MEDENİYETİMİZİN SESSİZ ŞAHİTLERİ ‘MEZAR TAŞLARI’
Dini, ahiret merkezli bir yaşam tarzını toplumsal hayattan ötelemeye çalıştığınızda, yok saydığınızda beraberinde yüzlerce yıllık binlerce geleneği ve birikimi de saf dışı bırakmış oluyorsunuz. Tanzimatla belirginleşen, cumhuriyetle devam eden günümüzde ise had safhaya ulaşan sözde modernleşme/körü körüne batı taklitçiliği, birçok geleneğimizi hayatımızdan birer birer çıkardı. Kapitalist yaşam tarzı-normları sürekli bizleri dönüştürüyor. Artık bizlerde dünyayı materyalist bakış açısıyla yorumluyoruz. Ben merkezli, menfaat odaklı ve dünya ile sınırlı bir mefkûre yapısı…
Modern şehir tasavvurunda ahiret hayatına pek yer yok. Varlığı maalesef adeta sorgulanırcasına dışlanır oldu. Dün, ‘Allahu Zülcelâl’in sevgisi, ahiret bilinci oluşsun’ diye cami-mezarlık yakınındaki taş mekteplere (sıbyan mekteplerine) gönderilen çocuklarımız, bugün AVM’lerde (alış-veriş ve eğlence merkezlerinde) gözlerini hayata açıyor. Ölülerimiz gözlerden ırak yerlere postalanırken sanki bu katıksız Osmanlı şehri İstanbul, onları inadına bağrına basar gibi…
Her şeye rağmen İstanbul hayatla ölümü, geçmişle geleceği, dünya ile ahireti iç içe geçirmeyi başarmış müstesna şehirlerimizden biridir. Yahya Kemal’in de dediği gibi, “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” Gerçekten de efsunlu şehir İstanbul, bünyesinde barındırdığı binlerce ecdat yadigârı mezar taşıyla şairin sözüne şahitlik edercesine, bizlere ilham vermeye devam ediyor…
Medeniyetimizin aynası mezar taşları
Mezar taşlarına ömrünü vakfeden Fazıl İsmail Ayanoğlu, tarihi mezar taşlarının önemini şu cümlelerle dile getirir: “Ortada mevcud yüksek san’at abidelerimiz olmasaydı bile, mezarlıklarımızda bulunan nihayetsiz eserler, bu milleti medeniyet göklerine çıkarmaya kâfi gelirdi.”
Ayanoğlu hocaya hak vermemek elde değil, el hak doğrudur. Nitekim Rahmetli Süheyl Ünver, Nihad Sami Banarlı gibi büyüklerimizin de bu görüşü destekler mahiyette çok manidar tespitleri vardır. Fakat günümüz mezarlıkları bu ulvi gaye için uygun durumda mıdır?
Başımızı iki elimizin arasına koyup bu sorunun üzerine uzun uzun düşünmemiz gerekir!..
Gerçekten de tarihi mezar taşlarımız biyografi, hat sanatı, bezeme sanatı, taş oymacılığı, edebiyat tarihi, sosyoloji, antropoloji gibi daha birçok alanda bizlere önemli kaynak sağlayan, hiçbir yerde ulaşamayacağımız birer belge mahiyetindedirler. İnsanımızın duygularını derinden etkileyen ve kaçınılmaz gerçek olan ölüm, mezar taşı kitabelerinde; ayet-i kerime, hadis-i şerif, vecize, atasözü, nesir, şiir, temenni ve dua olarak yankı bulmuş, milletimizin hissiyatına asırlardır bu kitabeler tercüman olmuştur. Ancak uzun bir müddet mezar taşlarının da içinde bulunduğu büyük bir medeniyetin birikiminden, zenginliğinden mahrum bırakıldık. Bir bakıma hafıza kaybı yaşadık.
Bilinen bir gerçektir ki hafıza kaybı yaşayanlar bu süre zarfında ne kaybettiklerinin farkında da değildirler. Bir millet düşünün ki bir asır önce vefat eden dedesinin mezar taşını okuyamıyor! Biz bu yazımızda mezar taşlarının uhrevi yönüne dikkat çekmek niyetindeyiz. Peki, mezar taşları bize kısaca ne söyler, ne anlatır?
Mezar taşları ne söyler bize?
Bizim medeniyetimiz, dili olan bir medeniyettir. Bu dil esas itibarıyla vahiy merkezlidir. Beşikten mezara kadar, hayatın bütün alanlarını ve hatta ahiret hayatını ihata eder. Her duruma, olgu ve olaya dair söyleyeceği mutlaka bir şey vardır. Eski mimarimize bir göz attığımızda çeşme, cami, medrese, türbe, tekke, şifahane, imarethane, kütüphane, çarşı ve benzeri yapıların uygun bir yerinde, işleviyle ilgili kitabelere rastlarız. Mesela tarihi çeşmeleri incelediğimizde aşağıda zikredeceğimiz iki ayet-i kerimeden birini veya ikisini birlikte sıkça görürüz:
“Ve ce’alnâ minel-mâi külle şeyin hayy” (Enbiya; 30
Meali; ‘Hayatı olan her şeyi sudan yarattık.’
