Yaşar Alptekin’in Hidayet Öyküsü
Hayatının dönüm noktası
Manken ve sinema oyuncusu Yaşar Alptekin, şöhret ve zenginlik içinde her türlü dünya nimeti önüne serilmiş bir halde yaşıyordu. Allah ve ahiret korkusundan, namazdan bihaber bir hayatı vardı. Hatta bu hayatından doğan boşluktan dolayı, birkaç defa intihar girişiminde bile bulunmuştu. Hayatı böyle iniş çıkışlarla geçiyordu…
Bir gün, iş dönüşü eve gitti. Bir açılışa yetişmesi lazımdı. Evde ses olsun diye televizyonu açmıştı ve içeri girip hızla kıyafetlerini değiştirmek üzereyken, televizyonun açılışıyla şu cümle yankılar yaparak içeriye doldurdu: “Ünlü iş adamlarımızdan Sakıp Sabancı vefat etti. Cenazesi, yarın öğlen namazını müteakip Fatih Camiinde kılınacak…”
O an, Yaşar Alptekin için sanki hayat kablolarının kısa devre yaptığı bir an gibiydi. Hayatında cenaze namazına hiç gitmemişti ve Sakıp Sabancı’yı da hiç görmemişti. Nasıl oldu bilmiyordu, “Ben bunu aklımda tutayım ve yarın öğlen namazında cenazede bulunayım” dedi. Yolda giderken aklına geldi, Ekrem isminde bir arkadaşına telefon açtı:
– Ekrem, yarın seninle Sakıp Sabancı’nın cenaze namazına gidebilir miyiz? Diye sordu arkadaşına.
– Tamam, abi gideriz birlikte, dedi arkadaşı.
Rahmetli Sakıp Sabancı’nın vefat ettiği dönem, özel hayatında sınırları çok zorladığı bir dönemdi. Kendisini yok etmek istercesine yaşıyordu hayatı. Geceleri sabahlara kadar dışarıdaydı ve hayatına giren çıkan belli değildi. Sıfır noktasına geri sayan bir ibre gibiydi ve bu ibre, yaşadığı her şeyi daha da hızla saysın diye, sanki elinden gelen her şeyi yapıyordu…
Kalbindeki sis perdesi aralanıyordu
Ertesi gün buluştular. Tarih 12 Nisan 2004, günlerden Pazartesiydi. Üzerinde siyah deri mont, küpeler, bandanalar falan… Kendi ifadesi ile “Artist artist” gitmişti cenazeye. Yürüyüşü bile “artist”ti. Ne zaman ki avludan içeri girdi, o “artist” Yaşar Alptekin’in havası alınmaya başlanmıştı.
Sırtındaki deri mont, bir anda ona ağır gelmeye başlamıştı. Omuzları çöküyor, elleri titriyor ve her şeyi değişiyordu sanki… Ama bedeni çökerken, içinden başka bir şey, yavaş yavaş ayağa kalkıyordu. Âdeta yılanın deri değiştirmesi gibi, ruhu bedeninden ayrıldı ve insanlara bakmaya başladı. Fotoğraf makinesiyle zum yapıp detaya iner gibi her şey o kadar ayrıntılı görünüyordu…
Oracıkta öyle durmuş, insanlara bakakalmıştı. Sadece insanlara bakıyordu.
İlk dikkatini çeken, onların çaktırmadan saatlerine bakmasıydı. Birçok kişi, o kısa zaman diliminde saatine baktı: “Geç oldu zaman, bitse de gitsek, der gibi…”
Kimi insanlar: “Meşhur bir insan görebilir miyim?” diye etrafına bakınıyordu. Kimileri birbirlerine kartvizit uzatıp görüşme temennisinde bulunuyordu. İş bağlantısı kurmaya çalışır gibi!…
Orası, Yaşar Alptekin’e cenaze değil, kokteyl salonu gibi göründü. Sanki ellerinde bir tek kadehleri eksikti. Ölüm değil, bir dernek buluşması gibi bir ortamdı. Kendi kendine içinden konuşuyordu:
“Türkiye’nin en zengin adamı ölmüş, orada yatıyor; musalla taşında… O kadar çok fabrikası, malı, çevresi, şöhreti var; ama hiçbirini götüremiyor! Şu anda tabutta, sadece beyaz bir kefene sarılmış ve yapayalnız… Cenazesine gelenler de bir şey yapamıyorlar. Daha musalladan kaldırılıp omuzlar üzerinde taşınıp ebedî mekânına uğurlanmadan, unuttular onu! Hayat devam ediyor, hem de olduğu gibi…”
İşlediği günahları hatırladı tek tek…
Bir an kendini düşündü. Bir gün gelecek ve o da ölecekti…
Acaba şu tabut içinde yatan o olsaydı, ondan farklı mı olacaktı? Birlikte götürebileceği bir şey var mıydı? Ya da onu, yapayalnız çıktığı yolculukta kurtaracak iyi bir ameli olmuş muydu?
