TEFEKKÜR UFKU / Demokrasinin Monarşi ve Faşizm ile İmtihanı

  • 06 Mart 2024
  • 541 kez görüntülendi.
TEFEKKÜR UFKU / Demokrasinin Monarşi ve Faşizm ile İmtihanı
REKLAM ALANI

TEFEKKÜR UFKU
Demokrasinin Monarşi ve Faşizm ile İmtihanı
Dr. Cengiz Karagöz

Demokrasi söylemi toplumumuzda akademi ve sanat camiası dahil birçok kesimlerin sıklıkla kullandığı bir ifade şekline dönüşmüş durumda. Sözde eşitliğin ve adaletin bu sistemle sağlanacağı konusunda iddialar dillendiriliyor. Referans olarak da Batılı ülkeler gösteriliyor. Bir de Batılı entelektüellerin her zaman demokrasiyi desteklediklerine dair ezberler çoğu zaman dile getiriliyor.
Batılı ülkelerde modernleşme döneminde, özellikle 17. asırdan sonra, başlayan demokrasi atılımları ve tartışmaları bazı monarşileri yıkarken bazılarının yetkileri konusunda reformları tartışmaya açtı. Demokrasi düşüncesine Antik Yunan kaynaklarını tartışarak ulaştılar. Herkesin eşit doğduğu ve halkın kendini yönetmesi gerektiği söylemleri uygulamaya döküldü mü? Sadece söylemde kaldı. Kitle iletişim, kitle üretim ve tüketim sistemi etkin olmaya başladı ancak kitlelelere hükmeden merciler ise yönetici sınıf ve zengin iş adamları sınıfı oldu. Medya araçlarına üst sınıf egemen olduğu için toplumun tercihleri konusunda da kitleleri yönlendiren kesim gücü elinde bulunduran merciler oldu. Bu tabloda güçlenmeye başlayan orta sınıf Marksist düşüncenin doğuşuna ve işçilerin tepkisine yol açtı. Buna yol açan esas faktör yasaların halkın çoğunluğuna ve alt kesime sorulmadan devleti yönetenlerle zengin sermaye sınıfı arasındaki sözleşmeye dayanmasıydı.
Avrupa’da 20. yüzyılın başlarında faşist rejimlerin kabul görmesinin nedenlerinden biri de demokratik sistemlerin kapitalist sömürü sistemini güçlendirmesi ve yönetimde önceliğin sermayeyi tekelinde bulunduran zenginlerin elinde olmasıydı. Öyle sanıldığı gibi Avrupalı sanatçılar ve entelektüeller her daim demokrasi yanlısı olmamıştır. Örneğin yaklaşık bir asır önce İngiliz ve dünya edebiyatının en ünlü yazarlarından T. S. Eliot monarşik bir yönetime sıcak bakarken Hristiyan dinine dayalı bir oligarşik yapıyı destekliyordu. Yani bugünkü İran’da mollalardan oluşan yönetimin Hristiyan versiyonunu savunuyordu. Faşist İtalya ve Nazist Almanya inşa edilirken sanatçılardan, akademiden ve entelektüellerden de destek gördü. Bu okur yazar kesimin demokrasiye karşı çıkmalarının temel sebebi demokratik bir düzende sanatın ve düşünürlerin yönetimde etkili olmayışlarıdır. Demokrasi kapitalist sistemde sermayeyi yöneten sınıfın gölgesindeki kitleleri hedefleyen söylemlere öncelik verdiği için sanatın ve düşüncenin esamesi okunmaz olmuştu. Entelektüellerin prestij kazanmaları için ve yöneticilere tesir edebilmeleri için oligarşik bir düzeni savunmaları kendi avantajları için gerekliydi. Demokrasi eşitlik adı altında kitleleri avuç içinde tutmaya çalışırken deyim yerindeyse seviyeyi düşürmüştü. Demokrasinin bir asır önce faşizme döndüğünü söylersek abartmış olmayız. Halklar eşitlik adı altında kitlelere dönüştürülmeye çalışıldı ve bu kargaşa ortamında despot liderlere tutundu. Bunda basının da rolü vardı tabii.
Batı felsefesinin ve sanatının kökenlerini Eflatun ve Aristo ekolü olarak iki ana akıma dayandırmak mümkündür. Modernleşme sürecinde sanatçılar, düşünürler ve filozoflar ya Eflatun ya da Aristo kanalından beslenmişlerdir. İşin ilginç tarafı bu iki ismin de demokrasiyi kötü bir yönetim şekli olarak kabul etmeleridir. Onlara göre demokratik rejim toplumun bilgisiz alt kesiminin kendi çıkarlarını koruduğu, yozlaştırıcı bir yönetim sistemidir. Modernleşme dönemi filozoflarından da demokrasiye karşı çıkanlar vardır. Örneğin Thomas Hobbes ve en çok hayranlık duyulan filozoflardan Nietzsche de demokrasiye olumlu bakmaz. İlkelcilik düşüncesini benimseyen anarşist entelektüeller de demokratik sistemde bireylerin bir önemi kalmadığını ve verdikleri oyların içinde tercihlerinin zerre haline geldiğini ifade ederler.
Bu gerçeklerden anlaşılacağı gibi Batı düşünce ve sanat tarihinde çığır açan figürler demokratik sistemi savunmadı. Gözümüzden kaçan bir diğer husus ise sürekli örnek gösterilen İsveç, Norveç, Belçika, Hollanda, İspanya ve İngiltere gibi ülkelerin cumhuriyet rejimi ile değil monarşik bir rejimle yönetilmeleridir. Bu hanedanlıklara ülkemizde sempati ve hayranlıkla bakılır ve “bu zamanda hanedanlığın işi ne?” denmez. İngiltere’de kral ya da kraliçe aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin başıdır. Bu laiklikle ve demokrasiyle çatışmaz mı? İngiltere’de kral veya kraliçe halkla eşit değildir ve yargılanması için uç noktada durumların olması gerekir. Madem Batı dünyası demokrasinin ve eşitliğin yılmaz savunucusu, papalık makamı ve krallıklar neden hala mevcut? Neden bilinçli oldukları varsayılan Batılı toplumlar ayaklanıp bunları yıkmıyor? Neden seçimlerde halk sandığa ve demokrasiye sahip çıkmıyor da seçime katılım oranları neredeyse % 30 seviyelerine kadar düşebiliyor? Bu toplumlar yeterince bilinçli değil mi yoksa demokrasiye inanmıyor mu? Halk seçim yaparken kendi tercihini mi seçiyor yoksa basın yoluyla kendilerine dolaylı yoldan dayatılan adayları mı seçiyor?

REKLAM ALANI
REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