“Ve sekâhum rabbuhum şarâben tahûrâ” (İnsan; 21)
Meali; “Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir.”
Kütüphanelerimizin giriş kapısında ise şu ayeti kerimeye yer verilir: “Fîhâ kutubun kayyimeh” (Beyyine; 3)
Meali; O sahifelerde dosdoğru hükümler vardır.”
Yine birçok camimizin ana giriş kapısında esenlik veren bir ayeti kerime daha:“Udhulûhâ bi selâmin âminîn” (Hicr; 46) Meali; “Oraya güven içinde, esenlikle girin.” Ayeti kerimesi vardır.
Elbette bu medeniyet dilinden tarihi mezarlıklarımızda fazlasıyla nasibini almıştır. Nasıl almasın ki? Mademki öldükten sonra dirileceğimize iman etmişiz; bu dünya hayatı bizim için kısa bir konaklama, bir gölgelikten ibarettir; gayet tabiidir ki, ebedi bir hayat için bu dilin söyleyeceği çok şey olmalı…
Tarihi mezarlıklarımız, mezar taşları ve kitabeleri üzerine ehli tarafından birçok eser kaleme alınmıştır. Fakat ne yazık ki yukarıda kısaca değindiğimiz üzere bir defa dedesinin mezar taşını okuyamayan millet durumuna getirilmişiz!..
Mezarlıklar, hayat ile ölüm arasındaki, hayat açısından son, ölüm açısından ise ilk duraklardır. Fani dünya ile ebedi dünya arasında ince bir çizgidir bu mekânlarımız. Dünya hayatının bitiş noktası ve ölüm anından itibaren başlayan âhiret hayatının da ilk anını, ilk durağını ifade eden mezar taşı yazıları, birinin bitişini, diğerinin başlangıcını dile getirmektedir.
“Hüve’l-Baki” (Bâkî, Ebedi olan Allah’tır.) cümlesini baş tacı yapmış metinlerde, ezelî ve ebedî, mutlak ve mukadder olan ölüm ile ilgili düşünceler, mermere kazınmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Elif gibi dim dik duruşuyla tevhidi sembolize eden, bir adı da şahide olan mezar taşları, ser levhalarındaki “Hüve’l-Baki” ibaresiyle ebedi olanın ancak Rabbimiz olduğunu asırlardır kulağımıza fısıldarlar.
İşte bu ser levhalardan başka biri belki de en sık olarak karşımıza çıkan ilahi levha. Rabbimizin Rahman suresi 26.-27. ayeti kerimelerinde hükmü şöyledir: “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin Zâtı bâki kalacaktır.”
Her canlı, ‘Ölüm nedir?’ anlayacak!…
Mezar taşı metinlerinde ölüm, düşünülen ve hakkında fikirler üretilen soyut bir kavram olarak değil, bizzat yaşanan mutlak hakikat olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda bu mezar taşı yazıları giden ile kalanların son diyalogudur. Her canlı, kaçış olmaksızın zamanı geldiğinde ‘Ölüm nedir?’ anlayacak, gelip geçici fani dünyadan ebedi âleme, beka dünyasına geçiş yapacaktır. Adeta bunu haykırır bizlere mezar taşları… Onlar, ateşin düştüğü yerden kopan bir feryattır adeta…
İşte mezar taşlarında sık rastladığımız ser levhalardan bir diğeri Yüce Mevla’mız Ankebut suresi 57. ayeti kerimesinde şöyle ferman buyurur: “Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
Doğmadan var olunmadığı gibi ölmeden de ebedi bir var oluştan elbette söz edilemez. Nereden geldiysek oraya dönüşümüzün yolculuğudur bu yolculuk. Hepsi hesaplı, planlı bir var oluş yolculuğu. İstesen de istemesen de, boyun eğsen de eğmesen de O’ Hâkim-i Mutlak’ın değişmez kanunudur bu. Kimi hayatı boyunca O’na isyan ettiğini sanarak savaşır durur; yine çaresiz, koşulsuz O’ Kadir-i Mutlak’a teslim olur. Kimi ‘O’ der, başka bir şey demez, yine O’na, Rahman ve Rahim olana bir kuş olup kanat çırparak uçar gider. Hayat ve ölüm, dünya ve ahiret hayatı. Yani ebediyen bir var oluştan söz ediyoruz. Bu minvalde erken dönem mezar taşlarında sıkça rastladığımız bir Hadis-i Şerif metni meseleyi tartışma bırakmayacak şekilde özetlemektedir. Sadiku’l-vâ’dü’l-emin sallallahu aleyhi vesellem efendimiz bildiriyor: “Müminler Ölmezler! Bilakis onlar fani âlemden baki âleme göç ederler.” Gerçektende ölüm bir yok oluş değil yepyeni ve sonsuz hayata yolculuktur. Sami Paşazade Sezai ise bu gerçeği şöyle ifade eder: “Mezar, sonsuzluğun kapısıdır.” Evet, ukbâdan dünyaya açılan sonsuz bir kapı…
Neler anlatılır, ne hatırlatılır?
