Zor zamanlarda İslam’ı tavizsiz yaşayanlar…
Kıpkızıl kar
fırtınası
Takvimler 1 Ocak 1900’ü gösterdiğinde, sanki koca dünyanın üzerine bir kar yağmıştı. Bu kar; açlık, gözyaşı, acı, nefret, kin, sefalet, kan ve ölüm getirdi insanlığa.
Bu acılardan en çok etkilenen ise; hiç şüphesiz Ümmet-i Muhammed oldu. 1900’lü yıllara girerken; iki bağımsız İslam devletinden söz edebilirdik; birisi Osmanlı, diğeri İran. Çok geçmeden İran işgale uğrayacak, onu Osmanlı Devleti’nin paylaşımı takip edecekti.
Türkistan, Rus; Hindistan ve Mısır İngiliz işgalindeydi. Doğu Türkistan’da Çinliler, Müslümanlara kan kusturuyordu. Endonezya ve Malezya zor durumdaydı. Balkanlar tam bir kan deryasıydı. Osmanlı da işgal edilince, yeryüzüne artık tam anlamıyla kar hâkimdi denilebilir. Camilere, medreselere, tekkelere, Müslüman topraklarına kar yağıyordu. Ama bu kar rahmet olan beyaz kar değil; kandan ve acıdan kıpkırmızıydı.
Müslümanların gözyaşlarını silecek insan yok dense yeriydi. Soykırımlar, işkenceler, sürgünler ve zulüm artık Müslümanların azığıydı. Üsküp; Skopje olmuştu. Saraybosna; Sareyova olmuştu. Ümmet-i Muhammed’e acıyan da yoktu. Medeni Batı’nın derdi de değildi Müslümanlar. Onların derdi paraydı, kendi dindaşlarıydı. Müslümanlar ırkçılık başta olmak üzere türlü illetlere müptela olurken; medeni (!) Batı ellerini sevinçten ovuşturuyordu. Müslümanların çektikleri ciğerleri püryan ederdi. Ama gel gör ki; Batı kulaklarını tıkamış, gözlerini kapatmıştı.
Bir tek onlar; Müslümanların acıları ile yüreklerini dağladılar. Ayağı sürçen bir Müslüman için bile gözyaşlarını akıttılar. Onlar ulvi ruhlardı. Onlar kudsilerdi.
20’nci asırda, kandan kıpkızıl kar ile örtülmüş dünyada, onların ayak izlerini süreceğiz. Yolumuz kâh cephelere uzanacak; kâh camilere uğrayacağız. Bazen darağaçlarını seyredeceğiz, bazen Medrese-i Yusufiye’ye düşecek yolumuz…
Kudsî nefesler
Kudsîler; öyle bir halet-i ruhiyeye sahiptirler ki kâh Yunus olurlar, kâh Yavuz olurlar. Bazen Esad Coşan Efendi Hocamız gibi çöpe attıkları böceğin hayatını düşünüp namazı bozarlar, bazen de Ahıskalı Ali Haydar Efendi gibi ilk Türkçe ezanı okuyan Hafız Saadettin Kaynak’ı Fatihte Yavuz Selim Camisinde asa ile kovalarlar.
İmâm-ı Şâfîi’nin diyarına; Mısıra uzanıyoruz. İngiliz işgali altındaki Mısır; Cengiz Hanı durduran Sultan Baybars’ın diyarı değil artık… Kudus’ü Haçlı işgalinden kurtaran şarkın kudsî sultanı Selahaddin Eyyubî’nin memaliki değil sanki… Oryantalistlerin, aklı karışıkların, kendisine, kendi insanına yabancılaşmışların diyarı artık…
Mısır’ın gülleri
Ama bir sevk-i ilâhî Anadolu’dan iki güneşi, iki kutubu Mısıra yolluyor. Osmanlı’nın Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi ve ders vekili Muhammed Zâhid Kevserî bir sevki ilahi ile bir emr-i rabbânî ile Mısır yollarındalar…
Zahir’de zoraki bir gidiş, bir sürgün ama mana âleminde; Mustafa Sabri Efendi “Mevkiful Akl”ı yazması; Zâhidül Kevseri “Tenîbül Hatib” ile Ehl-i Sünneti müdafaa etmesi için gönderiliyorlar. Mısır’da oryantalistlerin; Batılılaşmış aydınların planlarına iki büyük darbe vuruyorlar. Mucizeyi inkâr edenlerden tutun da her türlü fikri karışıklığın yer bulduğu Mısır; bu iki güneşe çok şey borçludur.
