Zararın Neresinden Dönersek Kârdır
Kalbimizi el-Vahid olan
Allah’a teslim edelim
“(Ey Habîbim!) İşte gerçekten şunu bil ki, Allah’dan başka ilâh yoktur! Hem kendi günahın için, hem de mü’min erkeklerle mü’min kadınlar için (Allah’dan) mağfiret dile! Allah, (dünyada) gezip dolaştığınız yeri de, (âhirette) kalacağınız yeri de bilir.” (Surei Muhammed; 19)
Bu Ayet-i Kerime, insanlar için büyük dersler içermektedir. Hem dünyaları hem de ahiretleri için anlayıp tatbik etmek isteyenlere, büyük bir rehberdir.
“Allah’tan başka hak mabud yoktur” ayet-i Kerime’sinde, tevhid ilmine işaret edilmektedir. İnsan, Allah-u Zülcelal’i hakkıyla bilip tanımalıdır. İnsan bu aleme Allahu Zülcelal’i tanıyıp, kulluk yapmak için gelmiştir. Kim de Allahu Zülcelal’i tanır ve bilirse o insan için hem dünya, hem de ahiret hayatı için büyük kolaylıklar vardır.
Allah-u Zülcelal, yedi kat gökte ve yedi kat yerde olan her şeyi bir anda bilir, görür ve işitir. Her şey, O’nun emri ile hareket eder, deveran eder.
Ancak, ne yazık ki bizler, Allah-u Zülcelal’i tanımaktan gafiliz. Gerçek sahibimizi bırakarak, esbaplara (sebepler, olaylar vs.) takılıp kalıyoruz. Her ne kadar sebepleri de Allah-u Zülcelal yaratmış ise de; bizim o sebeplerden sıyrılarak Faili Hakiki olan Allahu Zülcelal’i tanımamız ve bilmemiz gerekir.
İnsan kalbini fani olan herşeyin sevgisinden arındırmalı, kalbini el-Vahid olan, El-Ehad olan Allahu Zülcelale teslim etmelidir. Ne ev, ne mal, ne de evlat. Bunların hiç birisi kalpte bulunmamalıdır. Zira ahirette insana fayda verecek olan ancak budur. Fani şeyler geçer gider. İnsan, bu şekilde kalbini geçici şeylerden arındırıp, Allah-u Zülcelal’e teslim ettiği zaman, hem dünya hem de ahiret hayatı için büyük kolaylık ve mükâfatlar kazanır.
Nitekim Allah-u Zülcelal, Ayet-i Kerime de şöyle buyurmuştur: “…. İşte biz, ondan fenalığı ve fuhşu bertaraf edelim diye, burhan gönderdik. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yusuf; 24)
İşte, hakkıyla Allah-u Zülcelal’i tanıma gayretinde olanların mükâfatı budur. Böyle insanlardan Allah-u Zülcelal, kötülüğü ve çirkinliği uzak tutar. Onu her türlü kötü iş, hareket ve davranışlardan korur.
Allahu Zülcelal’in sevgi ve muhabbetini kazanmak isteyen kimseler, Allahu Zülcelal’i çok zikretmelidirler. Daima dilleri Allah’ın zikriyle ıslak olmalıdır.
Zikirden dünyanın
alıkoyamadığı insanlar
Ayet-i Kerimede mealen şöyle buyuruluyor: ” Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur; 37)
Dünyanın bütün zevkleri, Allah-u Zülcelal’in zikrinin güzelliği ve zevki yanında sönük kalır. Keşke insanlar, bir defa gözleri ile görseler ve bilselerdi Allahu Zülcelal’i zikretmeleri karşılığında kendileri için neler olduğunu! O zaman bütün dünya menfaatlerinden vazgeçip, Allah-u Zülcelal’in zikrine sarılırlar, bir an dahi zikirsiz durmazlardı.
Nefislerini tatmin etmek için, oturup keyf-ü sefa yaparak vakitlerini boşu boşuna geçiren kimseler de Allah-u Zülcelal’in zikrinin değerini bilseler, lezzetini bir kerecik bile olsa hakkıyla yaşasalar, içinde bulundukları keyf-ü sefayı terk ederek, hemen Allah-u Zülcelal’in zikrine koşarlardı.
Boş durmayalım, daima Allahu Zülcelal’in zikrini yapalım. Kur’an okuyalım ve Allahu Zülcelal’in rıza ve hoşnutluğunu kazanacağımız salih ameller yapalım. Bilelim ki sermayemiz tükeniyor, vaktimiz daralıyor.
Zararın neresinden
dönersek kârdır
Bizden önceki tüccar, padişah ve evliyaların hayatlarına bakalım ve bir nebze dahi olsun ibret almaya çalışalım. Onlar, ticaretlerinden, padişahlıklarından, keyf-ü sefalarından ne anladılar ise, biz de kendi yaptıklarımızdan o kadar anlayacağız. Kim bu dünyada, yaptıklarından, gayelerinden, zenginliklerinden yanında götürebilmiştir? Hangi padişah, tahtını, tacını, saltanatını yanında götürebilmiş ki?
