindeki misalini, pak insanlarla arınmanın zaruretine işaret ettiği manasında olduğunu hemen görebiliyoruz. Peygamber efendimiz vefat ettiğine göre onun nübüvvet mührü orada kesilmiş mi olacak? Böyle düşünülebilir mi?.. Binaenaleyh Allah dostlarıyla bu devam edecek. İnsan ancak zaruret halindeyse, Allah dostlarından ırak, yahut onları bilmiyorsa, yahut aşılamayan imkanlar dahilindeyse tek başına tövbesi etmesi fakat imkan bulduğunda yine ashabın efendimizin yanında tövbe etmesi gibi, pak gönüllerin yanında tövbe edilmesi gerektiğini idrake çalışmalı. Mürşid ve tarikat de yine bu şekilde daha iyi anlaşılacak.
Evet, bu açıdan bakınca tarikatlar gerekli müesseselerdir ve tarikatlar aynı zamanda cemaattirler.
Cemaat olmak ve cemaat ile tövbe etmek Kur’anî bir emirdir “Ey Müminler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz (Nur, 31) buyurulmuştur. Madem Hadisi şerifte belirtildiği üzere “Kişi arkadaşının dini üzerinedir,” o halde dindar arkadaş edinmek ve onlarla toplanmak yani cemaat olmak gereklidir.
Bu konuda tereddüt yaşayan “99 kişiyi öldüren adam” hadisi şerifini incelerse günahkâr kişinin eski çevresini terk etmeden ve İslam’ı yaşayan cemaatlere dâhil olmadan tövbesini sürdürebilmesinin mümkün olmadığını görecektir.
Tasavvuf nedir, tasavvuf yolunda neden bir rehbere ihtiyaç duyulur?
Seyyid İbrahim Hakkı -K.S-: Tarif demek akla göre demektir, akıl ise tasavvufu ihata etmekten mahrumdur. Ancak yine de belirtelim ki Tasavvuf üzerinde sayısız tarif vardır. Her birisi söyleyenin mizacına ve erdiği keyfiyete göre şekillenmiştir.
Tasavvuf, kalbi saf yapmak, kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Biz en öz ifade ile söylersek; Tasavvuf, O’nun (s.a.v) ruh emanetidir. O’nun (s.a.v) batını ve özüdür…
İnsanın en bilmediği mevzu kendisidir. O yüzden, kendini bilen Rabbini bilir hikmeti, insanın en bilmediği mevzu olan kendisini bilmesiyle marifete ereceğinin muştusunu sunar. Tasavvuf da bunun mektebidir. İnsana, kendi hakikatini gösterme mektebi.
Tasavvufta rehbere ihtiyaç duyulma mevzusunu az önce ifade etmiştik.
Bazı kesimler, Kur’an-ı Kerim’de “Allah dostu,” diye bir şey yok, Allah bütün müminlerin velisidir, diyor. Bunu nasıl anlamak lazım?
Seyyid İbrahim Hakkı -K.S-: Bakara ve Maide suresinde müminlerin Allah’ın dostu olduğundan bahsedilmektedir. “…Allah iman edenlerin dostudur….” (Bakara 257)
“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resûlüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.” (Maide 55)
Bunlar ve benzeri ayetlerde müminlerin Allah-u Teâlâ’nın dostu olduğu vurgulanır. Evet, bütün müminler Allah-u Teâlâ’nın dostudur ancak her mü’minin dostlukta derecesi ve sevgi seviyesi bir değildir.
Mesela peygamberlerden Hazreti İbrahim Aleyhisselam Halilullah makamına layık görülmüştür. “… Allah İbrahim’i (Halil) dost edindi.” (Nisa 125)
Halil kelimesi “veli” kelimesine nazaran daha büyük ve derin manalar içermektedir. İbrahim Aleyhissam’a has bir makamdır. Dolayısıyla Peygamberler arasında bile sevgi ve teslimiyet bakımından Allah-u Teâlâ’ya yakınlık farkı vardır.
