Tevbe ile Evliya Olunur

  • 05 Şubat 2019
  • 3.528 kez görüntülendi.
Tevbe ile Evliya Olunur
REKLAM ALANI

Abbasi hilafeti devri; Bağdat sokaklarında bir genç adam, gecenin geç saatlerinde evine gitmeye çalışıyordu. Merv’in ileri gelen ailelerinden birine mensup olan bu genç, babasından kalan servetin de etkisiyle umursamaz bir hayata vurmuştu kendisini. Cömertliğini suistimal eden kötü arkadaş çevresi onu eğlence yerlerine alıştırmıştı. Ama bir yandan yüreğinin bir yanıyla Rabbine karşı çok mahcubiyet içindeydi.

O gece ani bastıran yağmurdan dolayı yollar çamur içindeydi. O çamurun içinde bir şey gözüne ilişti genç adamın. Eğilip aldığı zaman bir kağıt parçası olduğunu gördü, hem de üzerinde besmele yazılı bir kağıttı bu. Allah’ın adının yazılı olduğu bir kağıdın yere düşmesine, çamurlanmasına çok üzülmüştü. Evine gider gitmez ilk işi kağıdın üzerindeki çamuru silip temizlemek oldu. Sonra ona güzel kokular sürdü, öpüp yüzüne gözüne sürdü ve temiz bir yere koydu. Bişr adındaki bu genç, yaptığı hareketin Allah’ın rızasına vesile olduğundan habersiz, yatıp uyudu.

O gece Bağdat’lı bir mürşid-i kamil, rüyasında kendisine şöyle hitab edildiğini duydu:

REKLAM ALANI

“Bişr’e varıp de ki: Bizim ismimizi misk kokulu bir hale getirdin. Biz de seni misk kokulu yaptık. İsmimizi yücelttin, biz de seni yücelttik. İsmimizi temizleyip arındırdın, biz de seni arındırdık. İzzetime and olsun ki, dünyada da ahirette de ismini hoş hale getireceğim!”

O mürşid-i kamil, bu rüyayı üst üste üç kere görünce Bişr’i aramaya karar verdi. Onu arkadaşlarıyla birlikte otururken buldu. Kapıdaki adamlara Bişr’i çağırmalarını söyledi ve kendisine gördüğü rüyayı anlattı. O mübarek rüyayı duyan Bişr ağlamaya başladı ve sonra arkadaşlarının yanına gidip vedalaştı. Ardından da ayakkabılarını bile aramayıp yalın ayakla oradan çıkıp gitti. Kendisini ilme, ibadete, zühde ve tasavvufa verdi.

Bişr-i Hafi rahmetullahi aleyh, tevbe edip o mekanları ve arkadaşlarını terk ettiği anda başı açık, yalınayak olduğu için hayatı boyunca ayağına ayakkabı giymedi. Üstelik sadece kendi hayatına çeki düzen vermekle kalmadı, devrinin sayılı hadis âlimlerinden biri oldu.

Şefkat ve Müsamaha Medeniyeti

Bişr-i Hafi’nin hikayesinin geçtiği çağa ve mekana baktığımız zaman, İslam hilafetinin yaşandığı bir devir ve hilafetin olduğu kadar ilim irfanın da başkenti Bağdat olduğunu görürüz. Birçok kişi zanneder ki, İslam şeriatının uygulandığı bir yerde en ufak bir günah işleyen insanlar hemen cezalandırılır, dışlanır, horlanır ve artık toplum ona itibar etmez. Oysa İslam medeniyeti öylesine şefkatli ve müsamahalı insanlar yetiştirmiştir ki, günah yoluna sapmış bir gence merhametle el uzatılmış, ilim öğretilmiştir. Hatta ona devrin itibarlı bir âlimi haline gelme fırsatı sunulmuştur.

Bişr-i Hafi’nin hayat hikâyesi bize çok şey söylüyor. Bu hikayeden ders alarak nasıl bir medeniyete mensup olduğumuzu görmemiz ve o anlayışı yeniden hayata geçirmemiz gerekiyor. Bugün bize düşen de geçmiş günahlarına tevbe eden insanlara aynı şekilde kucak açmak, geçmişini yüzüne vurmamak, çabalarına dudak bükmemek, şevkini kırmamak; aksine onu tebrik ve teşvik etmektir.