Osmanlı mezar taşı metinlerinde derin bir kadere rıza ve tevekkül; bu tevekküle dayanan bir teselli vardır. En çok işlenen tema, hüzün, dünyanın faniliği, ölümün mukadder olması, ölenden ibret alma ve Allahu Zülcelâl’den mağfiret dileme gibi temalardır. Bu sebeple mezar taşları herkesin bir gün fani olacağı, kalınacak esas yurdun ahiret yurdu olduğu gerçeğini fısıldayan emsalsiz kitaplardır.
Bir yalanın bitip bir gerçeğin başladığı mezarlıklarımızdaki bu kitaplar, bazen mevta ölmeden bizzat kendisi tarafından yazılmış, bazen de en yakınları tarafından vefatından sonra kaleme alınmış. Biz bu noktadan itibaren sözü gerçek sahiplerine, ateşin düştüğü yere, mezar taşı kitabelerine bırakıyoruz. Çünkü biz çok iyi biliyoruz ki söylediklerimiz mezarlığın dış kapısına vurup geri dönecektir. Bir mezar taşına kazınmış dizeler bu sözümüzü teyid eder mahiyette, “Çeşmi ibretle nazar kıl mezarımın taşına. Bilmez ahvalim kimse, gelmeyince başına!..”
“Medeniyetimizin Sessiz Şahidleri”
İşte Anadolu’muzun muhtelif bölgelerinden derlediğim, yüzlerce yıllık birikimin imbiğinden süzülerek bize ulaşan “Medeniyetimizin Sessiz Şahidleri” mezar taşı yazılarından birkaç örnek…
“Tefekkür et ey ziyaretçi! Bu sevgi ve muhabbet beslenen dünyada acaba ecel cellâdının elindeki testiden kim emin oldu? Özellikle bin hakikat sahibi Bahaddin Bey, mahviyet elbisesine bürünerek göç edip gitti… “
“Bu sözümü tut! Gece ve gündüz hatırından çıkmasın. Ömrünü hayırlı işlere sarf eyle. Allahu Zülcelâl’i zikirden lezzet al. Teveccüh ederek bu vefasız âleme güvenme. Gel oku bu meşhur gerçeği, hikmet dersi al. Padişah olsan da derler er kişi niyetine. Var musallada yatan mevtadan ibret al… “
“Fani dünya bir misafirhanedir. Burada zevk isteyen deli divanedir!..”
“Ziyaretçi sonun budur! Yaptıklarının, kazandıklarının sonu da budur. En yüksek mevki ve makamları arzulasan, bin yıl mutlu ve bahtiyar bir hayat sürsen de şahidin olan işte bu kabristan haziresinin sakinleridir.” İbret alacak gözler için yine tam bir ders sunmaktadırlar burada…
Çok gönül bağlanarak imara değmez. Çünkü bu fani dünya ikamet ve seyahat edenlere bir misafirhanedir. Ta Âdem aleyhisselam devrinden beri ecdadını el yazsa böyledir. “Ey gafil! İddia ederek ispat için delil istersen kâfidir, hele ibret gözlerini bir defada Hafız Ahmedin hüzün veren kabrine çevir. Sonunda sahip olduğu her şeyi terk ederek ahiret âleminde karar kıldı… “
“Bu ölüme zerre bulunmaz ilaç. Ölmeden eyle tedarik, gözünü aç!..”
“Ölümlü dünyanın vefasız olduğunu bildiğine göre ona meyletmen tam bir hatadır. Bütün vücudun cesaretle dolu olsa, kurtuluş yoktur, ecel mıknatıstır, çeker alır. Bu ölümlü dünyadan eli boş gittiğime iki taş ile döğünsem layıktır. Fakat Allah’tan ümit kesmem çünkü şefaatçim Muhammed Mustafa’dır (sallallahu aleyhi vesellem).”
“Bugün bu gelip geçici dünyadan ayrıldım. “Allah” (Celle Celaluhu) deyip bütün sevdiklerimi geride bırakarak sefere çıktım. Çünkü bu geçici âlemin sonu ayrılıktır. Akıllı olan fırsatı kaçırmaz, budur maharet. Kalınacak yurdun ebedi âlem olduğuna karar kıldım…”
“Baka gördüm cihânın yok bekâsı,
Bekâsı yok cihânın ne bakası.
Ne oynamak ne gülmek şol kişiye,
Ki, Azrail’in elindedir yakası…”