Tasavvuf ne demektir, gayesi nedir?
Tasavvuf nedir?
Tasavvuf, ebedi saadete ulaşmak amacıyla, zahirin ve batının tamirini; ahlakın tasfiye ve nefsin tezkiye hallerini içine alan, manevi bir ilimdir.
Tasavvufun genel tanımı ise şudur, İslam Dini’nin getirdiği hükümlerin, Müslüman kimse tarafından, zahîrî ve bâtınî yönleriyle birlikte, ruhsatlardan faydalanmaksızın, azimet ve takva üzere tatbik edilmesidir.
Hakikatte tasavvuf; Allahu Zülcelal’in istediği mümin sıfatlarına bürünmek ve Allahu Zülcelal’in azim bir ahlak ile ahlaklandırdığı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ahlakı ile ahlaklanmaya çalışmaktır.
Tasavvuf, İslam Dini’nin üzerine inşa edildiği üç temel mefhumdan biri olan “İhsan”ı kendine gaye edinmiştir. O halde “İhsan”ın ne olduğunu anladığımız zaman, tasavvufun özünü ve gayesini de daha iyi anlamış oluruz.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ifadesiyle; “İhsan; Allah’a, sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan da o seni görüyor” idrakiyle yaşamaktır tasavvuf.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin açıkladığı bu ihsan makamı, manevi huşu ve huzur içerisinde Allahu Zülcelâl’e ibadet ederek, kalbin temizlenmesine işaret etmektedir. Bundan dolayı, ihsan makamı olmazsa dinin bir kısmı eksik bırakılmış olur.
Şöyle ki; açıkça, kulun bütün ibadet ve kulluk görevlerini yerine getiren yani hayatının her anında, Allahu Zülcelal’in kendisini gördüğünün, işittiğinin ve bildiğinin şuurunda olması gerektiği beyan edilmektedir. İşte, kişinin bu ihsan halini bozan sebepler; şeytanın vesvesesi, nefsin arzuları ve dış dünyanın etkileridir.
O halde, bu tesirlerden kurtulmamız gerekmektedir ki ihsanı yaşayabilelim. Bu tesirlerden kurtulma yolu ise bunların sebeplerini, insana nasıl tesir ettiklerini ve bunlara karşı ne gibi tedbirler alınması gerektiğini; kısaca bu marazi durumun teşhis ve tedavisini bilmek lazımdır.
Şüphesiz ki bu konu bir Müslüman için en önemli konudur. Zira kulluğun temel mihengi; her yaptığını, her anını Allah rızası için yapabilmektir. İşte, bu da tasavvuf ilmini zorunlu hale getirmektedir.
Burada bir meseleye daha açıklık getirmekte fayda var. Denilebilir ki “Kişinin ihsanı yaşamasına zarar veren tesirleri, ayet, hadis ve âlimlerin kitaplarından öğrenip teşhis ve tespit edebiliyoruz.”
Evet, bu bir yere kadar doğrudur. Ancak, bu marazları tedavi etme usulü ve kurallarını inceleyen ilim ise tasavvuftur. Zira bir tasavvuf mütehassısı olan Mürşidi Kamil; hem bu konulardaki zâhirî ilmini hem tecrübelerini ve hem de manevî ilmi kullanarak, kişiyi tedavi etmektedir.
Tarikatın gayesi ne?
Tasavvufun, birer sistematik okulu haline getirilmiş yapılara ise tarikat denir. Öyleyse tarikat; Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine sımsıkı bağlanmak, Hz. Peygamber aleyhisselamın ahlakı ile ahlaklanmak, Ehli Sünnet vel Cemaat akidesine sımsıkı sarılmak, Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas dediğimiz, İslam fıkhının dört ana esasının dışına çıkmamak, çokça Allahu Zülcelal’i zikretmek, amellerin en faziletlisi; “Nerde olursanız olun, Allah sizinle beraberdir” ayet kerimesine uygun olarak daima bir huzur ve murakabeye devam etmektir.
Tarikatın gayesi; mü’minleri yalnız Allah’a kulluk ve yalnız O’nun rızasını kazanma idealine ulaştırmaktır. Nitekim zikir yaparlarken; “İlâhi benim maksadım yalnız sen, elde etmek istediğim de yalnızca senin rızandır.” demektedirler. Tarikatın bundan başka hiçbir gayesi olamaz. Kim bunun dışında bir amaç güderse tasavvufu istismar ediyor, demektir.
İddia yetmez!
Vasıflarını taşımak lazım…
Toplum içinde, tasavvuf ehli olduğunu iddia eden ve tasavvuf ehlinin libaslarına bürünerek, giyim-kuşam, hal ve tavırlarıyla kendilerini onlardan gösteren bazı insanlar vardır. Ancak bunların yapmış olduğu işlere, hallerine ve konuşmalarına bakıldığı zaman, tasavvuf ehli ile hiçbir bağlantılarının olmadığı görülmektedir. Bu gibi insanlar, tasavvuftan ve tasavvuf ehlinden uzak kimselerdir.
Bunun için tasavvuf ehlinin hal ve hareketlerini bilmek ve tasavvuf ehli olduğunu iddia edenleri bunlardan ayırmak üzerimizde olan bir sorumluluktur. Çünkü bunların arasında çok büyük bir fark vardır.
