Zengin Olunca Da Allah’ı Unutmamak Lazım
Niçin iki yakamız
bir araya gelmiyor?
Biraz kırıcı, biraz kötü niyetli, biraz itici gibi gelebilir ama şuna kesin olarak inanmalıyız ki, biz Müslümanların başına gelen bela ve musibetlerin çoğu bizzat ellerimizle yaptıklarımızdandır.
Bununla ilgili Arapça’da şöyle bir özdeyiş var: “Ceza, amelin cinsindendir” (El cezau mincinsil amel). İyi niyetle yaptıklarımız bile, yanlış bir mecrada olduğumuzdan, aksül amel oluyor ve kötü neticelerle bize geri dönüyor.
Yaşadığımız bu karmaşa hali için oturup yine ‘ben’ eksenli, yeni tanımlamalar yapıyor ve çıkış yolu arıyoruz.
Bu gün İslam âleminin dört bir yanında, onca eziyet ve sıkıntılara rağmen, onca çalışmalara rağmen, İslam’ın gül ve laleleri bitmiyor. Tam tersine şirk, küfür ve nifak dikenleri bitiyor.
Bunun elbette bazı sebepleri vardır. Bunun en başta gelen sebeplerinden bir tanesi şudur; Müslümanlar sosyal konumları değiştiğinde veya servet sahibi olduklarında, iddia ettikleri gibi İslam’ın emirlerinde riayet etmiyorlar.
Biz bu yazımızda, Müslümanların genel durumundan ziyade, varlıklı Müslümanların durumlarıyla ilgili gözlemlerimizi paylaşacağız.
Batı sermayesinin temsilciliğini yapan çok uluslu sermaye temsilcileriyle ilgili tek kelime etmeyeceğiz. Onların durumu zaten belli. Daha çok bize yakın duran ve bizimle aynı söylemleri paylaşan ve kendilerini dindar gösteren bir zengin zümresi var. Biraz kenarından kıyısından onların durumlarını irdeleyeceğiz.
Lüks ve israf çılgınlığı
Bu kesim üzerine dikkatlerimizi yönelttiğimizde, birçoğunun bireysel yaşamlarında israf ve lüks içinde olduklarını görmekteyiz.
Son on-onbeş yıldır; yaşam tarzlarıyla, kılık kıyafetleriyle, adeta bir ‘Müslüman sosyete’ (!) imajı oluşturdular. M. Şevket Eygi ağabeyimizin dediği gibi hanımına 400 YTL değerinde çorap alanları bile var. Veya hanımlarının başlarındaki Vakko, Pierre Cardin marka eşarplarla, daracık-minnacık, sözüm ona mesture kıyafetlerle dikkat çekiyorlar. Farklı adreslerde müteaddit evlilikler yapmakla, diğer Müslümanlardan farklı bir zümre oluşturdular.
İş hayatlarında da İslami hassasiyete sahip değiller. Çalıştırdıkları insanların alın terini önemsemiyorlar. Emeğin kutsallığını hafife alıyorlar. Serbest piyasa standartlarının şemsiyesi altına sığınıp işçiye, çalışana karın tokluğunu bile reva görmüyorlar.
Hani biz Müslüman’dık? Davaya hizmet için zengin olmak gerektiğine inandığımız için bu yola girmedik mi? Şimdi bu yaptıklarımız Müslümanlığın neresine sığıyor?
Durum böyle olunca da Allah Teala onların ticaretinden bereketini esirgiyor adeta. Yoksa İslami söylemlerle bir araya gelen onca holdingler, onca şirketler niye peş peşe patır patır döküldüler. Hem İslam’ı savunacaksın, hem kendi işinde ve aile hayatında yaşamayacaksın. Adeta “bu çorba kokmuş ben içmiyorum siz için” demektir ki bu da sosyal ve ameli nifakın bir göstergesidir.
Başımıza gelen musibet ve belalara bir bakın. Gerçekten samimi isek, niçin nefis muhasebemizi yapmıyoruz? Ahlakımızı ve yaşantımızı mercek altına almıyoruz? Hemen kolay yollu olarak ehli dünyayı suçluyoruz.
Sorunların sebebi yine biziz
Neden? Çünkü nefis muhasebemizi yaptığımızda, yaşanan sıkıntıların çoğunun bizim elimizin kazancı olduğunu anlarız. Bu durum doğal olarak, kendimizde bir değişiklik yapmak zorunluluğunu ve zahmetini doğurur.