Mısır dendi mi akla; Hasan-el Bennâ gelir. Mütebessim çehreli, hilm ehli bu Şâzelî Dervişi; Batılılaşmanın zirvede olduğu devirde gençliğe sahip çıkar. Gecesi gündüzü ümmetin gençliğine ağlamakla geçer. Salt ağlamaz. Kurduğu teşkilatla ümmetin acılarına merhem olmanın derdindedir. Ama gelin görün ki elim bir suikast ile Hasan-el Bennâ şehitler kervanına dâhil olur. Ya Seyyid Kutub? O da boş değildir ha. Önceleri sosyalist bir fikri yapıya sahip olsa da sonra İslam’a yönelir ve Hasan-el Bennâ’nın İhvan’ına girer. O’nun da sonu aynıdır. Ama bu sefer zındıka komiteleri işi kılıfına uydururlar. Seyyid Kutub’u darağacında idam ederler.
Darağacı dedikte; ya İskilipli Âtıf Efendi? O da bir darağacı kurbanı. Anadolu Müslümanları kendilerine yabancılaşmasın diye bir eser yazar; Frenk Mukallitliği ve Şapka. Tarih 1923’tür. Milli Eğitim Bakanlığı okullara tavsiye eder. Ama gelin görün ki; iki sene sonra; üstelik kanun maddesi geriye doğru işletilir ve İskilipli Âtıf Hocaefendi idam edilir.
Tarikat-ı Sünûsîyyenin yiğitleri
Ya Ömer Muhtar? Libya’da darağacına çıkarılan yetmişlik aslandan bahsediyoruz. Bu Sünûsî Dervişi; Libya’da İtalyanlara otuz yıla yakın kök söktürdü. Yetmiş yaşına rağmen, cihat meydanlarında inandığı dava uğruna ter döktü. O’nun da sonu şahadetti. İtalyanlar göstermelik mahkeme ile darağacına yolladıklarında ağzından; “Ey mutmain olan nefis…” ayeti çıktı.
Sünûsîliğin bir diğer kahramanı; Seyyid Ahmed’i de zikredelim. 1911’de İtalya’nın Libya’yı işgali üzerine ilk cihat bayrağını açan; Halifenin ordusuna yardım etmek için Cemal Paşa’nın Mısır (Kanal) Seferi esnasında, İngilizlere arkadan saldıran bir diğer çöl aslanından bahsediyorum. Anadolu işgale uğrayınca buraya koşan; köy köy dolaşıp Kuvvây-i Millîye’ye destek isteyen bu Sünûsî Şeyhi Seyyid Ahmed eş-Şeriften…
Anadolu’nun işgaline
karşı duran şeyhler
Cihad dedik ya; Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar Doğu Anadolu’yu işgale başlar başlamaz, Norşinli Şeyh Muhammed Diyâuddîn alır dervişlerini ve koşar Bitlis Müdafaasına. Artık vird örtüleri kefen olur. Şeyh Muhammed Diyâuddîn (ks) da kolunu bırakır Bitlis cihadında.
Fatih Camii’nde 1914’te bir başka Hâlidî Şeyhi, Ali Haydar Efendinin okuduğu cihad fetvasını duyar da; durur mu dervişler? Erzurum’un Taşkesen ilçesinden Şeyh Abdurrahman Tâğî’nin silsilesinden bir başka Hâlidi Şeyhi, Şeyh İbrahim Efendi de koşar cepheye… O da ayağını bırakır cephede ve ömrü boyunca aksayarak yürür.
İşte, böyle bir Allah aşkına sahip sufileri tutabilir misiniz? Baskı, sürgün yıldırır mı onları? Onlar mekân ve zaman tanımayan âşıklardır. Aşk-ı ilâhi kalplerini dağlamıştır, durmazlar. Yarım bıraktıklarını illa ki takipçileri tamamlarlar.
