Nefsin Hazları Oruçla Kırılır
Gaflet
Allah-u Zülcelâl, bir ayet-i kerimede kendisini zikretmemizi ve gafillerden olmamamızı emrediyor: “Rabbini, içinden, yalvararak ve O’ndan korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret. Sakın gâfillerden olma!” (A’râf; 205)
Tasavvuf yolunda sık sık karşımıza çıkan gaflet kelimesi mana olarak; insanın kalben duyarsız, Rabbinin onu görüp durduğundan habersiz olması, gamsızlık, umursamazlık gibi manalara gelir.
Kuran-ı Kerim’de (iman etmeyenlerin) gafletiyle ilgili ayetlerden birinde şöyle buyrulur: “Kalpleri vardır, bununla kavrayıp anlamazlar; gözleri vardır, bununla görmezler; kulakları vardır, bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.” (A’râf; 179)
Ayetlerden anlayabildiğimiz kadarıyla gaflet, kişinin kalbinde katılık, anlayışında kıtlık ve tefekkür yeteneğinde bir zafiyettir. Öyle ki, kendilerine çok önemli ikazlar yapıldığı halde, umursamazlık hallerinde bir değişiklik olmaz. Ta ki gözünden perde kalkıncaya kadar… O zaman kişi, derin bir uykudan uyanmış gibi gözünü açar ama ne fayda…
“And olsun, sen bundan (diriltileceğinden, hesaba çekileceğinden) gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp kaldırdık. Artık bugün görüş gücün keskindir.” (Kaf; 22)
Gaflet, insanın kalbine musallat olan hastalıkların en yaygınıdır. Farklı şekilde olsa da inkârcılar ve günahkârlar kadar, iman ehlini de tehdit eden bir sıkıntıdır. Birçok zaman, mümin kullar da hayatın tekrarları içinde kalbî diriliklerini yitirir, uyuşukluğa dalarlar.
Mümin toklukla gaflete düşer
Ekseriyetle, kişinin dünya hayatında rahat içinde olması, bir sıkıntıya uğramaması, gaflet perdesini kalınlaştırır. Kalp doktorları olan tasavvuf büyüklerinden Ebû Süleyman Dârânî Hazretleri, bu konuyu tespit sadedinde şöyle demiştir: “Mide dolu olunca, kalbi gaflet basar ve insan, Rabbini unutur.”
Midenin dolu olması, insanda bir rehavet hissine sebep olur. Açlığın verdiği sıkıntı insanı gerginleştirirken, içinde bulunduğu hali sorgulamasını ve üzerindeki nimetleri düşünmesini sağlar.
Bugün, bütün dünyayı günahların ve inkârın istila etmesiyle, modern dünyanın sunduğu konfor ve tokluk arasında yakın bir alaka vardır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, bol gıda üretimi mümkün olunca kıtlık ve yokluk, dünyanın büyük bir bölümünde önemli ölçüde azalmıştır. Hatta birçok ülkede, ihtiyaç dışında çeşit çeşit lezzetli gıdalar, içecekler, sarhoşluk veren maddeler, geniş kitlelerce tüketilmektedir. Kendileri rahatlık içinde yaşayan bu insanlar, sanki bir tüketim robotuna dönüşmüş, kendileri dışındaki hiçbir şeyi umursamaz olmuşlardır.
Gerçekten de modern insan, şehir hayatının konforu içinde mekanikleşmiştir. Artık her sabah yatağından kalkınca ne yapacağı bellidir. Doğru mutfağa girer; alışkanlığına göre, çayını, kahvesini, vs. kahvaltısını hazırlar. Gün boyunca da düzenli olarak, öğün vakitleri birbirini izler. Temel öğünler arasında da bir şeyler içer, atıştırır, tiryakisi olduğu maddeleri kullanır.
Günler birbirini takip eder, kişi hep o rutinin içindedir. Öyle ki artık yediği içtiği veya kullandığı maddelerin, asıl maksadını bile unutmuştur. Belki de artık onlara ihtiyacı yoktur. Mesela, artık yaşlanmıştır, bu kadar kuvvetli yemeğe ihtiyacı kalmamıştır. Artık emekli olmuştur, sabahları iş hayatına hazırlanması, çay kahve içmesi gerekmemektedir. Ama artık o maddeleri tüketmek onun için huzur veren rutin bir alışkanlığa ve hayatın tadı tuzu haline gelmiştir. Doktoru yasaklasa bile kullanmadan edemez hale gelmiştir. Bu, üretim tüketim kısır döngüsü içinde, yaratılış gayesini düşünmek de aklına gelmez.