Doğal süreci içerisinde bir insan topluluğu, tabii bir değişim yaşamadıkları vakit başkalaşırlar. İşte, bugünkü halimiz maalesef bu.
Bediüzzaman Said Nursi’ye (rahmetullahi aleyh) bakın. Yaşadığı baskı ve sıkıntıların siyasi olmadığını, aslında kendisinden kaynaklandığını, ehli dünyadan şikâyetinin olmadığını söyler ve bu vaziyeti şöyle tanımlar (ki O ariflerden bir insandı.) “…. Hem ben onlara müracaat ve dehalet ettikçe; âdil olan kader-i İlâhî, beni onların zalim eliyle tazip edecektir. Çünkü onlar diyanete merbutiyetimden beni sıkıyorlar. Kader ise benim diyanette ve ihlâsta noksaniyetim var, ara sıra ehli-i dünyaya riyakârlıklarımdan dolayı beni sıkıyor. Öyle ise şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehli-i dünyaya müracaat etsem, kader der: ‘Ey riyakâr! Bu müracaatın cezasını çek!’ Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya der: ‘Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal!” (Mektubat 16. Mektubun zeyli)
Hz. Peygamber (sav) dönemini incelediğimizde, şunu net bir şekilde görüyoruz. O’nunla mücadele eden Mekkeli zenginlerin menfaate, israfa ve sefahate dayalı bir düzenleri vardı; onlar günümüz tabiriyle “çöl kapitalistleri” idiler. Ve sadece uhdelerinde tuttukları mallarını keyiflerince harcama derdindeydiler. İnsanların değeri, maddi ölçülerle biçilirdi. Hatta fakirler, eşya muamelesi görürdü.
Peygamberimiz Allah’tan aldığı emirle, sosyal adalete dayalı İslam inancını yayıyordu. İşte, asıl onları çıldırtan ve iflah olmaz kin ve nefretle Resulüllah’a karşı mücadeleye iten de bu zihniyetti.
Mekke’de Allah’ın razı olmadığı ekonomik ve sosyal bir sistem vardı; düşünsel alt yapısını zorbalığın oluşturduğu bu sistem, tamamıyla paranın, yani sermayenin toplumun bir kısmında serbestçe toplanması ve ardından da, sermayenin vereceği kuvvetle, bu kesimin mağrur ve şımarık bir şekilde insanlara zülüm etmesine dayanıyordu. Sadece kazanca dayanan, tüm inançların ve ahlakın bir kenara atılıp para üzerine kurulmak istenen bir dünyanın sistemiydi o.
Allah Resulü’nün (sav) getirdiği sistem ise yüce Allah’ın Kuran-ı Kerim’de beyan ettiği “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) hâline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir). Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7) ayetinde açıkça belirtilmiştir.
Söz başka, icraat başka!
Günümüzde Allah Resulü’nün (sav) getirdiği sisteme uyması gereken, kendilerini dindar addeden zengin zevatın söylemleri ve yaşam tarzları da birbiriyle uyumlu değil.
İslam sadeliği emreder, onlar debdebe ve gösterişle yaşarlar. İslam tasarrufu emreder, onlar israf içindedirler…
İhtiyaçların sınırsızlığı ve arzuların doyumsuzluğu karşısında ne yapacaklarını şaşıran bu insanlara tüketim virüsü bulaşmıştır. “Mutlu olmak için çok tüket. Çok tüketmek için çok satın al. Çok satın almak için çok paran olmalı. Çok paran olması için çok çalış. Çok parayla daha çok tüket.”
Bu fasit zihniyet, her şeyiyle İslam’a zıttır ve Allah’ın kahır ve gazabını celbedebilecek bir anlayıştır!
Türkiye’de değişik dallarda ticari faaliyetlerde bulunan ve kazançlarının temiz, helal olduğunu iddia eden bazı zengin firmalar var.
İslam iktisat hukukuna göre, satılan malın helal olması gerekir. Ayrıca cisminin de temiz olması gerekir. Mesela içki necistir, pisliktir, alım ve satımı da haramdır ama tezeğin kullanımı haram değildir. Fakat özü necis olduğundan, ticareti haramdır.
Şimdi bu küçük bilgilendirmeden sonra, şunu rahatlıkla diyebiliriz. Bir Müslüman’ın, sattığı mamulün helal, temiz ve insanlığa faydalı olması gerekir. Müslümanların toplumsal yaşamları içerisinde bunlara dikkat etmeleri gerekir.
