Neo-Haricilik Fitnesi
Güya çok takva idiler…
Abdest aldıklarında vücut azaları titrer, namaza durduklarında kendilerini kaybederlerdi. Bazen ilk iftarla değil, bir sonraki günün akşam ezanı ile oruçlarını açarlardı. Allah’ın emir buyurduğu ilahi yasalara âsi gelmeyi bırakın; namaz kılmamakta ısrar eden kişiyi inançlarının bir gereği olarak, Allah adına öldürür ve cenaze namazını kılmazlardı. Kendi yaşayışlarına uygun yaşamayanları, mürtet (Dinden dönmüş) kabul edip, görüldükleri yerde katlini uygun görürlerdi. Bu sebepten de Hz. Ali radıyallahu anhu Efendimizi, tekfir edip şehid etmişlerdi. Hakeza, yine aynı gurup Hz. Osman radıyallahu anhu Efendimizi de yönetim anlayışından dolayı tekfir etmişler ve Hz. Osman ya da Hz. Ali Efendilerimizi tasdik edenleri de kâfirlikle suçlamışlardı.
İnançları gereği esir almazlardı; esir düşen kişileri doğrudan infaz ederlerdi. Yaşadıkları beldede bir kişi hırsızlık suçuna karıştığında, illetine (fıkıhta, hüküm çıkarmada önemli bir yer tutan ve temel şer’î delillerden biri olan kıyasın dayandığı esasa) bakmaksızın, kendi kurdukları ve tayin ettikleri Kadı aracılığıyla ceza almalarını sağlarlardı. Islah edilmesi gerekenlerin öncelikle Müslümanlar olduğunu düşündükleri için, hiçbir zaman Müslüman olmayan toplumlar ile savaşmazlardı. Tarihin belirli dönemlerinde parlayıp, ses getiren bir gruptular fakat devam eden zamanlarda sosyolojik olarak esâmeleri bile okunmadı.
Peki, kimdi bunlar?
Hariciler
Hariciler; ya da çoğul ifade ile Havaric, Hariciyye… Anlam itibari ile isyan eden, başkaldıran manasına gelir. İsmini zikrettiğimiz bu grup, belirli dönemlerde bu anlayışa uygun, bu anlayışı meşrulaştıran bir takım insanlar tarafından yaşatılmış ve maalesef günümüzde de yeniden palazlandırılmıştır.
Bunu neden mi anlattık?
Neo-Harici yapı
Öncelikle şunu belirtmek gerekir: Nedenleri itibari ile ortaya çıkan her şey, onu var eden, meşrulaştıran sebeplerinden kopuk değildir. Her eylemin geride gelen bir iz düşümü, bir izleği vardır. Malumunuz, son zamanlarda İslam Dünyasında temayüz eden; İslam’ın cihad ve fıkıh anlayışından kopuk bir savaş anlayışıyla sivil, çocuk, kadın, yaşlı ayrımı yapmadan katleden, dünya siyasetinin yeni yeni tanımaya başladığı bir takım oluşum ve guruplar, az önce özelliklerini, anlayış ve yaşam tarzlarını anlattığımız, “Harici” anlayışın bir iz düşümü ve izleği olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Hz. Âdem’den bu zamana, peygamberler aracılığı ile tebliğ edilen ve Hz, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ile en ekmel (kamil, tamamlanmış) hale gelen Din-i İslam, kan ile birlikte aynı damarda akan süt misali, dâhili ve harici müdahalelerle birbiri içine karışmış, karıştırılmış, bulanıklaştırılmak istenmiştir. Adeta hangisinin süt, hangisinin kan olduğu ayırt edilemez hale gelmiştir. Neticede, bütün bir İslam Tarihi boyunca batıl fırka ve anlayışlar ortaya çıkmıştır. Lakin Ehl-i Sünnet çizgisinde duran âlimler, mütefekkir ve muttakilerin halka verdikleri tevhitten ayrılmama, fitneye bulaşmamaya yönelik şuur telkinleri, sütün kanalına giren kanı, yolun bir yarısından sonra sütten ayırmış, kendi dehlizine geri dönmesini sağlamıştır. İşte o süt, Hz. Resûlullah’ın işaret etiği necat yolu, o kan ise fitne fücurun, inkârın, sapıklığın birbiriyle mezcolduğu (karıştığı) “hamiye” yoludur.
Hakiki İslam cihad usulün ve anlayışından uzak bir şekilde mücadele eden bu gurupların, hicri ikinci yüzyılda ortaya çıkmış, “Hariciyye fırkasıyla” aynı çizgide hareket ettiğini söylemiştik… Bu tarihi okuma, bize tarihin, tekerrürden ibaret olduğu ve tekerrür eden tarihin her zaman Müslüman’ın ders alması, hataya düşmemesi için bir lütuf, bir nimet olduğunu gösterir.
Bu Neo-Harici gurup nasıl bir yapıdan temerküz etti?