İskilipli Âtıf Efendi’nin koğuş arkadaşı Mevlevî Meşâyıhından Tâhir Efendi (Tâhirü’l Mevlevî; Tahir Olgun) o zor devrede oturur Mesnevi’yi şerh etmeye başlar. Üstelik şerh, Ehl-i Sünnet’e göredir. Bektâşîleşmiş Mevlevilikten uzaktır, ancak eseri tamamlamaya ömrü kâfi gelmez; şerhi, talebesi Mesnevîhan Şefik Can Dede tamamlar. İki şârih arasındaki fark bile belli değildir. Onlar aynı tornadan, Muhammed (as)’ın tornasından çıkmışlardır çünkü.
Ah Menemen!
Menemen Vakası’nın düzmeceliğini, para ile tutulmuş üç beş esrarkeşin işi olduğunu herkes bilir. Ama ne canlar yanmıştır, ne ocaklar sönmüştür Menemen’de.
Bir kere Şeyh Ali Erbilî idam edilir. Babası Şeyh Esad Efendi; yaşından ötürü idam edilemez ama zehirli iğne ile şehid edilir. Şeyh Esad Efendi ve Şeyh Ali Efendi; İstanbul Erenköy’de mukimdirler; ulaşımın olmadığı, telefonun bilinmediği devrede. Menemen nere, Erenköy nere? Ama kim dinler ki; “Allah” kelimesinin matbuatta dahi geçmesinin yasak olduğu devrelerdir.
Menemen’de kimler yoktur ki? Şeyh Abdurrahman Sâmi Uşşâkî Efendi vardır. Halifesi Bekir Sıdkı Visâlî ile beraber. Suçu nedir? Suçsuzdur aslında; Fatih Dersiâmlarındandır, aruz veznine hâkim nazenin bir Hak aşığıdır. Kul hakkına o kadar riayet eder ki, maaşını Şeyhi Şucâeddîn Baba’ya gönderir, kendisi koku/misk imal edip hayatını öyle idame ettirir.
Abdurrahman Sâmî Efendi, Nakşî, Uşşakî, Rufâî gibi pek çok koldan mücaz (icazetli) bir şeyhtir. Böyle bir Şeyh Abdurrahman Sâmî Efendi’nin Menemen’de canilerle, esrarkeşler ile ne alakası vardır? Amma kim dinler. Vaizlik vesikası elinden alınır; 1934’e kadar, yani vefatına kadar takiptedir. Halifesi Bekir Sıdkı Visâlî Hazretleri de takiptedir artık; o da sohbetini kahve köşelerinde, cami avlularında sürdürür.
Memlekette bir fırtına eser; karları süpürür; haydi bakalım Şeyh Şerafeddin Dağistânî ve Bedîüzzaman, Eskişehir hapishanesine konulur. Derken, bir fırtına daha; bu sefer Seyyid Şefik Arvâsî, Gönenli Mehmed Efendiler Denizli Hapsi’ne yol alırlar. Suçları nedir? “Allah” demek, “Allah” dedirtmek…
Bu suç mudur? Hâlbuki memlekette cenaze yıkayacak imam kalmamıştır; Allah’tan Silistreli Süleyman Efendi (ks) çıkar da demirciden kalaycıdan, iki üç senede hoca yetiştirir, memleketin hizmetine sunar. Yoksa cenazeler ortada kalacaktır. Ama kim dinler? Kütahya’da bir düzmece “Mehdi” vakası, hadi bakalım; Süleyman Hilmi Efendi tabutluklara. Yaşı yetmişi geçmiştir, ama dayak yemesine engel değildir.
O devirde okumak da zordur okutmak da. Okumak için ne kalacak yer vardır; ne iaşe için para. Gönenli Mehmed Efendinin verdiği (bulabildiği) üç kuruş para ile okumak zorundasınızdır.
Kurtuluşu ilimde gördüler
Hocalık da zordur; Alasonyalı Cemal Öğüt Efendi Hoca; kızının cenazesini teneşirde bırakır; derse gider; dersten sonra talebeleri ile beraber kızının defin işlemlerini halleder. Ama gene karakollara düşmekten kendini alıkoyamaz.