Hatta ne yazık ki Müslümanlar da bu çemberin içine sıkışmıştır. Ta ki Ramazan gelip alıştığımız rutini durdurana, hayat tarzımızı alt üst edene kadar…
Ramazan bir devrim ayıdır
Ramazan ayı, hayatını ibadetle, zikirle irfan ve muhabbetullah ile manalandırma peşinde olmayan, gafil bir Müslümanın bile hayatını değiştirir. Onun o mekanik hayatını duraklattırır, düzenini tersine çevirir. Böylece alışkanlıktan gelen o gafleti dağıtır.
Ramazan orucu, henüz acıkmaya bile fırsat kalmadan, birbiri ardınca önümüze konulan sofraların birkaçını kaldırınca, akşamları iftarda en azından acıkarak ve muhtaçlığımızı hissederek yemek yemeyi tecrübe ederiz.
Böylece insan durup düşünebilir ve “Ben her gün robotlaşmış bir şekilde, beni doyuran Rabbimden gafil bir şekilde, aklım geçici dünya işlerinde dolaşırken, lokmaları peşi peşine mideye indiriyordum. Ama şimdi hissediyorum ki aslında ben bu lokmalara ne kadar muhtaç imişim. Peki, önüme bu sofraları koyan Rabbime karşı kulluk borcumu ödüyor muyum? Muhtaçlığını göstermeden, bunları bana ihsan edene karşı nasıl bir kulum?” diye kendine sorabilir.
Gerçekten de modern dünyada bizler öyle bir konfora sahip olmuşuz ki, trafik ve iş kazaları, ihtiyarlık, hastalık ve benzeri birkaç sıkıntımız da olmasa neredeyse hiç acı çekmeyeceğiz, hiç mahrumiyet yaşamayacağız.
Nefsin konfor düşkünlüğü
Konfora, rahata tutkun olmuşuz, bu konforun da amacını unutmuşuz. Oysa Rabbimiz bize bu nimetleri vermiş, akıl vermiş, emrimize her şeyi musahhar kılmışken, bize düşen, bunları zayıflarla paylaşmak, ihtiyaç sahiplerinin ayağına sermek, bu arada da ihtiyacımızla yetinip bir yandan asıl hayat gayemize yönelmek değil mi? Ne yazık ki bunu çok az hatırlıyoruz. Hatırlasak da hakkıyla yerine getiremiyoruz.
Neden? Çünkü nefislerimizin aç gözlülüğünü, cimriliğini kıramıyoruz. Biraz düşünelim, orta gelirli herkesin mutfağı, buzdolabı, tıka basa nimetle dolu. Biraz eksilince de marketlerdeki binlerce çeşit üründen hangisini beğeniyorsak onunla takviye ediyoruz. Biraz üşüsek bir düğmeye basıp ısınıyoruz, biraz terlesek bir düğmeye basıp serinliyoruz. Bir yere gitmek istesek, türlü türlü vasıtalar elimizin altında. Dünyanın her yerinden haber getiren götüren araçlara sahibiz. İtiraf edelim, Firavunların sahip olmadığı konforun içindeyiz. Öyleyse nefsimiz firavunlaşmasın da ne yapsın?
İnsan vücudu, zaman zaman aç kalabilecek şekilde, ihtiyaç fazlasını depolamaya müsait yaratılmış. Ama biz, Ramazan da olmasa hiç depodan yakmayacağız. Hatta açlıktan ölecekmişiz gibi, iftar ve sahurda öyle sofralar hazırlıyoruz ki ona da fırsat tanımıyoruz. Bu yüzden; damarlarımız tıkanıyor, kalplerimiz hem zahiri manada hem manevi manada katılaşıyor. Eğer Ramazan da gelmese, “Açlık mı? O da ne ki? Canım ne olacak birkaç gün aç kalmakla!” diyeceğiz.
İftara yakın saatlerdeki o halsizliği, baş ağrısını, iç kazınmasını da hissetmesek, “Açlık zordur ya, biz birkaç saat sonra iftar edeceğimizi bildiğimiz halde zor dayanıyoruz. Gözümüz saatte kalıyor, olmayanlar ne yapsın!” demeyeceğiz.