Günlük siyasi, metin ve bültenlerde bu yapının Selefi olduğu, öyle ki “Selefilik bu yapıdır” diyen sözümona bilirkişileri görüyoruz. Oysa asıl itibari ile “Selefilik”, ümmetin “Selef-i Salihin’e” itaat edip onların anlayışıyla İslam’ı yaşamaya çalışmak anlamında yollarından gitmektir. Bu Selef-i Salih dediğimiz kişiler, Hz. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yolundan giden Sahabe, Tabiin ve Tebeu’t Tabiin’dir. Bunların yaşantısını kendisine rehber edinen ve uygulamalarını kendisine örnek alanlara da ‘Selefi’ denilmektedir. Zira ancak bu çizgide olanlar, bu ünvanı almayı hak edebilirler.
Dr. Abdülaziz Mustafa Kamil’in ifadesi ile “Herkes kendisine selefi denilmese de selef metoduyla amel ettiği ölçüde selefidir. Kimsenin bu unvanı, sadece kendisine layık görüp başkalarından esirgeme hakkı yoktur. Selefilik dilediğimize giydirip dilediğimizden çıkaracağımız bir elbise değildir.”
Tarihi Süreç
Tarihi süreç içerisinde, Müslümanların, gelişen yeni olaylar karşısında nasıl tavır almaları gerektiği konularında bazı tıkanıklıklar ortaya çıktı. Selefilik anlayışındaki tıkanıklıkları gören bazı âlimler, dinin yoruma açık meselelerinde veya nüzul sebebi farklı olan bazı ayet-i kerimeleri, yaşadıkları zamanın şartlarının gerekliliğine uyarlama yoluna gittiler.
Bu durum asıl itibari ile selefin, alışık olmadığı bir yaklaşımdı. Bu gibi ıstılahçı hareketlere kapı aralayan (Reşid Rıza gibi) âlimler, ileride belki de önünü alamayacakları “Aklı, Naklin (dinin kaynaklarının) önüne geçiren” Vehhabi anlayışı, Selef itikadının içine zerk etmiş oldular. 19. Yüzyıl ile birlikte selefi ekolden yetişmiş, Vehhabî düşünceli âlimler çıkmaya başladı. Bu durum, geçirdiği çeşitli evrelerle 20. ve 21. Yüzyıla kadar, sıçradı. İki ortağın birbirinden ayrılması gibi “Selefilik tabelası”, içine Vehhabi anlayışın karıştığı kesimde kaldı ve geldiğimiz son yüzyılda Selefiler, yukarıda tanımını yaptığımız gerçek seleften de uzaklaşmış oldular.
19, 20 ve 21. Yüzyıllarda yaşayan bu âlimler, yaşadıkları toplumlardaki kargaşa ve İslam âleminin pasif kalışını öne sürerek, ortaya koydukları usul perspektifiyle, haksız kan akıtmaya dayalı cihad ruhunu vaz ettiler. Bir zaman sonra, “Selefçi” dediğimiz metodun bir kısmı silahlanmayı tercih ederek, bir takım örgütsel yapılanmalar oluşturup mensubiyetlerini ilan etmişlerdir. Nitekim günümüzdeki bu Neo-Hariciler (Yeni Hariciler) de bu yapılanmanın bir sonraki radikal adımı olarak İslam ümmetinin karşısına çıktılar.
Ne yapmak istiyorlar?
Peki, bu guruplar, İslam adına hangi argümanı kullanıyor; kendisine hangi İslami ilkeyi dayanak yaparak, alçaltıcı bir şekilde Müslüman kanı akıtıyor?
Söz konusu olan Neo-Harici yapı mensupları, Hz. Peygamber’den sonra gelen hilafetin devam etmesi gerektiğini ve fırsat oluştuğu anda, bu hilafetin en uygun kişi tarafından ilan edilmesi gerektiğini, bu kişinin de bu hareketi başlattığı düşünülen kişi olduğunu iddia ediyorlar. Ve bunu ümmetin icmaı (âlimlerin görüş birliği) tahakkuk etmemişken yapıyorlar. Hareketi başlatan kurucuları içinde “Kureyşi, Haşimi” gibi, ifadeler kullanarak, Hz. Peygamber’in ailesinden gelen bir silsilenin devamı olduklarını, bütün bir İslam âlemine deklare etmiş oluyorlar. Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen “Ulul emr’ e itaat” (bkz. Nisa; 59) gibi sair birkaç ayet-i kerimeyi de bu görüşleri için, delil olarak ortaya koyuyorlar.