Durmak yoktur onların lügatinde. Her zaman ileri gitmek, tekâmül etmek vardır. Ali Haydar Efendi Hazretleri, baskılardan bunalıp derse ara verdiği gece uyuyamamıştır; ertesi gece eşini gönderip talebelerini tekrar derse çağırır. İlmi ketmetmekten, gizlemekten korkmuştur.
Yaşadıklarını öyle basit baskılar zannetmeyin ha. Bir örnek vereyim; Ali Haydar Efendi hac yolu açılır açılmaz, 1948’te deniz yoluyla hacca gider; yaşı 90’ı aşmıştır. Dönüşte sorguya alınır. Sebep mi? Suriye’den asker toplama iddiası. Komik ama yaşanmıştır bu…
12 Eylül’den sonra Seyyid Muhammed Râşid Hazretleri hakkında da sevenlerine içki ve sigarayı bıraktırıp Tekel’i zarara uğratmaktan dava açılmadı mı?!…
Ne diyorduk? Durmak yoktur onların lügatinde. Son demlerine kadar okurlar, okuturlar. Kudsî nefeslerini cihana yayarlar.
Mesela; Hüsrev Aydınlar Efendi, vefatından üç gün öncesine kadar ders okutur. Talebeleri ısrar edince, dersi bırakır ama zorla bıraktığına Mevla’yı şahit tutar.
Yine bir ders esnasında, Silistreli Süleyman Hilmi Efendi’nin şekeri yükselir; burnu kanamaya başlar; talebeleri telaşlanır; doktor çağırmak isterler ama o cebinden çıkardığı mendil ile kanları siler ve derse devam eder…
Yok’u Allah’ın izniyle ‘Var’
eden kudsi nefesler
Yokluk mu dersiniz? Kara kışta yokluk olmaz mı? Mesela Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mısıra hicret eder, ailesi ile beraber. Karıncayı incitmekten çekinen bu zat ne iş yapsın? Oğlu da edebiyatçıdır ama ailenin geçim derdi vardır.
Mısır’da en ucuz şey fasulyedir ve bir çuval fasulye alırlar; çaydanlıkta pişirip yemek yaparlar. Yemekten sonra, çaydanlığı yıkayıp çay demlerler. Ama gene de davalarından dönmezler. Oğlu İbrahim Efendi’yi bir ayakkabıcının yanına çırak verir. Şair ruhlu, nazenin İbrahim Efendi bir gün falçeteyi eline kaydırır; ömrü boyunca falçete izini taşır.
Mesela Zâhidül Kevserî; bugün İslam Âlemi eserlerine muhtaçtır ama o Şam-ı Şerif’te üç gün aç kalır. Açlığını, gündüzleri yazma eserleri tarayarak bastırır; gece de bol bol su içer. Ama ortaya devasa eserler çıkar. Mısır’da Türkiye’den giden üç beş ilim aşığına sahip çıkarlar. Ali Ulvi Kurucu, Emin Saraç, Ali Yakup Cenkçiler ve Ahmed Davudoğlu Hocaefendi gibi zirve isimlerin yetişmesinde pay sahibidirler. Mısır’da ilk dönemde ecdadın vakıfları vardır; lakin sonra, Cemal Abdünnâsır döneminde vakıflara el koyulur. Talebeler zor şartlarda okurlar ama ortaya dev isimler çıkar.
Bugün edebiyatta bir Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi gibi ikinci bir isim var mı? Ali Yakup Cenkçiler Hocaefendi gibi İmâm-ı Gazâlî’nin “İhyâ”sını okutabilecek bir âlimimiz var mı? Çoğumuz bu isimleri duymadık bile ama bugünün ilim-irfan hayatını bu isimlere borçluyuz.
