Hizmet Herkese Nasip Olmaz

  • 19 Haziran 2014
  • 892 kez görüntülendi.
Hizmet Herkese Nasip Olmaz
REKLAM ALANI

Hizmet ehli, her şeyden önce hizmetin kendisi için büyük bir ganimet ve lütuf olduğunu düşünmeli ve bunu, hizmetin birinci düsturu olarak kabul etmelidir. Nimetin devamının şükürle kaim olduğunu idrak ederek, Rabbine karşı hamd ve şükür duyguları içerisinde bulunmalıdır.

Hizmetlerin en yücesi olan îlayı kelimetullah,  müminlere emanet edilmiş, azametli bir dava ve kudsî bir vazifedir. Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyye, Allah ve Resulünün bizlere bir emanetidir. Sahabe-i kiram ve mübarek ecdadımız, bu emaneti, 1400 küsur seneden beri ne şekilde idrak edip bize kadar taşımışlarsa, biz de gelecek nesillere öylece taşımak mecburiyetindeyiz. Bu hizmetler, bizim ahiret sermayemiz ve inşallah, cennet vizemiz olacaktır.

Ömrünü Allah’ın mahlûkatına hizmete adamış, mümtaz bir insan olan merhum pederimiz Musa Efendi kuddise sirruhu, hizmetin kıymet ve ehemmiyetini şöyle ifade buyururlardı: “Mümin, ibadet ve hayrın büyüğüne küçüğüne bakmayıp fırsat düştükçe ihlâs ile hepsini yapmaya gayret etmelidir. Çünkü büyük hizmet yapan pek çok kimseler, bazı küçük görünen hizmetleri ihmal ederler. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın rızası nerededir, hangisindedir bilinmez.

REKLAM ALANI

Şunu idrak etmelidir ki, hizmet etme fırsatı herkese nasip olmaz. Çok kimseler vardır ki, her hususta hizmet kabiliyetleri olduğu hâlde, zaman ve mekân müsait olmadığından, hizmet etmekten nasipleri yoktur. Hizmet edenler, hizmeti bir nimet bilip tevazularını artırmalı ve hatta bu nimete vesile oldukları için hizmet edilenlere teşekkür edası içinde bulunmalıdırlar.”

İmam-ı Rabbânî Hazretleri, hizmet edenin, hizmet edilenleri bir nimet bilerek, onlara karşı teşekkür edası içinde bulunması zaruretini şöyle ifade eder: “Nasıl bir kişi, çok kimselerin kemâlât elde etmesine sebep olabiliyorsa, birçok kimselerin de bir kimsenin kemâlât elde etmesine sebep olması mümkündür. Zira her ne kadar bir üstad talebelerinin kemâlâtına sebep oluyorsa da onların da karşılıklı in’ikâs neticesinde, üstadlarının kemâlâtına birer sebep olduğu muhakkaktır.”

Hizmet arayışı içinde olmalı

Allah Teâlâ’nın bize olan nimet ve ihsanlarının farkında olup bunları, O’nun yolunda infak etme gayreti içerisinde bulunmak mecburiyetindeyiz. İmanımızdaki sadakatimizin nişanı da budur. Nitekim bu hususla ilgili olarak ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:

“Gerçek müminler ancak şu kimselerdir ki, Allah ve Resulüne iman edip sonra da imanlarında şüpheye düşmezler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad (yani bütün imkânlarıyla sa’y ü gayret) ederler. İşte (imanlarında) sadık olanlar bunlardır.” (Hucurât; 15)

Diğer taraftan, maldan yapılacak infakın farz olan zarurî ölçüsü bildirilmiştir. Bu itibarla malının zekâtını veren kimse, malı ile îfâ etmesi gereken hizmeti gerçekleştirmiş olur. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın insana lütfetmiş olduğu kabiliyet ve imkânların nisab miktarını tâyin etmek mümkün olmadığından, son nefesimize kadar, takatimiz nispetinde, kendimizi Hak yolunda hizmete adamak durumundayız. Zira o keyfiyet, Allah’a malum, bize meçhuldür. Bu sebeple, gayret ve takatimizin son haddine kadar hizmet ve himmet için çırpınmak icab etmektedir.

Yüce Rabbimiz, “Allah, her bir kişiyi ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar.” (Bakara; 286) buyurmuştur.