Yalnız, tüm bu tezlerini ortaya koyarken, geçmişteki Haricilerin de yaptığı gibi hemen yanı başlarında duran, şer ülkesi İsrail’e (o devirdeki Yahudilere), savaş açmayıp sadece Müslüman kanı dökmeyi kendilerine helal sayıyorlar. Hz. Resûlullah’ın yapmadığı bir şekilde, kendi kıstaslarına göre münafık saydıkları kişileri şeriat çizgisine çağırıyor, bundan taviz vereni de infaz ediyorlar. Hz. Resûlullah’ın fitnenin çıktığı yerde “Kılıçlarınızı taşa vurun” (bk. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi) hadisi şerifinden nasipsizlik içinde, Sünni grupları tehditle yanlarına çekmek suretiyle, “Şia” bloğunun oluşmasına neden olarak ya da tetikleyerek, bu ümmet için açılabilecek en büyük fitne kapısını açıyorlar. Bunu ise inandıkları Din-i Mubin’in sahibi olan Allah-u Zülcelal’in rızasını kazanmak için yaptıklarını iddia ediyorlar! …
Müslüman, diğer müslümanların elinden dilinden zarar görmediği kişi iken, onlar işgal ettikleri yerlerde müslümanların kalplerine korku salıp canları ve malları konusunda onları ıstırap içerisinde bırakıyorlar.
Tüm bu süreçte hemen sınırımızda bu Neo-Harici yapı tarafından gerçekleştirilen bu uygulama ve eylemler, tabii ki zaman zaman kısa süreli de olsa bazı dengeleri değiştiriyor, herkesin ve her devletin kendi zaviyesinden tekrar bir denklem kurmasını gerekli kılıyor. Örneğin, daha düne kadar, kimyasal silahlarla öldürülen Suriye halkının acıları; İslam âleminin dikkatlerinin dağılması ile biraz daha artıyor ve gittikleri ülkelerde mülteci konumunda kalmaları biraz daha uzuyor.
Neo-Harici yapının sebep olduğu bu fitnenin çıkması ile düzeni bozulan ülkelerinin birliği için mücadele eden samimi mücahidler, hem bu yapı kanadından hem de bazı Sünni aşiretlerin bu yapıya katılmaları dolayısıyla daha da zayıflıyor. Oysa Allah’ın, “Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın. Ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın” (Âl-i İmrân; 103) ayeti bu kadar açıkken.
İtiraf etmemiz gereken bir gerçek var ki biz müslümanlar, Allah’ın ayetlerini anlamak ve hayatımıza tatbik etmek noktasında, anlamamız gereken manayı, tam manasıyla idrak edemiyoruz. Irak Halkı anlamıyor, Suriye Halkı anlamıyor, Suudi Arabistan, Mısır, İran anlamıyor; bütün bir âlem-i İslam, “Dağılmayın sımsıkı olun” ayetini doğru şekilde idrak edemiyor maalesef. Bu amaca yönelik bir araya gelmek isteyen, her şeyin farkında olan devlet ve toplulukların da bu durumu değiştirmeye güçleri yetmiyor.
İslam azgınlığı yasaklar
“İslam, her türlü taşkınlığı ve azgınlığı yasaklar.” (bkz. Nahl, 90) İnananlara, bu noktada öğütler verir. Herhangi bir konuda bir hüküm ortaya koyarken, hiçbir mezhebi, ırkı, birbirinden ayrı tutmaz, herhangi bir tarafı ötekileştirmek suretiyle bir mizan kurmaz. Öyle ki, Hz. Peygamber döneminde Yahudi tüccarların Efendimize gelip hakem olmasını, aralarında adaletle hükmetmesini istedikleri herkesçe ayandır. Nitekim bu “el-Emin” yani güvenilir ve adil olma anlayışını Osmanlı da büyük oranda başarıyla sergilemiştir.
Osmanlıyı, yüzyıllarca İslam’ın sancağını taşımaya muvaffak kılan da reaya arasında adaletle hükmetmesidir. Bu yüzden kişinin inancı, dili, etnik kökeni ne olursa olsun; hiçbir haksız saldırı, Allah indinde meşru değildir. Bir müslümanın sebepsiz yere bir kâfiri dahi öldürmesi caiz değilken, gidip sırf aynı mezhepten ya da ırktan olmadığı için diğer bir müslümanı öldürmesinin ne Allah’ın adaletinde yeri vardır ne de kulların!
Allah’ın kabul etmediği her taşkınlık, her sapkınlık, temelde aynı zeminden çıkar. O zeminin içerisinde akletmemek, düşünmemek ve idrak etmemek vardır. Bu yüzden, bu Neo-Harici yapı, Kuran’ın işaret ettiği hakşinas ruhu, Taif’te dizleri kuma batacak kadar taşlanan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin neden o ezaya katlandığını anlayamadı.
Nübüvvetten sonra, müslümanların onüç yıldan sonra Medine’ye hicret ettiklerinde, sayılarının sadece 300 civarı olduğunun ne anlama geldiğini anlayamadı. Dinin kemiyete değil, keyfiyete değer verdiğini anlayamadı; gayya kuyularına düştü Neo-Harici yapı; “helekennas” oldu. Ardları sıra peşlerine taktıkları inanmış, samimi müslümanları da kendi sapkınlıkları içerisinde heder ettiler.