Aklımızı başımıza alıp düşünmemiz, henüz vakit varken bu yanlış yoldan dönmemiz lazımdır. Zararın neresinden dönersek kârdır. Kendimizi bundan mahrum etmeyelim. Bizden öncekilerin yaptıklarını, bir ilâç gibi hastalıklarımızın tedavisinde kullanalım.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Dihyet’ül Kelbi radıyallahu anhın iman etmesi için, Allah-u Zülcelal’e dua ediyordu. Allah-u Zülcelal, Dihyet’ül Kelbi radıyallahu anhın kalbine iman tohumunu attı. Dihyet’ül Kelbi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna gelerek, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” diyerek iman etti ve ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Niçin ağlıyorsun, ey Dihye? İslâm dinine girdiğin için mi, yoksa başka bir şey için mi?” Diye sordu. Dihyet’ül Kelbi şöyle anlattı: “Ben büyük günahlar işledim. Ben Arap kabilelerinden birinin lideriyim. ‘Falan falan kimseler, Dihyet’ül Kelbi’nin damadıdır’ denilmesini istemediğimden, yetmiş kızımı kendi elimle öldürdüm.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, onun bu anlattıklarını hayretle dinledi. Hemen Cebrail aleyhisselam geldi ve şöyle dedi: “Ya Resulallah! Allah-u Zülcelal, Dihyet’ül Kelbiye şu emrini anlatmanı buyurdu: “İzzetime ve Celâlime yemin ederim ki, sen: ‘Lâ ilâhe illellah, Muhammedün Resulüllah’ deyince, altmış senelik küfrünü bağışladım; kızlarını öldürmeni neden bağışlamayayım?”
Onun için bunu iyice aklımıza yerleştirmemiz lazımdır ki, bâki olan hayatımızda bize menfaat verecek yegâne çare, Allahu Zülcelâl’e tevbe yöneliştir; Allah-u Zülcelal’in zikridir, taatı ve dininin hizmetidir.
Bazı zamanlar gaflete düşebiliriz. Çünkü, çevremiz çok bozuktur. İnsanı aldatacak ve gaflete sürükleyecek çok şeyler vardır. İşte böyle zamanlarda, bu anlattığımız şeyleri hatırlayıp, kendimize çeki düzen vermemiz bizim menfaatimizedir.
Allah-u Zülcelal’in katında, çok büyük ve hiç bitmeyecek sevaplar vardır. Mü’min bir kimsenin yapmış olduğu tesbihatlar karşılığında; Allah-u Zülcelal Kıyamet Günü’nde, on kat dünya ve onun içinde bulunanlardan, yedi kat daha fazla sevap verecektir.
Peki, bunları bilip inandıktan sonra, yapmamak büyük bir akılsızlık değil midir? Bu, düpedüz kendi nefsimize zulümdür; biliyoruz ama yapmıyoruz çünkü! Yapmadıklarımız içinde pişman olacağımız bir gün gelecektir…
Bunları anlattığımız zaman, herkes doğru olduğunu beyan etmektedir. Ancak bunları yapamıyoruz. Yapamamamızın sebebi ise manevi olarak hasta olmamızdır. Bu ecir ve sevapları kazanacak olan içimizdeki manevi insan, hasta olduğu için, bunlardan mahrum kalmaktadır.
İnsanın zahiri yanı, dünya ile meşguldür. Manevi yanı ise ahiret ile meşguldür. Tabi, zahiri insan hasta olduğu zaman, nasıl bir iş yapamaz ve geçimini, dünya hayatını devam ettirecek imkanları sağlayamaz ise; manevi insan da hasta olduğu zaman ahiret hayatını kazanacak ecir ve sevaplardan mahrum kalır.
Ancak, bu hastalığı gidermenin çareleri vardır. Bu çarelere başvurmak suretiyle, kendimizi kurtarmaya gayret sarf etmeliyiz. Nefsimiz istemese dahi, bu çarelere sarılmak bizim kurtuluşumuzdur.
Mü’min, şuurlu olmalıdır. Zahiri olan vücudumuzda herhangi bir hastalık meydana geldiği zaman, hemen bunu hissediyor ve tedavisini nasıl yapıyorsak; manevi olarak da hasta olduğumuz zaman, hemen hissetmeli ve tedavisinin yollarını araştırmalıyız.
İbadetlerinden bir zevk alamadığı zaman, günahlara meyletmeye başladığı zaman da aynı şekilde, kendini tedavi yoluna gitmelidir.
Cüneyd-i Bağdadi kuddise sırruhu Hazretlerine; “İnsan kendisini, karşılaştığı yabancı kadına bakmaktan nasıl muhafaza edebilir?” diye sordular. Şöyle buyurdu: “O kişi öyle bilmelidir ki, daha gözü kadının üzerine gitmeden, Allah-u Zülcelal’in nazarı onun üzerindedir.”
Düşünün, kudret ve azamet sahibi Allah-u Zülcelal’in gördüğünü bildiği halde insan nasıl yabancı bir kadına bakabilir?” Tabi ki bakamaz.