Ülkemizde “tesettür” adı altında onlarca giyim firmaları var. Bunlar, ürettikleri mamullerin İslam fıkıh ve ahlak sistemine uyup uymadığı noktasında hassas değiller.
Hatta kızlarımızın ve kadınlarımızın, giyim noktasında tamamıyla İslam’ın çizgisinin dışına çıkmalarına sebep oldular. Pardösüler daracık, etekler minnacık, renkler tamamıyla dikkat çekici! Kadının kadınlığından kaynaklanan cazibe ve güzelliğini örtmüyor.
Tesettür Müslüman kadının özgürlüğüdür. İyice örtündükten sonra, kadın elbette dışarı çıkabilir. Bu giyim firmaları, tamamıyla kadının cinselliğini ortaya çıkaran ve İslam tesettür emirlerine uymayan ürünler koydular ortaya. Para kazanmak için her şeyin mubah olduğu, hiçbir ahlaki değeri kale almayan bu anlayış, İslami değildir. Şeytanidir.
O zaman, içki satan adamın günahı ne? O da para kazanıyor. Evet, paradan daha değerli şeyler var. Hele, para kazanırken gayri meşru yöntemleri ve Allah’ın dinini kullanıyorsanız, bu istismardır ve Gayretullah’a dokunur. Ve Ziya Paşa derki;
Lanet ola ol maleki tahsiline anın
Ya din ola ya ırz-u ya namus ola alet
Fakir-Fukarayı Görün Artık
Üzülerek belirtmek gerekir ki yaşadığımız bu zamanda ve İslam memleketi olan bu vatanda, kendilerini toplumun diğer fertlerinden daha “havas” gibi ayırt eden Müslüman zenginlerin durumu pek iç açıcı değildir. Belki çoğunun sermaye birikiminde, gariban Müslümanların onları tercih etmeleri veya bağışları vardır. İnsanlar bu fakirlik zilletinden kurtulmak için neleri bağışlamadılar ki.
Bu gerçek ortadayken, paranın pulun, bozulmuş bir topluluğu, düzeni ayakta tutmadığı gün gibi açıkken, bu insanlar, içlerinde büyüdükleri, aynı kaderi paylaştıkları, bu fakir ve gariban çevrelerini nasıl unuttular?
Hadi unuttular diyelim, hani bu mal maksat değil sadece araçtı ve onun gerçek sahibi Allah’tı? Ne oldu? Birden anlayışlarımı mı değişti? Hani kendisi tokken komşusu aç yatan bizden değildi? Hani mülk Allah’ındı ve kişi onu istediği gibi harcayamazdı?…
Bugün yaşadığımız toplumda, yüz binlerce insan, kedi ve köpekler gibi çöp tenekelerinden ekmek kırıntısı arıyor ve bu şekilde yaşamaya çalışıyorlar. Geleceğe ümitsiz bakıyor bu insanlar, karınları aç ve geleceklerinden endişeli.
Bazen düşünüyorum da bu Müslüman zenginler, acaba Ankara’da Gümüşköy “gettolarını” kurmadan önce Mamak’ta, Altındağ’da, Baraj Mahallesi’nde veya Hasköy’de oturdukları dönemlerdeki o eski komşularını nasıl unuttular? O samimi ve her şeyi bedelsiz olan o güzelim insanları…
Acaba, İstanbul’da Başakşehir’i kurmadan önce, Eyüp’te, Sarıgöl’de, Alibeyköy’de, Bağcılar’da, Fatih’te beraber yaşadıkları o güzelim insanları nasıl unuttular?
Ben derim ki siz, arada bir de olsa gidin Eyüp’ün o arka sokaklarına. Mesela, Bülbüldere Caddesi’ne veya Kırk Merdiven Caddesi’ne gidin ve akşamüzeri bodrum katında yaşayan o insanların, ölüler gibi yeryüzüne çıkışlarını seyredin.
Onlar biraz temiz hava almak için kaldırıma otururlar ailece. Çekirdek çıtlatırlar yada çay içerler. Olmadık geleceklerine dönük hayaller kurar, sohbet ederler…
Gelen gecen arabalar onların üzerine tozları savurur ve egzoz dumanları arasında kaybolurlar. Ama onları görebilecek durumda mısınız bilemem.