İnsanların günahları sebebiyle ümitsizlik, karamsarlık ve şüphecilik, kalp katılığının neticesidir. Peygamber aleyhisselatu vesselam böyle insanlar için buyuruyor ki:

“Bir kimsenin ‘İnsanlar helak oldu!’ dediğini duyarsanız, bilin ki o, kendisi, herkesten çok helak olandır.” (Müslim, Birr 139; Ebu Davud; Edeb 85)

Hatalarıyla yüzleşmek ve onlardan ders çıkarmak gerçekten de tebrik edilecek bir başarıdır. Bir insanın geçmişine sünger çekmesi, yeni bir hayata başlaması, yeni bir hayat tarzına alışması kolay bir karar değildir. Bu kararında sebat edebilmesi için tevbekar kardeşlerimize destek vermemiz gerekir.

Belki birçok kişi geçmişine bir anda sünger de çekemez. İnsanın ne kadar çok istese de değiştiremeyeceği şeyler vardır. Kendi çabasıyla kendi hayatını değiştirmeye çalışsa bile, ailesi vardır, akrabalarıyla, arkadaş çevresiyle birdenbire koparamayacağı bağları vardır. Bundan da zoru nefis hilelerinden vazgeçmez. Bu sebeple tevbekar bir kişiyi adeta kanadı kırık, yaralı bir kuş gibi görmek, o zor zamanlarında anlayışlı bir şekilde desteği sürdürmek gerekir.

Allah’ı Tanıyan Ümidini Kesmez!

Günahların açtığı yaraların tamamen iyileşmesi biraz zaman ister. Bu zaman boyunca şeytan insanı yılgınlığa düşürmek için denemekten vazgeçmeyecektir. Belki birçok kişi zayıf anlarında tuzağa düşecek, tevbesinde istikrarlı olamayacaktır. Bu sefer kendisine inancı sarsılacak, ümitsizliğe düşecektir. Bunların hepsi beklenebilecek şeylerdir. Bu sebeple tevbesini bozduğu veya ayağı sürçtüğü için hiç kimse ümitsizliğe mağlup olmamalıdır.

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette Rabbimiz, “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz!” (Zümer, 53) buyuruyor. Bazı ayet-i kerimelerde ise “Muhakkak ki kâfir olan kavimden başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf; 87) buyrulur.

Âlimler bu ayet-i kerimeleri şöyle izah ederler: “Allah’ın rahmetini ve affediciliğini bilen kimse ümidini kesmez. Ancak kâfir Allah’ı tanımadığı için Allah’ın rahmetinden ümitsizdir, tuttuğu inkâr ve nankörlük yolunda ısrar eder.”

Kâfirler, Allah’ın Peygamberleri vasıtasıyla bize ulaştırdığı kelamına sırt çevirdikleri için, affını ve rahmetini müjdeleyen haberlerden mahrum kalırlar. Halbuki müminler her ne kadar hatalar işleseler de kafirler gibi, Allah’ın ayetlerine kulak tıkamazlar. Mesela bir mümin, sadece Cuma namazlarına gidiyor olsa bile, o gün başını secdeye koymasıyla Allah’ın rahmet ve mağfiretine mazhar olabilir. Hutbede duyduğu bir ayet ile hislense, gönlünde bir ürperiş, bir muhabbet, bir ümit ışığı doğabilir.

Abdullah ibn-i Abbas, radıyallahu anh diyor ki: “Mümin kimse, Allah karşısında hayır üzeredir. Çünkü musibetlerde Allah’tan ümit bekler, ferahlandığı zaman da Allah’a hamdeder.” demiştir.

İnsanın uğradığı en büyük musibet, nefsine mağlup olup, Allah’ın razı olmadığı günah ve hatalara düşmesidir. Ama ümidini kaybetmeyen mümin, Allah’ın kendisini o musibetten kurtaracağından şüphe etmez.

Bir ayet-i kerimede Rabbimiz buyuruyor ki:

“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar…” (Nisa, 116)

Ebu Zerr el-Gıfari radıyallahu anh hazretleri şöyle anlatıyor: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdular ki:

“Bana Cebrail aleyhisselam gelerek, ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer,’ müjdesini verdi,” dedi. Ben (hayretle) “Zina ve hırsızlık yapsa da mı?” diye sordum. “Hırsızlık da etse, zina da yapsa” cevabını verdi. Ben tekrar: “Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!” dedim. “Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da yapsa!”

Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam dördüncü keresinde ilave etti: “Ebu Zerr patlasa da cennete girecektir.” (Buhari, Tevhid 33; Muslim, Iman 153, (94); Tirmizi, Iman 18)

Elbette bu hadis-i şerif, son nefeste iman üzere ölen bir mümin hakkındadır. Hiç pişman olmadan, tevbe etmeden, ısrarla günah işleyen bir kimsenin imansız ölmesi tehlikesi de büyüktür. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir başka hadis-i şerifinde ise şöyle ikaz ediyor:

“Zina eden kişi zina ettiği sırada, mümin olduğu halde zina etmez. Hırsızlık yapan kişi hırsızlık ettiği sırada, mümin olduğu halde hırsızlık etmez, içki içen kişi içki içtiği sırada, mümin olduğu halde içki içmez.”(Buhari, Esribe, 1)

Anlaşılan kalpteki iman nurunun söndüğü, canlılığını yitirdiği anlarda kişi günah işler. Sonra aklı başına gelince imanı onu pişmanlığa ve tevbeye yönlendirir. Eğer yönlendirmiyorsa imanı tehlikededir, Allah korusun. Bu sebeple tevbeyi geciktirmemeli.

Tevbeyi geciktirdikçe -Allah korusun- kalp katılaşır; artık tevbe istiğfar etme ihtiyacı bile duymaz olur. O hale gelmeden önce kardeşlerimizi tevbeye teşvik etmeli. Bunun için de müsamahalı ve kucaklayıcı olmalı; geçmişteki hatalarından bahsetmemelidir.

Bilhassa anne babalar evlatlarına, kardeşler ve karı kocalar birbirlerine karşı veli olmalıdır. Konu komşu, akraba, eş dost herkes birbirinin iyiliğini istemeli, ıslahına yardımcı olmalı, ilk adımı atmalı, gelmeyene gitmeli, vermeyene vermeli, herkesin gönlünü kazanmaya çalışmalıdır.

Günahkâra Değil Günaha Buğzedin

Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh, bir gün halkın günah işlemiş olan birine kızıp ileri geri söylendiklerini gördü. Onlara şöyle dedi:

“Şayet siz, bu adamın bir kuyuya düştüğünü görseydiniz, çıkarmak için çaba göstermez miydiniz?”

“Çaba gösterirdik tabii ki!” dediler. Ebu’d-Derdâ:

“O hâlde, din kardeşinize hakaret edeceğinize, sizi o gibi durumlara düşürmediği için Allah’a şükredin.” dedi.

“Yani sen şimdi o adama buğzetmiyor musun?” dediler. Ebu’d-Derdâ:

“Ben, ona değil; onun işlediği günaha buğzediyorum. O adam yaptığı fenalığı terk ettiği takdirde, yine benim din kardeşimdir.” dedi. (Ebû Nuaym, Hilye 1/125)

Sahabe-i kiramın bu hassasiyeti, bize güzel bir ölçü vermektedir: günahkâr mümin günah ile tevbe arasında bocalar vaziyettedir. Onu dışlamak, tevbe etmesini daha da zorlaştırabilir. Halbuki el uzatmak, “Sen yapabilirsin, hataları geçmişte bırakabilirsin,” diye ümit aşılamak kendisini toplamasına yardımcı olabilir.

Hem bir tevbekarın kalbi rakiktir, hassastır. Çünkü geçmiş hataları sebebiyle mahcuptur, mütevazıdır. Allah’ın en sevdiği amel ihlaslı ameldir ve tevbe etmek de en ihlaslı ameldir. Böyle bir kişinin kalbini hoş tutup, bir insan kazanmak, bize Allah’ın rızasını kazandırabilir.

Fıkıh ve Hadis alimi Ahmed b. Hanbel sık sık Bişr-i Hafî rahmetullahi aleyhima’nın yanına gider, sohbet ederdi. Bazı talebeleri bunu garip buldular. Çünkü hocaları çok büyük bir alimdi, Bişr-i Hafi ise dünyadan el etek çekmiş, kendini zühd ve takvaya vermiş, yalınayak gezen bir derviş görünümündeydi. Ahmed b. Hanbel onlara:

“Ben fıkıh ve hadis ilmini ondan daha iyi bilirim. Ama o da yücelerden yüce Allah’ı benden daha iyi tanımaktadır!” dedi.

Allah-u Zülcelâl hepimize hata ve kusurlarımızdan vazgeçip, tevbe-i nasuh ile Dergah-ı İlahiye yönelmeyi nasip eylesin. Amin.

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