Allahu Zülcelal’e kulluk
yapmak için yaratıldık
Bizim için bazı hikâyeler, olaylar, Evliyaların menkıbeleri, ibret niteliğinde olmalıdır.
Behlül-i Divane kuddise sırruhu şöyle anlatmıştır: “Bir gün yoldan geçerken, çocukların ceviz ve bademlerle oynadıklarını gördüm. Büyük bir neşe ile oynayan bu çocukları, ağlayarak seyreden başka bir çocuk da kenarda duruyordu. Kendi kendime şöyle düşündüm. ‘Bu çocuğun anne ve babası ölmüş, yetim kalmış, ceviz ve bademi olmadığı için çocuklarla oynamıyor. Bu yüzden ağlıyor.’ Yanına yaklaştım ve dedim ki: “Sana para vereyim de, badem ve ceviz al, sen de oyna.”
Çocuk başına kaldırıp bana baktı ve şöyle dedi: “Ey amca! Allah-u Zülcelal, bizi oynamak için mi yarattı?”
Baktım ki çocuk, çocuk olduğu halde çok derin düşünüyor. Arkadaşları gafletle, keyf-ü sefa içinde oyun oynarken, bu çocuk derin düşüncelerle meşgul. Dedim ki: “Peki, Allah-u Zülcelal bizi niçin yarattı?” Şöyle cevap verdi: “İlim öğrenmek ve o ilimle amel yapmamız için yaratmıştır.” Dedim ki: “Allah-u Zülcelal sana hayırlı ömür versin. Bunu nereden öğrendin?” Şöyle cevap verdi: “Sizi boşu boşuna yarattığımızı ve bize geri dönmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz?” (Mü’minun; 115) Ayet-i Kerime’sini okuduğum zaman, boşu boşuna yaratılmadığımızı öğrendim. Allah-u Zülcelal, oyun oynamamız için değil, ilim öğrenip, o ilimle amel yapmamız ve kendisini tanıyarak kulluk yapmamız için bizi yaratmıştır.
İşte bir çocuk, nasıl büyük düşünüyor. Buradan çıkaracağımız dersler vardır. Öyle ya! Biz de yıllarca ömrümüzü, gezmekle, oturmakla, sefa ile geçirdik. Hiç olmazsa, biraz ibret alıp, bundan sonraki ömrümüzü değerlendirmeye çalışalım.
Evliyanın yolu mertlik yoludur
Numan bin Münzir rahmetullahi aleyh şöyle anlatmıştır: “Bir Arap padişahı vardı. Onun ahlakı şuydu ki, bir gün kime rastlarsa öldürüyordu, diğer gün ise kime rastlarsa, ona her istediğini veriyordu. Yine, böyle rastladığı insanları öldürdüğü günlerden birinde, bir adama rastladı. Adamı öldüreceği zaman, padişaha şöyle dedi: “Padişahım! Beni nasıl olsa öldüreceksin, müsaade edersen gidip ailem ile vedalaşayım.” Padişah dedi ki: “Sana kefil olan olmazsa, seni bırakmam.”
Şerik bin Ali isminde birisi, adama kefil oldu. Padişah ona hitaben şöyle buyurdu: “Bu adam idamlıktır. Korkup da geri dönmezse, seni idam ederim.” Şerik bin Ali dedi ki: “Mümin kardeşimin yerine ölürsem de bir şey olmaz. Ben ona kefilim.”
Ve adam gidip ailesi ile vedalaştıktan sonra, hemen geri geldi. Padişah, bu durum karşısında çok şaşırdı: “Subhanallah! Sözünü yerine getiren, yeryüzündeki bütün insanları geride bıraktın. Şerik bin Ali de, mertlikte herkesi geride bıraktı. Sizin bu davranışınızdan, Allah-u Zülcelal’in emir ve nehiylerine karşı sadakatinizden ve yerine getirmenizden ötürü, ben de tevbe ederek bu öldürme kaidemi bıraktım ” dedi.
İşte, iki kişinin yapmış olduğu fiil, padişahın hidayet bulmasına sebep oldu. Ayrıca kendilerine de büyük mükâfat kazanmış oldular.
Mertlik böyle bir şeydir işte. Evliyanın yolu mertlik yoludur. Biz de onlar gibi mertlik yolunu tutalım. Onlar Allah’a itaat ederek şeref kazandılar ve mertliği elde ettiler. Biz de onlar gibi mert olmak istiyorsak onlar gibi Allah’a itaat yolunu tutalım. Hem bakın, biz düzgün olursak bize bakan insanların da düzelmelerine vesile olabiliriz. İslam’dan, Allah’ın dinini yaşamaktan başka çaremiz yoktur. Onu öyle bir yaşayalım ki bize bakanlara da vesile olalım, hem onlar kurtulsunlar hem de biz kurtulalım.
Allah-u Zülcelal, hepimize razı olacağı salih amel nasib etsin ve kendi fazl-ı keremi ile af ve mağfiret etsin. (Amin.)
Sallallahu ala Seyyidina Muhammedin Nebiyyü’l Ümmiyyi ve ala Alihi ve Sahbihi ve Sellem.