Tasavvuf Ve Karşıtları

  • 05 Aralık 2016
  • 1.032 kez görüntülendi.
Tasavvuf Ve Karşıtları
REKLAM ALANI

Tasavvuf; zühd ve verâ
Abdülkerîm Kuşeyrî’ye (ö. 465/1072) göre; Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunanlara Sahâbe, sahâbenin sohbetinde bulunanlara Tâbiîn, onların sohbetinde bulunanlara Tebeu’t-Tâbiîn gibi unvanlar verildiğini, daha sonra, dinin hükümlerine büyük bir dikkatle riâyet edenlere “âbid” ve “zâhid”, zamanla ortaya çıkan bid’atlere karşı Ehl-i Sünnet seçkinlerinin her an Allah ile birlikte olma ve gafletten sakınma gayretlerine, Hicrî II. (M. VIII.) yüzyıldan itibaren “tasavvuf” denilmiştir.

Farklı görüşler ileri sürülmüş olmakla birlikte, âbid ve zâhidlerin bir tevâzu sembolü olan yün elbise giymeleri sebebiyle “sûfî” diye anılmaya başlandığı ve onların bu hayat tarzını ifade için “sûf” kelimesinden “tasavvefe” (yün giydi) fiilinin türetildiği, tasavvuf tabirinin bu fiilin mastarı olarak kullanıldığı şeklindeki görüş, hem anlam hem dil bilgisi açısından uygun bulunduğundan, genel kabul görmüştür. Tasavvuf yolunu benimseyenlere ise “sûfî” denildiği gibi, “ehl-i tasavvuf” veya “mutasavvıf” da denilmiştir.

İslami literatürde tüm hükümler, kendi meşruiyetini, Kur’an ve onun uygulama sahası olan Hz. peygamberin sünnetinden almışlardır. Kelimullah’a dayalı olmayan hiçbir yaşayış, uygulama veya anlayış, uzun vadede İslam toplumu içerisinde süregelirliğini devam ettirememiştir. Fakat tam anlamı ile Kur’an’dan, her sahada sağlam bir şekilde beslenemedikleri için bir zaman sonra hem taraftar kaybetmişlerdir hem de ortaya koydukları anlayışları da müntesip bulamadığı için izale olmuştur. Nitekim, Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat çizgisinde olmadıkları anlaşılan İslam düşünce akımları, günümüze değin gelen süreçte, etki alanlarını kaybetmişlerdir. Genelde ameli konularda eksik kalmışlardır. Amellerindeki zafiyet ise onları hikmetin gerisine düşürmüştür.

REKLAM ALANI

Hicri I. Yüzyıldan bu yana, İslam’ın uygulama sahasında en belirgin şekilde yerini alan tasavvuf, züht (1) ve verâ (2) üzerine inşa edilmiştir. Kişinin züht ve verâ sahibi olması için bunları besleyen ahlak melekeleri ortaya konularak, İslam’ın en gerekli olan amel boyutu doldurulmaya çalışılmıştır.

Halk, tasavvufa
öteleyenleri ötelemiştir
Tasavvuf anlayışındaki rükünler, asıl itibari ile züht ve takvayı besleyici erkânlardır. Bu erkânlar aynı zamanda, “İslam ahlak, iman ve hikmet anlayışını birbirinde toplayıp meczetmiş bir kurallar silsilesidir. Selef itikadından ayrılmayan tasavvuf, kendini, bu itikada muhalif düşen tüm fikirlerin dışında tutarak, günümüze değin yara almadan, bağlılarının sayısını artırarak süregelmiştir. Fakat tüm bu süreçte, İslam’ın amel yönünü hafife alıp İslami meselelere felsefe ile yaklaşan bazı İslam düşünürlerinin fikirleri de düşünce ekolleri de kendilerinin ebedi âleme irtihal etmesi ile zımmen sakıt olmuştur. Çünkü felsefi bir anlayış ile ahkâma yaklaşan İslam düşünürü, kendinden sonra gelen müsteşrikin ya da başka bir İslam âliminin ortaya koyduğu akli ya da bilimsel delil ile görüşünü inkıtaya uğratmıştır. Ve bahsettiğimiz bu cenah, günümüze değin bu süreci hikmeti öteleyen bir yaklaşım ile geçiregelmiştir.

Günümüzde ise bu silsileyi, maalesef bir takım ilahiyatçı akademisyenler devam ettirmektedirler. Bu akademisyenler ‘amel’i ve onun lokomotifi olan ‘hikmet’i, miskin sınıfı, düşünemeyen, akıl edemeyen bir kesimin öngörüleri ya da eylemleri olarak görmüşlerdir. Onların bu hâkim (ve kendini beğenmiş) tavırları, günümüzde mütedeyyin halk nezdinde karşılık bulmamıştır. Çünkü hikmet menşeli değil de lügat etraflı ya da salt akıl etrafında, yer yer nakli de tenkit eden yaklaşımları, halkın uygulama sahasında kabul görmemiştir. İslam halkı, bu duruma karşılık, aç ruhları için Cüneyt-i Bağdadi, Abdulkadir-i Geylani, İmam-ı Rabbani, Hasan-ı Basri (rahmetullahi aleyhim ecmain) merkezli bir oluşumun takipçisi olmayı tercih etmişlerdir.

Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’i incelediğimizde, ayetlerin üçte ikisinin, ahlak ve hikmeti ele aldığını görürüz. Üçte biri ise itikat ve ahkâmdan bahseder. Tasavvuf ise öğretilerinde, ahlak ve hikmet öğeleri üzerinden mesajını verir. Tasavvuf’un Kur’an ve Sünnet dışında, kaynakları arasında yer alan menkıbe, mesnevi ve risaleler de bu mesajın içeriğini vaaz ederler.