O devre, Osmanlı’dan kalan isimlerin yıldızlaştığı dönemdir. Mesela, Ramazanoğlu Mahmud Sâmî Efendi; Osmanlı’dan daha eski Ramazanoğlu Beyliği’nin şehzadesidir. Ailesinden kalanı haram şüphesi ile reddeder; bir işletmenin muhasebesini tutarak geçimini temin eder. Osmanlı’ya o kadar âşıktır ki bir devre eserlerini Osmanlı harfleri ile bastırır, yeni harfler ile basımına müsaade etmez. Ancak, ihvan istediği seviyeye gelemeyince, çaresiz yeni harfler ile eserlerin telifine müsaade eder.
Mesela, Cerrâhî Şeyhi Muzaffer Özak Efendi; Farsça ve Arapça’ya vakıftır; “Sahaflar Şeyhi” diye malumdur. Üç kıtada “devran meclisleri” kurmuştur ama bir takım tercüme eserlerden kendini âlim zanneden gençler, neden sakalsız olduğunu yüzüne karşı sormaktan hayâ etmezler. İşte böyle çiğliklere, gülüp geçer onlar…
Anadolu’yu
‘Gülistan’a çevirenler
Kudsi ruhları anlatmak, anlatabilmek zor sanattır.
Sivas’a uğradığınızda, İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi’nin imkânsızlıklar içinde, hizmetlerini insanüstü insan yetiştirme gayretini görmezlikten gelebilir misiniz? Kısa sürede Eynesil’den Cezayir’e kadar uzanan bir irşad halkasını kurmak kolay iş midir?
Toprağın dili olsa da Allah dostlarının hallerini anlatabilse…
Darende’de Seyyid Osman Hulûsi Efendi’yi, Malatya’da Mustafa Hayri Baba’yı, Keşap’ta Mehmed Haydar Baba’nın hikâyesini anlatabilse… Elazığ’da Muharrem Hilmi Efendi’den dem vursa. İlahi aşk ile ilmin hemhal olmasından bahisler açabilse…
Kolay değildir bu işler; ezanın Türkçe okunduğu devredir. Ezandan sonra dudakları kıpırdadı, muhtemelen Arapça Kamet okudu diye, Antalya Müftüsü’ne dava açıldığı günlerdir. Üstelik bu vahim meseleyi Meclis kürsüsünde tenkit eden, Hoca Râsih Efendi’dir. Ama onlar yılmadan Anadolu’da hak âşıklarını irşad etmeyi sürdürürler.
Kazanlı Abdülaziz Bekkine gibi yamalı şalvar giyerler. Bakınız; Abdülaziz Efendi, Ümmü Gülsüm Camii’nin imamıdır, Gümüşhânevî Tekkesi’nin postnişinidir ama yamalı şalvar ile ömür sürer. Çocuklarının geçimini sağlayabilmek için keçi besler. Zeyrek Yokuşu’nun dili olsa da Abdülaziz Efendi’nin hava karardıktan sonra, iki büklüm meyve-sebze atıkları ile dolu çuvalla inişini bir anlatsa… Koskoca mürşiddir, dersiamdır (profesör) ama Hak’tan başka kimseye boyun bükmeden insanlara hakkı anlatır işte… Hey gidi günler hey!…
Alvarlı Muhammed Lütfi Efe Hazretleri, yokluklar içinde Erzurum’da talebe okutur, Müftü Solakzâde Efendi gibi. Bir Ömer Nasûhî Bilmen çıkarmak kolay değildir. Erzurum, zor şartlarda talebe yetiştirmeye devam etmiştir.
Kimler geçmedi ki gök kubbemizden… Ali Yekta Efendiler, Bekir Hâki Efendiler, Elmalılı Muhammed Hamdi Efendiler… Seyyid Ahmed Mekkî Efendiler… İstanbul Müftülüğünün sacayağıdır bu zatlar. Osmanlı bakiyesidirler, ilimde, tevazuda emsalsizdirler.
Anadolu’nun her köşesi böyle garipler ile doludur. Ama hepsi zirvedir, hepsi kelimenin tam anlamıyla kutup yıldızıdır.