Geçmişine baktı; işlediği günahlar gözünün önüne geldi…
Ömrünü boşa geçirmişti. Demek ki, 42 sene boyunca havaya, suya yazı yazmıştı. Yaşanmış gibi gözüken bir ‘yaşanmamışlık’tı hayatı…
Bir korku sardı içini! Sakıp Sabancı ile kendini yan yana koyduğu zaman, kendini sıfır gibi görüyordu. “O hiç olmazsa birçok insana ekmek kapısı açmıştı, çalışma imkânı vermişti; iş adamlarına hayır yaptırmada örnek bir kişilik sergilemişti” diye düşündü. Ama kendine dönüp baktığında ise aynada tam tersi bir vaziyet görüyordu. Tam aksine, gençlere kötü örnek olmuş, hâl ve hareketlerinde aşırıya kaçmış, dejenerasyona uğramış bir insandı.
Yaşar Alptekin’in korkusu çok daha fazlaydı…
Bu düşünceler içinde, yavaş yavaş başını gayriihtiyarî sol tarafına çevirdi. Çınar ağacının dibinde, kahverengi bir yün örtüyle başını sarmalamış yaşlı bir kadıncağız oturuyordu.
Kadın sürekli, hiç kimseye bakmadan, sallanarak dua okuyordu. Hipnoza girmiş gibi kadına bakakalmıştı. Etrafındaki binlerce insanın sesi kesilmişti. Hiçbir şey duymuyordu. Sanki o sadece bilinç olarak orada vardı ve o kadını izliyordu.
Namaza başlamak istemişti ama…
Sonra aniden, sanki gündüz vakti, kısacık bir uykudan uyanır gibi irkilip kendine geldi. Sağ tarafına dönüp arkadaşına, daha önce hiç düşünmediği ve tasarlamadığı bir cümle sarf etti:
– Bana namaz kılmasını öğretir misin?
Arkadaşı da şaşırdı. Çünkü ona göre ve çevresindeki herkese göre de Yaşar Alptekin, bu dünyada namaz kılacak en son insanlardandı. Onun gibi bir insanın bırakın namaz kılmayı, namazı cümle içinde kullanması bile şaşırtıcıydı. Arkadaşı şaşkın bir şekilde döndü ve tekrar önüne baktı. Yaşar Alptekin tekrarladı:
– Bana namaz kılmasını öğretir misin? O da ikinci dönüşünde:
– Senin kafana bir şey mi düştü abi, dedi.
– Yoook, dedi Yaşar Alptekin.
Kendisi de şaşırmıştı aslında. Şaşkınlığı şundandı: O, böyle bir cümleyi aklından geçirmemişti. O cümle ağzından çıkıvermiş, ama nasıl çıkmıştı kendisi de bilmiyordu. Sanki kalbinden gelmişti, aklından değil. Tasarlanmış ve düşünülmüş bir şey değildi. Kendisi de şaşırmıştı haline; çünkü kendisi namaz kılmayı, böyle bir cümleyi söylemeyi planlamamıştı!
Cenazeden sonra işlerine gitmişlerdi. Arkadaşı Ekrem, akşam seccade, takke getirmiş, duaları ve yapacaklarını A-4 kâğıtlarına yazmış gelmişti yanına. Gece saat ona kadar, arkadaşı kendisine namaz kılmayı ve duaları öğretti. Tabii sabah namazına yetecek kadar… Saat 1onda gitmişti arkadaşı.