Oruçla tefekkür damarları açılıyor
Orucun getirdiği o rikkat-i kalp (kalp inceliği) olmasa belki ağlamayı büsbütün unutacağız. Belki elimizi açıp, “Ya Rabbi! Mahşer gününde aç, susuz, perişan olmaktan sana sığınıyoruz. Ne olur bize ikram et. Bu dünyada iyilik yapmaya müyesser kıl, ahirette de mükâfatını bahşet” demeyi akıl edemeyeceğiz.
Bir yardım kuruluşunda çalışanlar anlatıyor: “Hayırsever iş adamlarını, yardıma muhtaç kişilerin yanına götürüp onlarla birlikte sofraya oturtuyoruz. Onlarla birkaç saat olsun bir arada kalıp hayat şartlarını, acılarını paylaşmalarını sağlıyoruz. O zaman ikna oluyor, büyük ve düzenli yardımlar yapıyorlar. Yoksa ne kadar anlatsak, ne kadar video çeksek, göstersek o etkiyi elde edemiyoruz. Yaşamayan insana hikâye gibi geliyor. O mahrumiyetin birazını olsun tatmaları gerekiyor.”
İşte Ramazan da bize bunun bir nev’ini yaşatıyor; o mahrumiyeti tatmayı…
İslam’da, zayıfların, gariplerin yanında bulunmak, onların halleriyle hallenmek önemli bir esastır. Hem bu, sadece yardımseverliğin devamı açısından değil, kişinin kendi üzerindeki nimetleri fark etmesi için de bizzat ihtiyacı. Kur’an-ı Kerim’de, Peygamberimize ilk iman eden o yoksullar, gariplerle birlikte oturmaya “sabretmesi” emrediliyor. Çünkü bu, gerçekten de sabır ister…
Nefse oruçla hâkim olunur
Bir telefonla yardım kolisi gönderip sonra yine evinin konforuna dönmek, çeşit çeşit nimetlerle dolu sofralara oturmak, hiçbir zaman yoksullarla devamlı hemhal olmaya benzemez. Tasavvuf yolunda terakki etmek isteyenler, tacı tahtı terk etmişler, yollara düşmüşler, insanların arasına karışıp onların kahrını çekmişlerdir.
Bizim de eğer tasavvuf diye bir iddiamız varsa, evlerimizi, buzdolaplarımızı, sofralarımızı, Ramazan’da olsun, biraz yoksul evlerine benzetmeyi bilmemiz gerek. Çünkü nefis, alıştığı nimetlere şükretmeyi akledemez. Onu biraz olsun alıştığı nimetten mahrum edersek ancak o zaman şükretmeyi hatırlar.
Derler ki, adil halife Ömer bin Abdulaziz her gün arpa ekmeğini zeytinyağına batırıp yiyormuş. “Her gün aynı yemekten bıkmıyor musun?” diye soranlara: “Nefsim buna isyan ederse birkaç gün aç bırakıyorum, o zaman buna razı oluyor” dermiş.
İşte, oruç da bizde bu tesiri yapmalı. Ramazan’da orucu tattırarak, Ramazan dışında da israfa ve gaflete düşüren lüks ve konfora karşı oruçlu olmayı nefsimize öğretmemiz lazım ki maddiyatı aşmayı başarabilelim. Yoksa maddi açıdan uygarlaşan, ama manevi açıdan medeniyetin nihai gayesine erişemeyen, vahşi robotlara dönüşeceğiz!
Başta kendi nefsime söylüyorum, eğer ibadet yapmak için, hayır hasenat yapmak için nefsimize söz geçiremiyorsak sebebi, onu fazlasıyla semirtip tepemize çıkarmamızdır.
Derler ki Hz. Ali’nin (kerramellahu veche) iftar etmek için kuru ekmekle dolu bir torbası vardı. Onları süte batırarak ıslatır ve böylece iftar ederdi. Oğulları ona merhamet edip de ekmeğin içine yağlı ekmek karıştırmasın diye, bu torbanın ağzını bağlardı.
Onlar böyle davranıyorlardı ki, nefisleri kırık olsun, ona kolayca hükmetsinler… Biz de eğer onları seviyorsak, onlarla beraber olma ümidi taşıyorsak, Ramazan vesilesiyle biraz olsun üzerimizdeki maddecilik kabuğunu kırmalı, manevi tarafımıza nefes aldırmalıyız…