Müminlerin farkına gelince mesela Enfal Suresindeki şu ayet bu konuda delildir: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.”(Enfal, 2)
Ayeti kerimde Allah-u Teâlâ’nın anıldığı zaman kalpleri ürperen, titreyen mü’minlerden bahsedilmektedir. Sizinde kendinizden kıyas yapacağınız üzere bu herkeste bulunmayan bir makamdır ancak ayeti kerimeye göre bu dereceyi elde edenlerin olduğu bir makamdır.
Demek ki Allah-u Teâlâ’nın ayetleri veya adı anıldığı zaman kalpleri ürperen, titreyen, inanç kuvveti bakımından derecesi artan müminler vardır. Ve bu mü’minler derece olarak çok üstündürler… Buradan anlaşılıyor ki her mü’min inanç kuvveti ve maneviyat bakımından bir değildir.
Allah’ın hususi dostlarına delil teşkil eden başka bir ayeti kerime şudur:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 119)
Allah-u Teâlâ, iman eden kullarına “sadıklarla” beraber olmalarını emrediyor. Yani hepiniz sadıklarsınız demiyor, sadıklardan ayrılmayın buyuruyor. O halde her iman eden kişi sadıklardan değildir ve “sadık” olmak Allah-u Teâlâ katında, Müslümanlara kendisiyle beraber olunmasını emredeceği kadar önemli bir makamdır. Peki, Allah-u Teâlâ’nın onlarla beraber olmamızı istediği “sadıklar” kimlerdir.
Sadık; Dost, dost olan, tasdik edici, doğruyu söyleyen manalarına da gelse de Arapçada daha çok “dost” manasında kullanılmaktadır.
Sadık, Allah-u Teala’nın emirlerine sarılmakta ve nehiylerinden kaçınmakta samimi, halis bir niyet taşımak ve dosdoğru olmak, Allah’a ve Resulüne kayıtsız, şartsız itaat etmek ile Allah’a ve Resulüne dost olan demektir.
Hazreti Ebubekir Radıyallah-u anh da bu vasıfların kendisinde fazlaca toplanması nedeniyle Peygamberimiz tarafından “Sıddık” ile künyelenmiştir. Sıddık kelimesi de “sadık” kelimesinin ziyadesiyle ifade edilmiş halidir.…
Demek ki “Sadık” makamına ulaşan insanlar, “Sıddık” olan Hazreti Ebubekir’in makamından bir pay sahibidir. Ve bir bağlantı vardır. Bu bağlantı da imanın derecesinden kaynaklanmaktadır.
İşte bu kimseler Allah dostlarıdır… Allah-u Teala’ya olan yakınlıkları sebebiyle “sadık” kimseler olarak nitelendirilmişlerdir.
“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve Salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa 69)
Yine görüldüğü üzere bu ayeti kerimede “sıddıklar” Peygamberlerden sonra ve en büyük mertebeyi kazanan “şehitlerden” önce zikredilmiştir.
Allah-u Teâlâ Bakara 257’de “Allah iman edenlerin dostudur” ifadesiyle umumi dostluğunu açıkladıktan sonra hususi dostlarını beyan etmek üzere Yunus Suresinde buyuruyor ki:
“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük başarıdır.” (Yunus 62, 63, 64)
Görüldüğü üzere bu ayetlerde de Allah’ın dostlarından bahsediliyor ancak “iman” ile birlikte “takva” ifadesi de kullanılıyor. Ve onlara korku olmayacağının, üzülmeyeceklerinin ilahi bir garantisi veriliyor.
Dolayısıyla bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Allah-u Teala kendisine iman eden kulları umumi olarak bir dostluk vermiş ise de kendisinden hakkıyla sakınan, amel ve ibadette, zikir ve tefekkürde O’nun rızasını ve sevgisini kazananlara da hususi dostluk vermiştir.