Kıyamete kadar bütün cemaatlerin içinde hayır ve şer var olacaktır. Nasıl müderrisler, fakihler, tüccarlar birbirinden farklıysa, tasavvuf ehli olanlarla, bunlardan olduklarını iddia edenler de farklıdır.
Niçin karşı çıkıyorlar?
Öyle ise Allahu Zülcelal’in emir ve nehiylerine ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine sıkı sıkıya sarılanları bilmeli ve ona göre hareket etmeliyiz. “Tasavvufa düşman olanlar iki kısımdır:
- Tasavvufun büyüklüğünü bildiklerinden dolayı hased, adavet (düşmanlık) ve kin duyan kimselerdir. Bunlar İslâm’ın ve müslümanların içine nifak sokmak isteyenlerdir.
- Araştırmadan ön yargı ile bakıp, tasavvuf ehli hakkındaki cehaletlerinden kurtulmak gibi bir çaba göstermeyip gözü kapalı olarak itiraz edenlerdir. Bunlar müslüman kimseler ve cemaatlerdir.
Tasavvufa düşman olup kin besleyenler, yıkma uğraşı verenler, karalamak çabasında olanlar, yani yukarıdaki birinci gruba girenler, aynı zamanda İslâm’ın da düşmanı olan kimselerdir. İslâmi cemaatlerin arasına husumet sokmak için bazı fikirler, hile ve oyunlar ortaya koymuşlardır. Müslümanları, bu şekilde doğru yoldan ayırmaya çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar.
Tasavvufun, İslâm’ın ruhu ve kalbi olduğunu bildikleri için tasavvufun üzerine giderek, tasavvufun; Yahudilerin, Hıristiyanların veya Hinduların fikirleri olduğunu iddia edip tasavvuf ehline karşı çıkmaktadırlar.
Bunların yapmış oldukları faaliyetler, gerçek tasavvuf ehlini hiç üzmemektedir. Çünkü bunlar, düşmanın habis olduğunu ve tehlikeli fikirlerini bilmektedirler. Üzülecek esas nokta, İslâmî grupların bunların oyununa gelerek, onların saflarına geçip Müslümanları ve tasavvufu kötülemeleri, vurucu ve kırıcı olmaları ve bu yaptıklarının adına da ‘tebliğ’ demeleridir.
Bu şekilde tasavvufu eleştirerek, güya hakikati dile getiriyor, Müslümanları uyarıyorlar. Bu insanların, tasavvufa düşmanlık eden kişilerin fikirlerini alarak, tasavvufu ve tasavvuf ehlini suçlamaları ve iftira atmalarını hiçbir mantık kabul etmez.
Düşmanlıklarının
sebebi cehaletleri
Tasavvufun diğer düşmanları da tasavvufun hakikatini ve özünü bilmediklerinden, tasavvufa yüzeysel olarak baktıklarından dolayı işin hakikatini anlayamamakta ve karşı çıkmaktadırlar. Bu guruba girenler şunu unutmamalıdır ki kim Hakkı biliyor ve ona tabi oluyorsa siz de onlara tabi olunuz. İslam’ın hakikatine düşman olanların propagandalarına kapılıp İslam’ın maneviyatına sırtınızı dönmeyiniz.
İmam Malik şöyle buyurmuştur: “Kim ilim okur da tasavvuf ehli olmazsa fasık, kim de tasavvuf ehli olup ta ilim okumazsa zındık olur. Kim ikisinin arasında, yani âlim hem de mutasavvıf olursa hakikat sahibi olur.” (Keşfu’l-Hafa; 1/341)
İmam Şafii şöyle buyurmuştur: “Sofilerle beraber oldum ve şu üç konuda istifade ettim:
- Vakit bir kılıçtır; eğer sen onu kesmezsen o seni keser.
- Sen nefsini hayırla meşgul etmezsen, o seni batıl şeylerle meşgul eder.
- Kendi nefsini (kıymetli ve faziletli) görmemendir. (Kişi bu şekilde hatadan muhafaza olur.)
Ve dünyada üç şeyi sevdim. Bunlardan biri, tasavvuf ehlinin tarikatına tabi olmaktır.”
Bazı dönemlerde, tasavvuf ehlinden bazılarının yanlış söz ve davranışlar benimsemiş olması, tasavvuf ilmini ve ehlini bağlamaz. Nasıl itikadi ve fıkhi konularda yanlış içtihada sürüklenenler olmuşsa tasavvuf sahasında da olmuştur. Bize düşen, Ehli Sünnet itikadına uygun olan tasavvuf ehlinin içtihatlarına tabi olmaktır.
Tasavvufun, her dönemde yapıcı tesirlerine, evvela tarih şahittir. Tarihe şartlanmışlıklardan sıyrılarak baktığımızda, bunu açık olarak görürüz.
Hulasa olarak, tasavvufa ve tasavvuf ehline bilerek veya bilmeyerek düşman olanlara hoşgörü ve şefkat ile bir kez daha sesleniyor ve onları doğru yola davet ediyoruz.