Bildiğim tek şey, Resulü Ekrem (asv) garibanlarla başlamıştı davasına ve o insanlar ona vefa gösterdiler, canlarıyla onu korudular. Resulullah da bir ömür boyu o gariban insanların yaşam standardında yaşadı. Bazen evinde ekmeği olmazdı, aç kalırdı. Ama ısrarla onlar gibi yaşadı. Üzülerek belirtmek gerekirse, bu dindar görünen sermaye sahipleri, o nebevi hatıradan çok uzaktırlar. Bakın, yıllar önce Ziya Paşa, sanki bu halimizi görür gibi şöyle demiş;
Din ile iman akçedir erbabı gınada
Namusu hamiyet sözü kaldı fukarada
Rivayet edilir ki bir bayram arifesinde, Hz. Ömer (ra) Efendimizin kızları yanına gelip “Ey babamız, bayram geliyor ve herkes kızlarına güzel kıyafetler alıyor bize de alır mısın?” Hz. Ömer Efendimiz, kızlarının bu isteğine dayanamaz. Ve haznedara şöyle bir pusula yazar; “Eğer mümkünse, bana önümüzdeki ayın maaşından şu kadar avans gönder.”
Bu not haznedara ulaştığında, haznedar okur ve notun arkasına şu ibareyi yazar ve geri gönderir; “Ey emirel müminin, senin, önümüzdeki ay yaşayacağına bir garantin var mı ki hak etmediğin maaşından avans istiyorsun?” Hz. Ömer Efendimiz, bu notu okuyunca, “Siz babanızın cehenneme gitmesini mi istiyorsunuz?” deyip ağlamış ve o pusulayı ağlayan gözlerinin üzerine koymuştu.
Zengin-fakir tüketim yarışında
Peki, ya servet sahibi olmayan Müslümanların hali çok mu güzel? Üzülerek belirtmek gerekirse, hiç de iç açıcı değil. Onlara da şiddetli bir şekilde tüketim virüsü bulaşmış ve amansız bir tüketim yarışına girmişler.
Bir an, bu dünyanın bir misafirhane olduğunu ve burada kiracı olduklarını, ne zaman evden çıkarılacaklarını tam bilmediklerini unutmuşlar.
Bosnalı Müslümanların başına gelen felaketten sonra, onları ziyaret eden Müslümanlara; “Sırplar silah alırken ve İslam’a düşmanlığı körüklerken, biz zevku sefadaydık. Habire evlerimizin mobilyalarını değiştiriyorduk” demişler.
Dilerim Rabbim, içimizdeki gafillerin yaptıklarından dolayı bize de gazap etmesin.
Dilerim Rabbim, varlıklı Müslümanların pusulalarına, Hz. Ebubekir’i koysun, Hz. Osman’ı koysun. Onlar zengin Müslümanlardı ve tarih onların asil, şerefli ve erdemli davranışlarıyla aydınlanmıştır. Fakir Müslümanların pusulasına da Ebu Zerri Gıfari’yi, Selmanı Farisi’yi koysun, inşallah.
Dünyalıklarımızın kalbimizde Allah’ın davasından daha sevgili olması durumunda, Allahu Teala’nın bizi nasıl uyardığına bırakalım. “De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.”
Yazının başında demiştim, biraz kırıcı, biraz itici gelebilir ama Allah da şahittir ki yazdıklarımız kimseyi yermek veya herhangi bir topluluğu karalamak için değildir, sadece kardeşçe bir uyarıdır. Çünkü hepimiz aynı gemideyiz.
“Allaha itaat edenler ve etmeyenler, aynen bir gemideki kavme benzerler. Onlar yerlerini kura ile paylaşmışlardır bir kısmı alt katta, bir kısmı güvertede yaşıyor. Alt kattakiler su ihtiyaçları için üsttekileri sürekli rahatsız ederler. Eğer üsttekiler görevlerini yerine getirmezlerse, alttakiler de kendi paylarına düşen yerden bir delik açma meyli başlar ve cemiyet gemisi batar. Üsttekilerle alttakiler beraber helak olur giderler.” (Hadisi şerif)
Üsttekiler okumuşlar, kanaat önderleri ve zenginlerdir. Sağlıklı bir cemiyet hayatı için herkesin görev ve sorumluluğunun bilincinde olması lazım. Allah Teala yarın, yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan hesap soracaktır.
Allah Teala sözümüze uygun amel, amel ve sözümüze uygun niyet, söz, amel ve niyetlerimizi de Resulüllahın sünnetine muvafık kılsın. (Âmin)
Allah farkındalıklarımızı artırsın inşaallah.