Ve gece saat iki olduğunda, tıpkı sınava çıkacak liseli bir çocuk gibi heyecanlıydı Yaşar Alptekin. Tekrar tekrar aldığı notlara bakıyordu. Hem de korkuları vardı: “Yanlış yapar mıyım? Camiden kovarlar mı?” diye kendince endişeleniyordu.
Saat ona kadar arkadaşı anlatmış, o da abdesti, namazı, duaları yazmıştı. Fakat çok büyük bir heyecan vardı içinde: İlk defa Rabbinin huzuruna çıkacaktı! Bir de: “Ya beni camiye almazlarsa!” diye düşünüp korkuyordu. “Haydi bee… Sen artist adamsın! Sen zamanında içki içtin, günah işledin, deyip de onu camiye almazlarsa?…”
Ya da namazı yanlış kılar da insanlar: “Sen yanlış kıldın, kılamıyorsun, diye camiden kovarlarsa? Herhangi bir şeyi yanlış yaparsa ve insanlar bunu fark ederse…” tarzında bir sürü soru işareti ve korku vardı kafasında.
Ve saat gecenin ikisi oldu. Artık evin içinde duramaz olmuştu. Evin içinde huzursuz, telaşlı bir şekilde dönmeye başladı. Evde yalnızdı o zaman. Annesi o günlerde memleketlerindeydi. Herkes bir yerlere gitmişti ve o evde tek başınaydı. Kendi kendine dedi ki: “Bu ev bana dar gelmeye başladı; duvarlar üstüme üstüme geliyor! En iyisi yürüyerek camiye gideyim.”
Oturduğu semtte nerede cami var pek bilmiyordu. Geçerken gördüğü, mimarisini beğendiği bir cami vardı, ona gitmeye karar verdi: Kozyatağı Mehmet Çavuş Camii… Oraya yürüyerek gitti. Yürüyerek gidiyordu ama korkuları hâlâ devam ediyordu: “Beni kovacaklar mı? Camiye alacaklar mı? Yanlış bir şey yapar mıyım?” Saat gece iki buçuk gibiydi.
Camiye vardı. Aylardan Nisan’dı. Nisanın on üçü, günlerden Salı… Hava serindi ve üşüyerek gitmişti. Gündüz sıcak, geceyse bir hayli serin oluyordu. Orada bir süre bekledi; çünkü camiler hep açık zannediyordu. Her saat, her gün açık zannediyordu camileri. Oysa cami kapalıydı. Bekledi orada heyecan içinde. Tabii üşüyordu aynı zamanda, ince giyinmişti.
Âdeta bir kedi gibi caminin önünde korkuları ile birlikte bekliyordu. Yaklaşık iki-üç saat geçmişti.
Sonra yaşlı bir amca geldi. Kırmızı, kısa kollu, el örgüsü bir hırka giymiş, beyaz kısa sakallı bir adamcağızdı.
– Selamun aleykûm, dedi. Kapıyı açtı ve içeriye girdi. Aynı korkuyla peşinden o da içeriye girdi. Kendisini görmesinler diye de sütunların arkasına gizlendi. Yanlış kılarsa onu görmesinler diye… Oturdu ve camiyi izlemeye başladı.
Daha önce de camiye gitmişti elbette. Sultanahmet Camii, Selimiye Camii, Süleymaniye Camii… Bu camileri ziyaret etmişti. Ama o zamanlar bir Fransız turist gibi, bir Amerikalı veya bir İngiliz gibi gitmişti. İlk defa bir camiye ibadet niyeti ve yüreğiyle gitmişti şimdi.
İnceliyordu caminin bütün figürlerini, bütün nesnelerini; hatta halılarını bile… Her şeyi inceliyordu. O sırada yaşlı bey amcalar geldi. Birbirlerine hâl hatır sordular, sonra hepsi dizildi en öne. Camide de topu topu sekiz veya dokuz kişi vardı. O ise cesaret edemiyordu onların yanına gitmeye!