Örneğin İslâm, müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, âhirete ve manevî değerlere öncelik vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur: “Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir.” (Nâziât, 38) “Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ, 16) Tasavvufta dünya hayatına, âhiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu nokta, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’e göre, insan dünyadan çok âhireti istemelidir: “Kim âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama âhirette bir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 20; Bakara, 200; ÂI-i İmrân, 145; Hûd, 15). Kısaca servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit nimetler, Allah katında bol bol mevcuttur (bk. Nisâ, 94).

Diğer taraftan, hadîs-i şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği görülür: “Dünyada bir garip yada yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say.” (Buhârî, “Rilcâk”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 6). “Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever.” (İbn Mâce, “Zühd”, 1 )

Örneklendirmesinde bulunduğumuz tüm bu ayet ve hadisler, ahlak ve hikmeti vaaz eden nasslardır.

Tasavvuf: Kur’anî hikmet
Bu yüzden “Bu kapının başı da edep sonu da edep” veya tekkelerde ki “Edep ya hu” gibi ifadeler, tasavvuftaki ahlak düsturunu; Mürşide, Ehl-i Sünnet çerçevesinde kayıtsız teslimiyet de ‘hikmet’in sofinin kalbine dercedilmesi olarak yorumlanmalıdır (bknz. Hz. Hızır ve Musa aleyhisselam kıssası: Kehf Suresi).

Ahlak ve hikmeti kendine düstur edinen mutasavvıfların, hiçbir dönemde kendileri ile çelişmeleri söz konusu olmamıştır. Çünkü “Din nasihattir” diyen Hz. Rasulullah’ın öğretilerini; hakka’l yakin, ayne’l yakin, ilme’l yakin kendilerinde bulunduran tasavvuf ehli, günümüze gelen süreçte, hiç bir yara almadan sağ ve selametle gemilerini karaya çıkarmışlardır.

Tasavvuf ve onun müntesiplerinin haberlerini günümüze kadar sağlamca taşıyan şey ise sadakat, züht, verâ küreği ile hikmeti hâsıl eden sabır düsturudur. Nitekim Kur’an biz insanlığa neyi vahyetmiş ise tasavvuf da o vahyedileni sistemleştirip bizlerin önüne bir “yaşam kılavuzu” olarak koymaktadır. Yer yer ise nasıl bir halin bizleri kurtuluşa erdireceğini ve ne yaparsak kurtuluşa sarılmış olacağımızı belirtir:
“Allah’ın huzuruna temiz (selim) bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur.” (Şuarâ, 89; Saffât, 84; Kaf, 33)
“Allah, sekîneti (huzuru) müminlerin kalplerine indirmiştir.” (Feth, 4)
“Kalpler, Allah’ı zikretmekle itminan (huzur) bulur.” (Yûnus, 74)
İşte, örneklendirmesinde bulunduğumuz bu ayet-i kerimeler, tasavvuf öğreti ve ameller silsilesinin de mihenk taşlarını oluşturur.

Bu yüzden Tasavvuf, Kur’an-ı Kerim etraflı bir yaşam modelini, en pratik şekli ile önümüze koyuyor iken, başka bir kılavuz devşirmek ya da bu yolun doğru bir rehber olmadığı iddiasında bulunmak, okuyan körlerin kör bakışlarından başka bir bakış ile ifade edilemez.

Kur’an’ın, gerek ‘siyak sibak’ı ile gerek biz insanlara verdiği vaaz u nasihat ile tasavvuf minvalinde emirler ve tavsiyeler telkin ettiğini ve bu kapıdan feyizlenenlerin ayne’l yakin surette, Kur’an-ı Azimuşşan’ın hikmetinden nasibtar olduklarını unutmamaları gerekir.

Nitekim çokça düşünen ve düşündüğünü akıl eden bir topluluğun selamette olduğunu bizlere vahyeden Rabbimiz, elbette ki bu emirleri kendilerine düstur edinmiş bir topluluğu da çıktığı bu yolda muvaffak kılacaktır biteviye.

Kuran’ın bir bilim, bir edebiyat, bir felsefe, bir beyin fırtınası, bir tarih, bir hükümler silsilesi, lügat çerçeveli bir ilahi kitap olduğunu düşünenler, tarih boyunca, genel anlamda kendilerine taraftar bulamamaları da Kuran’ın amel ve hikmet yönünü boş bırakmalarından ya da eksik bırakmalarından kaynaklıdır… Çünkü İslam’i hayatın temellerinden birisi de Hazret-i Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin hayat anlayışı ve yaşamıdır. Hazret-i Rasulullah’ın hayatını didik didik etmeyen, ondaki hikmetleri görmeyen, elbetteki uzak hülyaların peşinden gitmek durumda bırakacaklardır kendilerini!

Kuran’ın hikmeti, ancak Hz. Rasulullah’ın sünnetinde neşv ü nema bulur. İşte, tasavvuf tam da böyle bir çizgi de postunu sermiştir. Yüzyıllardan beri, bu ‘yol’ o kadar sağlam bir damarın üzerindedir ki, müntesipleri her geçen gün artarak süregelmektedir. Üstelik hem ‘avam’ arasından hem de ‘ulema’ sınıfından.

Notlar: 1- Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühd’dür.

2- Vera: Günah ve haramdan kaçınmak için şüpheli şeylerden uzak durma, takva, ittika.

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