Bu sebeple bir mümine düşen, yaptığı hizmetleri yeterli görmeyip daha başka neler yapabilirim düşüncesiyle, sürekli bir hizmet arayışı içinde olmasıdır. Bunun en canlı misallerinden biri Ashab-ı Kiramd’an Abdullah bin Ümmü Mektum radıyallahu anhudur. Bu sahabi, âmâ olduğu için cihaddan muaf tutulmuştu. Fakat o mübarek sahabenin, hiç olmazsa sancağı tutabilirim düşüncesiyle Kadisiye Harbi’ne katılması, gönlünde taşıdığı bu nisab belirsizliğinden doğan endişenin bir neticesi ve her hâlükârda bir hizmete talib olma arzusunun açık bir tezahürüdür.

Son nefese kadar hizmet

Bir mümin, zayıflık ve imkânsızlıklara bakarak asla yeise (ümidsizliğe), gaflet ve rehavete kapılmamalıdır. Hiçbir zaman Allah yolunda yapabileceği hizmetlerin nihayete erdiğini düşünmemelidir. Ömrünün sonuna kadar, devamlı artan bir hizmet ve mücahede heyecanı içinde yaşamalıdır.

“Sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devam et!” (Hicr; 99) ayet-i kerimesi mucibince, her mümin gözünü açıp kapayacak kadar bir kudrete sahip olduğu sürece, kulluk muktezası olan hizmetlere devam etmenin zaruretini bilmelidir.

Nitekim şu hâdise, bu hususta ölçümüzün ne olması gerektiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır: Uhud Harbi nihayetinde, Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem, şehid ve yaralıların kontrol edilmesini emir buyurmuşlardı.

Hususiyle akıbetini merak ettiği bir sahabi vardı: “Sa’d bin Rebî radıyallahu anhu.”

Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem, onu bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashabından birini harp meydanına gönderdi. Sahabi, Sa’d -radıyallahu anhu ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihayet son bir ümitle:
– Ey Sa’d! Beni Rasulullah gönderdi. Allah Resulü, senin diriler arasında mı, yoksa şehidler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti, diye yaralı ve şehidlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.

O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecali kalmamış olan Sa’d radıyallahu anhu, kendisini Allah Resulünün merak ettiği haberini duyunca bütün gücünü toplayarak cılız bir inilti hâlinde:
– Ben, artık ölüler arasındayım! Diyebildi. Belli ki artık öteleri seyrediyordu.

Sahabi, Sa’d radıyallahu anhunun yanına koştu. Onu, vücudu kılıç darbeleriyle delik deşik olmuş, adeta kalbura dönmüş bir vaziyette gördü. Ve ondan ancak kısık bir sesle, fısıltı hâlinde şu müthiş sözleri işitti:
– Vallahi, gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber Efendimizi düşmanlardan korumaz da O’na bir musibet erişmesine fırsat verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mazeret yoktur!

Sa’d bin Rebî radıyallahu anhunun, ümmete adeta bir vasiyet mahiyetindeki bu sözleri, aynı zamanda fanî hayata veda sözleri oldu.

Halid bin Velid radıyallahu anhunun, can verirken kendisini muhasebe ederek: “Hayatı Allah yolunda at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları arasında geçmiş bir cengâverin, acizler gibi yatakta ölmesi ne hazindir! Kaldırın beni ayağa! Hiç olmazsa kılıcıma dayanarak can vereyim” dedirten hissiyatı da pek muazzam bir mesuliyet şuuru sergilemektedir.

Bu hissiyatı, Allah yolundaki bütün hizmet sahalarına teşmil etmek mümkündür. Hizmet ehli her mümin, bu duygulardan gerekli hisseleri alarak, bunları hareketlerinin ideal ölçüsü kılmalı, hizmet imkânı bulunduğu hâlde bunu ifâ etmekten geri durmanın mesuliyet ve vebalinin azametini idrak etmelidir. Bunun aksine davranmanın, ebedî hayat için ne büyük bir tehlike arz ettiğinden gafil olmamalıdır.

Hizmet, bilhassa peygamberlerin ve evliyaullahın sarıldıkları öyle bir fazilettir ki, o büyük şahsiyetler, hastalık hallerinde, hatta ölüm döşeklerinde dahi hizmeti elden bırakmamışlardır. Bu durum, hizmete nasıl sarılmak gerektiğini ifade hususunda ehl-i irfan için kâfi bir misaldir.

REKLAM ALANI
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