Seyyid Abdulhakim Arvâsî gibi yolunu şaşırmışlara, alkoliklere yol gösterirler. Nicelerini adam gibi adam ederler. Topluma kazandırırlar. Bir yandan da nadide pırlantalar gibi arifler yetiştirirler. Ama gene de yaranamazlar. Evladı ve halifesi Seyyid Muhammed Râşid Efendi gibi sürgüne yollanırlar…
Milyonların sevdasıydı
Menzil’in Seydâsı
Seyyid Muhammed Râşid Hazretleri gibi; tevazuda, hayâda, hilimde zirve yapmış bir insanı Bozcaada’ya sürmek ne demektir? Eh sürülmüştür işte… Evladından, talebelerinden, dervişlerinden uzak. Tıpkı Seyyid Abdulhakîm Arvâsi gibi… Bedîüzzaman gibi.
Bayburtta Mevlüd Baba, Dede Paşa Hazretleri dolaşırlar. Köy köy, şehir şehir. Sırf aklı karışıklara yol göstermek için…
Ege’de Mehmed Rûhi Uşşâkî Hazretleri dolaşır. Günde bir saat uyku, haftada bir hatim ile. Para talep etmezler, tek istedikleri sevenlerinden, Hakka kul olmalarıdır.
Ya İstanbul? Kemerburgaz’da Halveti Şâbânî Şeyhi Mehmed Emin Efendi Hazretleri, âşıkâna ulvi nefesleri terennüm ettirir.
Erenköy’de Hazreti Ebubekir mizaçlı Musa Topbaş Hazretleri vardır. Beylerbeyi’nde Şeyh Mustafa İhsan Karadağ Hazretleri; Osmanlı’dan kalan bir namsız, şöhretsiz Hak âşığıdır. Ankara’da Hacı Hasan Burkay mesela… Gölbaşı’nda çekildiği uzlethânesinde taliplere irfan sofralarını açar.
Ariflerin Kutbu, Abdurrahim Reyhan Efendi; durmaz İstanbul’da, dolaşır Anadolu’yu.
Hangi gülü sayalım ki? Hangi sıkıntıyı, hangi zahmeti, hangi cefayı zikredelim. Saatler boyu oturup dervîşânın dertlerini dinlemek kolay mıdır? İnsanların günahlarına ağlamak, suçlarından kendini mesul tutmak, hangi babayiğidin harcıdır?…
Hicaz’ın bülbülü
Dedik ya; şöhretle, para ile pul ile onların işi olmaz. Şöhret en büyük afettir onlar için. Dünyanın neresinde bir Allah dostu görürseniz; hayatları hep aynıdır. Mesela Mekke-i Mükkereme’ye gidiniz. Seyyid Muhammed bin Alevî el-Mâlikî Hazretlerine bakınız.
Aynı sıkıntıları, Seyyid Malikî Hazretleri de Hicaz’da çekmiştir. “Mefâhim” isimli eseri, tasavvuf karşıtlarına inanılmaz bir darbe vurur. Önce hapsederler ama çare olmaz, gelen tepkiler sonucu, Endonezya’ya sürgüne yollarlar. Ama bakarlar ki Endonezya’da irşad halkası gün be gün büyüyor; geri gelmesine izin verirler. Harem-i Şerîf’in çıkışında, bir araba çarpar ve ayağı sakat kalır Seyyid Mâlikî’nin.
İmâm Zahidül Kevserî’nin talebesi, büyük muhaddis Abdulfettah Ebu Gudde de barınamaz Suriye’de. Doğruları söylediğinden midir, yoksa hak tenkitlere katlanılamadığından mıdır bilinmez; Abdulfettah Ebu Gudde Hazretleri de Mekke-i Mükerreme’ye sürgün edilir.
Dedik ya, Hak erlerinin halleri anlatmakla bitmez. Çektikleri çileleri, cehennemden kurtarmaya çalıştıkları insanlar tarafından gördükleri eziyetleri sayıp dökmeye, bu sayfalar yetmez. Mevla Teala, isimlerini sayamadıklarımız dahil, her birisine rahmet eyleye, sırlarının kudsiyyetini artıra…
Biz bu kadarla yetinip sözü bağlayalım. Bir de şimdi, dönüp kendi halimize bir bakalım, onlar böyle yaşamışlar. Ya biz nasıl yaşıyoruz?
Allah için neler yapıyoruz?…