İçinde depremler yaşıyordu
A-4 sayfalarını yere koymuştu arkadaşı Ekrem. Sabah namazı kılacağı için kaç rekâttır, neler okunur, hepsini çalışıp öğrenmişti. Hepsine bir öğrenci gibi çalışmıştı tek tek. Hem de defalarca… Bütün namaz dualarını/surelerini, daha gitmeden ezberlemişti.
Camide tam diz çökmüş yerde otururken, bir sesle irkildi aniden! Ezan sesini duyduğu zaman, bütün organları, hatta en küçük hücreleri bile zangır zangır titremeye başladı!…
İşte bu, yıllardır hasret kaldığı ezandı. Bu, Sultanlar Sultanı olan Rabbinin çağrısıydı. Onlarca yıl bu sese kulak tıkamış, Rabbinin davetine sırtını dönmüştü. Ama şimdi çepeçevre kuşatmış, âdeta onu şefkatle kucaklamış, bağrına basıyordu bu güzel çağrı.
Ayağa kalktığında hâlâ titriyordu. Ezan sesini daha önce de duymuştu ama ilk defa o kadar kuvvetli, o kadar derinden hissetmişti. Başkası fark etmedi belki titrediğini ama o içinde bir deprem yaşıyordu…
Sütunların arkasındaydı ve âdeta cemaatten saklanıyordu. Ve öyle bir namaz kılmıştı ki… Dünyevî hiçbir şey düşünmeden; faturaları, annesini, babasını, kızını düşünmeden öyle bir namaz kılmıştı ki…
İşte, bir köle olduğu hâlde, onlarca yıldır kaçtığı Efendisinin huzurundaydı. Onu yaratan, besleyen, büyüten, her ihtiyacını karşılayan, âdeta koskoca kâinatı ona bağışlayan Sultanlar Sultanı Allah-u Zülcelâl ile beraberdi.
O ilk namazın lezzeti her aklına geldiğinde ilerleyen zamanlarda şöyle diyordu: “Allah’ım, ne olur, o ilk namazın lezzetini bir kere daha nasip eyle! Allah’ım, ben o namazın kıymetini bilemedim o zaman, o anın kıymetini bilemedim. Ne olur bir kez daha o lezzette bir namazı kılmayı nasip eyle!”
Namazla bakışları bile değişmişti
O gün, camidekiler de farklı görünmüştü kendisine. O cemaat sanki kıyama duran, rukûya eğilen ve secdeye giden nurdan siluetler gibi görünüyordu gözüne. Bambaşka, farklı, dünya mekân ve zamanının üstünde, bir boyuta dâhil olmuştu sanki.
Namaz ve dua bitince, herkesin çıkmasını bekledikten sonra camiden çıktı. Caminin kapısını açtığında, dünyaya bakışı değişmişti. Bahçedeki çınar ağacının yaprakları dikkatini çekmişti. O an bütün yaprakların secde ediyor gibi, aynı anda, aynı hareketi yapıyor olmalarını görmek onu çok etkilemişti. Ve çınar ağacında serçe kuşlarının, bülbül gibi ötüyor olduğunu görmüştü.
Serçeler, serçe gibi değil, bülbül gibiydiler. Sanki namaz kılmasını ona müjdeliyorlardı. Tüm kâinat sanki namazını ona müjdeliyordu!
Sanki her şey başka görünüyordu. Farklı bir dünyaya girmişti. Ağaçlardaki en küçük yaprakların, en küçük ayrıntılarını dahi görebiliyor, bir kenardaki küçük bir çimin kokusunu dahi alabiliyordu. Sokak lambaları, ışıklar, gökyüzü, yol, evler, her şey daha renkli ve daha canlıydı sanki.
Oradan eve nasıl gittiğini bir türlü hatırlayamadı daha sonraları.
O gün camiye gitti ve “bakan gözleri”, “gören gözlere” dönüştü. Her gördüğü, ona Rabbini hatırlattı ve yüzündeki tebessüm her geçen gün daha da arttı. Yaratılan her şeyi görmeye ve hissetmeye başlamıştı. Ve her gördüğü şey ona Allah-u Zülcelal’i hatırlattı.
Belki de Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin: “İman, insanı insan eder; belki insanı sultan eder.” sözlerini yaşamaya başlamıştı…